Mehmet Güreli, hayattaki kamplar, inanç, cesaret ve sanat üzerine konuşuyor: Bazı romanlar bizi ölümden alıkoyar, buna inanıyorum
19 Şubat 2015 13:00
Mehmet Güreli ile görüştüğümüzde… Bedrufi’nin Nefesi raflardaki yerini henüz almıştı. Sekiz yıllık uğraşın sonunda Gölge nihayet DVD olarak yayınlandığı için sevinçliydi. Nisan’a yetiştirmeye niyetlendiği ve Akın Eldes’in de iki şarkıda eşlik ettiği albümünün çalışmaları sürüyordu. Film noir üzerine bir kitap hazırlıyordu. Salâh Birsel’in tek romanı Dört Köşeli Üçgen’i beyazperdeye aktarmak için gün sayıyordu. Beri yandan, kısa bir sure önce İstanbul’da da şube açan Carré d’Artistes’in 100’ü aşkın şehirde satışa sunacağı 40 parçadan oluşan bir suluboya seri üzerinde çalışıyordu. Ve Cervantes, Beckett ve Rilke üzerine çekeceği filmleri düşünüyordu… Sanat, hayat ve cesaret üzerine konuştuk Güreli ile fonda da Frank Sinatra... Mehmet Güreli ile Sel Yayıncılık etiketiyle raflarda yer alan yeni kitabı Bedrufi'nin Nefesi'ni konuştuk.
Yazıyla ilişkinizden konuşarak başlamak istiyorum. Bedrufi’nin Nefesi, köşe yazılarınızdan oluşuyor. Beri yandan dönem dönem yazmaya ara veriyorsunuz. Sanıyorum şimdi de öyle bir dönemdeyiz. Yazıda sizi ara vermeye iten güç nedir? Emil Cioran’ın dediği gibi, kendinizi tanımanız “içinizdeki şeytanı” rahatsız mı ediyor?
Ben, evet, zaman zaman öyle aralar veriyorum. Fakat yazmaya ara veriyorum, yazıya ara vermiyorum. Yazı, çizi, film, resim… bunların hepsi yazı aslında. Hepsi bir bütünün parçaları. Normalde yağlıboya çalışırım, şimdi hayatıma suluboya girdi mesela; suluboya ile çini tekniği arası resimler üzerinde çalışıyorum. Yazı dediğinizde, yazı özünde benim hayat üzerine aldığım notlardır. (Jean- Luc) Godard sinemayı bir deneme olarak gördüğünü söyler; ben de yaşamı öyle görmeye başladım. Deneme lafını pek üzerime almıyorum aslında…
Neden?
O kadar büyük ustalar var ki “Ben deneme yazarıyım” demek ağır geliyor bana. Fakat şöyle düşünebiliriz: Denemenin amacı biraz da dünyayı bir elekten geçirip, seçip sofranıza hepsinden biraz koymaktır. Deneme, hayatın ordövrünü hazırlamaktır. Ben bu yazılarda daha çok aktarıcı görevini üstleniyorum. Bu anlamıyla denemedir yazdıklarım; ben de öykücülükten denemeciliğe geçmiş gibi oldum. Hayata çok meraklıyımdır ama hayat içinde benim alanlarım var. Üst üste koyduğunda çok şeyle ilgileniyor gibi görünsem de bazı şeylerle aslında hiç ilgilenmem. Bir şeyin fiyatı ne kadardır? Bir lokantada salata kaça geldi, son kuruşuma kadar versem bile hiç bakmam. Bu, bana bir alan sağlıyor; bu sayede kendi dünyamın dışındaki şeylerle hiç ilgilenmemeyi başarıyorum. Bu sayede deneyebiliyorum işte.
Hayatın ordövrü demişken... Beckett, Rilke, Kirkegaard, Gorki, Cioran, Zweig, Proust, Kafka gibi pek çok isim adeta yazılarınızın çatısını oluşturuyor. Mehmet Güreli’nin sesi ise nispeten kısık, hatta bulmak için zaman zaman eşelememiz gerekiyor. Siz, bu isimlerin arkasına saklanıyor musunuz?
Saklanmıyorum, hayır. Geri çekiliyorsam, saygımdandır. Aile gibi, adı konmamış bir teknede bu sahici, yaptığı işin hakikiliğine inanan insanlarla yaşıyor gibiyiz. Belki de bu benim kendi hikâyemdir. Bu kişilerin yanında olmak, onlarla temas hâlinde olmak bana yetiyor. İlla “Ben” demek zorunda değilim. Onların yanında “Ben” demek de kolay bir iş değil ayrıca. Mesela Bedrufi de kolay kolay “Ben” diyebilen bir adam değildir. Bedrufi, benim alt- benim veya doppelgänger’im değil de, bu isimlerin arasında durup, bana tarihten yardım eden biri gibidir. Mesela çok e- mail aldım, Bedrufi’den yaptığım alıntıları çok beğenenler var ama “İnternette bir türlü bulamıyoruz” diyorlar. Ben de “Bedrufi öyle kolay bulunacak bir adam değildir” diye birkaç kere yanıt vermiştim. Bir espri olsun hayatta...
