Zaven Biberyan’a memleket romanı ve edebiyatı içinde bir yer açmalıyız. Şahsi kanaatim, bunun zirvelerde bir yerde olması gerektiği yönünde, en, en büyüklerin yanında
21 Şubat 2019 11:00
"Dürüstçe itiraf etmem gerekirse, Ermenice yazdığım için pişmanım."
Zaven Biberyan, 3 Aralık 1962
Dostu Hrant Paluyan'a mektubundan
Zaven Biberyan’ın 1998'de Babam Aşkale'ye Gitmedi adıyla Türkçeye çevrilen romanı bir felaketi anlatıyordu. Hikâyenin odağında, İkinci Dünya Savaşı yıllarında memleketin gayrimüslimlerini maddi-manevi yıkıma uğratan Varlık Vergisi uygulaması başladığında, Aşkale’de kurulan çalışma kampına gönderildiği takdirde yaşayabileceği muhtemel bir kötü sondan kaçınmak için varını yoğunu satarak vergiyi ödeyen bir baba ve bu ani yoksullaşmanın getirdiği mevki kaybı nedeniyle paramparça olan bir aile vardı. Zulüm, çaresizlik, korku, öfke, yaşama tutunma, tutundum sanırken her şeyin ellerden kayıp gitmesi, dağılma, yere çakılma, oradan geri dönme umudu ve bir daha, bir daha parçalanma. Burada felaket Varlık Vergisi, felaketin içinden geçense Tarhanyan ailesi ve metin boyunca yaşadıklarını ânı ânına takip ettiğimiz oğulları Baret’ti. Roman, büyüktü, etkileyiciydi, has edebiyattı ve yazarının başyapıtı olarak kabul ediliyordu. Ancak dar bir okur grubu tarafından çok beğenilse ve büyük takdirle karşılansa da geniş bir kitleye ulaşmadı, hakkında çokça yazı çıkmadı, etraflıca tartışılmadı. Bugünse, Ermenice ilk tefrika edilişinin üzerinden tam 49, kitap olarak basılmasının üzerinden 35, Türkçeye ilk çevrilmesinin üzerinden 21 yıl geçtikten sonra yapılan yeni baskıda, romanın özgün Ermenice adı olan Karıncaların Günbatımı’nın itibarı