Peki, esprinin sınırı nedir? Bedrufi’yi kitabın başlığına taşımak, kimliğini ifşa etmek olmuyor mu?
Aslında evet, ifşa etmek oluyor. Kitabın adını yayıncım, İrfan Sancı buldu. Ben de bu adı teklif etmek isterdim ama Bedrufi’yi burada harcamak istemedim bir yandan. Sonuçta Bedrufi’nin bu olaydan, bu kitaptan hiç haberi yok. Olaya biraz da öyle bakalım. Ama Bedrufi’nin Nefesi bence iyi bir isim. Bazı filmler, bazı müzikler, bazı kitaplar öyle güçlü bir müziğe sahiptir ki unutulmaz. Şimdi, benim yaptığım işler bu topluma göre soyut gibi görünüyor. Hikâyeleriyle birlikte anlatmamayı tercih ettiğim şeyler var çünkü. Müzik böyledir mesela. Şimdi biz Mozart’a söz mü ekleyeceğiz? Konusu yüzünden iyi resim olur mu? “Savaşı anlatıyor, aman ne müthiş” der misin hiç? Bazen görüntüyle, bir melodiyle baş başa kalabilmek gerekiyor.
Öyleyse, sizin için anlatmak mı önce gelir yoksa paylaşmak mı?
Önce bir şey anlatacağım ki paylaşıp paylaşamadığımı göreyim. Paylaşmayı öne alamam. Eskiden paylaşmayı çok önemsemez gibi görünürdüm. Çok fazla üzerinde durmazdım, “Ben bunu yapmalıyım” derdim. Fakat yaşayarak gördüm, paylaştıkça gözümden yaşlar bile geliyor. Dört- beş yıl önce Babylon’da bir konsere gittim, bütün salon şarkımı beraber söyledi ve birdenbire kötü oldum. Benim tek bir şarkım biliniyor sanıyordum; o an çalan şarkıyı insanların bildiğini bile bilmiyordum. Bütün albümü birlikte söyledi herkes. Bana biraz tuhaf da geldi çünkü alışmadım böyle şeylere. Çok talepkâr değilim o konuda. Eller havaya diyemeyeceğin bir insanım. Biraz (Bob) Dylan’a benziyorum o anlamda...
Yekta Kopan’ın Bedrufi’nin Nefesi üzerine yazısından hareketle sormak istiyorum: Siyasetin kirli dilini geride bırakıp, dünyaya edebiyatın, müziğin, sinemanın gözünden bakmak mümkün mü?
Ben bunu yapıyorum galiba. Yekta çok güzel bir yazı yazdı. Siyasetin kirli dilini geride bırakmak lafını bile ben, siyasetin kirli diline bulaşmamak için kullanmam. O ifadeyi kullandığında bile o çarkın içine giriyorsun. Bazı kelimelerden söz etmemek de buna dâhildir, o arınmakla ilgili. Mesela sevmediğim kimselerin resimlerini, kitaplarını, filmlerini etrafta bulundurmamaya çalışıyorum. Bu, bir arınma çalışmasıdır aslında.
Fakat Godard’ın dediği gibi sinema -veya daha geniş alalım- sanat, problemleri başka bir biçimde ortaya koymayı mümkün kılmaz mı? Yani, söz etmediğinde arınmak mümkün olur mu?
Evet, sanat problemleri başka biçimde ortaya koyar. Onlardan söz etmediğin zaman, onlar yok değil. Aslına bakarsan, ben çok politik yazılar yazdığıma inanıyorum. Alıntılar içinde de var politik şeyler, bazen Bedrufi de yazabilir. Bakarsan, bütün insanlık tarihi korkunç öldürmeler üzerine kurulmuş. Bunlara karşı dayanabilmek imkânsız gibi görünüyor. Ancak yapıtlar bugüne kadar kalıyor. Mesela bu yapıtları bizlere ulaştıran bir sürü insanın başına gelmeyen şey kalmadı. Ben buna Hollywood’da karalisteye alınmayı da, bir gazeteden atılmayı da, bıçaklanmayı da dâhil ediyorum. Beckett’in mesela bıçaklanmasını anlatırken söylediği, beni çok etkileyen bir anekdot vardır. Beckett mahkemede adama “Beni niye bıçakladın” diye soruyor. Adam “Bilmiyorum” diyor. Şimdi öyle bir soyut dünyada yaşıyorsun. Beckett belki de ölecekti orada, düşünsene...
Kitapta gerek hayatta, gerekse edebiyatta kahramanların hep bir eşiği, bir çizgiyi geçtiğinden bahsediyorsunuz. Bedrufi, böyle bir çizgiyi aşmış mıdır?
Onu zaman gösterir, ben de bilmiyorum. Bedrufi nereye kadar yaşar, bilmiyorum. Bir daha benim kitabıma girmek ister mi istemez mi, onu da bilmiyorum. Kitapta heyecanla yazılan, bazen ona atfettiğim veya onun lütfedip bana katkıda bulunduğu şeyler, nereye kadar nefes alır bilmiyorum. Fakat şunu biliyorum: Hayatı bir zamanda, bir mekânda yaşanıp biten bir şey olarak düşünmemek gerekiyor. Geçen yüzyıl ideolojiler ve savaşlar çağıydı. Peki geçen yüzyıl bitti mi? Biz hâlâ geçen yüzyılın tortuları içinde yaşıyoruz. Nesnelerin tamamlanması lazım. Mesela Auschwitz’i de sadece Almanya’da olan bir şey olarak düşünmemek gerekiyor. Auschwitz’in tortuları içinde yaşıyoruz hâlâ. Primo Levi, Auschwitz’de hayatta kalmasını anlatır ama aslında bir kampta hayatta kalmak üzerine konuşur insana. Dünyada kampa benzer başka yerler de var, biliyorsun.
Siz bugün Türkiye’de kendinizi bir kampta yaşıyor gibi mi hissediyorsunuz?
Valla kampın kontrolü şimdilik bende ama ne olacağını bilmiyorum. Kontrolü sende olan bir kampta yaşamak başka bir şey, seni belli saatte kaldırıp belli şeylere zorlayan bir kampta yaşamak başka bir şey. Aslında hayatın geneli, seni belli mecburiyetler içine sokan bir kamp olarak da görülebilir. Bunu yaşadığım alanlar, zamanlar oldu. Şimdi bundan kurtulmaya çalışıyorum. Her şeyin çizgisi de bana aitmiş gibi düşünüyorum; bunun için çok uğraşıyorum. Uymayan insanları da ondan sevmezler biliyor musun? Herkes uymayı kabul etmiştir çünkü, uymayanı dışlarlar, kabul etmezler.
Peki uyanlar mı ayakta kalır kendi yolunu bulanlar mı? Don Quiote için “Hayatta gittiği yolu gideceğe yere dönüştüren tek kişidir” diyorsunuz. Bir roman kahramanı kadar cesur yaşamak mümkün mü sizce?
Bir roman kahramanı kadar cesurca yaşamaya çalışıyoruz. Yaşam zaten bir cesaret işi galiba. Kendimle ilgili bir metafor var aklımda: Bir kâğıdı almışım elime, bir hikâye yazıyorum ve şu pencereden aşağı bırakıyorum. Ben anlatıyorum aslında ama nereye gittiğini bilmiyorum. Eğer senin kâğıdın ve yazdığın güçlüyse, gidiyor ve bir yerlere takılıyor, çok güçlü bir şeyse bir nehre varabilir, oradan bir göle, bir denize akabilir. Bugün bize gelen eserlerin hepsi de bu serüveni yaşamıştır. Ben onlardan biri miyim, değil miyim, benim yazdıklarım nereye kadar akacak gibi bir iddiam kesinlikle yok. Ben sadece bir kayık yapmaya çalışan bir adamım.
Sadece…?
Sadece. Burada mütevazı da değilim. Anlatımım mütevazı ama özünde bir cesaretim var ki o yazıyı pencereden dışarı bırakabiliyorum. Eğer inanmasam o yazıya, bunu yapmam. Burada inanç çok önemli; bir inançsızın ne kadar inançlı olabileceğini anlatan da bir cümle var burada galiba ve esas inanç bu işte. Herkesin inandığı bir şey değil, senin inandığın bir şey üzerinden yola çıkmak, yola çıkabilmek. Bireyciliğin veya kendin olmanın- belki ürkerek, belki korkarak belki de tamamen cesaretle tüm dünyaya kendi sunabilmenin sırrı burada yatabiliyor: Kendi inançlarına sarılabilmek, aldanmak pahasına. Düşünsene, Marcel Proust’un kitabını André Gide basmadı. Sadece Gide’e kalsaydı, belki de Proust’u okuyamayacaktık. Aldanmayanlar yanılır, diyor Lacan. Bayıldığım bir cümledir. Gerisini (Slavoj) Žižek’e bırakıyoruz; adam Lacan’ın patentini aldı biliyorsun. Başka kimse Lacan hakkında konuşamaz artık.
“İnsanlar, bazı roman kahramanlarının ruhsal durumunu doğru teşhis edebilmiş olsaydı, şimdi birçok üniversitede başka kitaplar okutulurdu” diyorsunuz. Bunu açar mısınız?
Çok ağır bir cümle. İyi yorumlanmadığına, iyi değerlendirilmediğine inanıyoruz bazı şeylerin. Müthiş kitaplar, o kitaplarda müthiş karakterler var ve onlar zaten hayatın özünü ortaya koyuyorlar. Bunları yanlış yorumlamak aslında acıklı bir şey. Bu romanlar yazılmasaydı; sadece hayata bıraksaydık hayatı, yani komşularımıza, arkadaşlarımıza bıraksaydık hayatı, eksik büyüyecektik. Roman öyle. Roman bitmiyor bir türlü. Ne anlatırsan anlat, Cervantes bitmiyor bir türlü. Her bilginin sonuna kadar gitmek gerekiyor. Okumadığım onlarca kitap var, onları okusam başka bir insan olacağımı, başka türlü konuşacağımı düşünüyorum. Bu anlamda hep bir eksiklik hissediyorum aslında. Kimsenin hiç eksiklik duymaması da bana çok tuhaf geliyor. Biz sanki boşuna sabahlıyoruz gibi bir duygu içine kapıldığın oluyor, eksiklik duymayanların rahatlığını görünce. Dışarı çıktığında, bambaşka bir dünya var aslında. Primo Levi, “Bazı insanlar seni ölümden alıkoyar” diyor. Bazı romanlar da bizi ölümden alıkoyar, buna inanıyorum.
Kayıt cihazını açmadan önce söylediklerinize geliyoruz sanırım: Rilke’nin dediği gibi, belki de bütün mesele dayanmaktır…
Dayanmak tabii. Şöyle bir mesele var: Senin bir insan olarak bütün haklarını elinde tutacak mekanizmalar icat edilebiliyor. O yüzden devamlı tetikte olmak zorundasın, her şey olabilir çünkü. Biri gelip, sana “Gel bakayım” diyebilir, pijamalarınla çamurlar içinde sürükleyebilir seni ve biraz sonra da asabilir. Çünkü bunların hepsi oldu. Bunların hepsini gördük. İnsanlık buraya kadar geldi. Bütün bunları insanlar yaptı ve çok yakın zamanda oldu bunlar. O yüzden insanlığın acı deneyimlerinin tortuları içinde yaşıyoruz, diyorum. Bugün sanki bunların hiçbiri olmamış gibi, sanki insanlık bir rüya görmüş gibi yaşıyoruz. Bunlara karşı ayakta tutacak bir şeyler yazıp çizmemiz gerekiyor. Bugün de başkaları başka kılıklarda bir şeyler yapıyor, başka mekanizmalar icat ediyor. Demek ki bütün bunlara karşı insanlar daha uyarılamamış. Demek ki dayanma psikozu içindeyiz.
Benim uğraştığım işler bu toplumda biraz soyut kalıyor, dediniz. Bugün Türkiye’de sanatla uğraşmak bir direniş biçimi midir?
Direniştir tabii ki. Benim karşı çıktığım şeyle senin karşı çıktığın şey aynı mıdır peki? Brian Eno’nun bir sözü var: Her nakarat aynı değildir. Nakarat dediğin zaten tanım olarak aynı olmak durumunda. Nasıl olmaz kardeşim, diyorsun. İşte biz o “Nasıl olmaz kardeşim”ler durumundayız. Onun ötesinde bir şey söylediğinde havadaymış gibi görünüyor. Aslında onlar havada ama o kadar kalabalıklar ki biz havada gibi görünüyoruz. Düşünsene; onların karşı çıktığı şeyler aslında onlar. O yüzden kuru siyaset veya çerçevelenmiş siyaset veya şuandaki parti psikozu bana hiç iç açıcı gelmiyor. Émile Zola’nın dediği gibi; oksijeni sevip de azota kızmam ben. Hepsi iç içe çünkü. Şimdi düşününce, doğru bir yolda olduğumu sanıyorum. Belki o bir patika, bir keçi yolu. Ama keçileri de severim ben; o yoldan giderim. Orada uçuruma yuvarlanmak gibi bir korkum da yoktur.
Kitaptan tadımlık okumak için tıklayın.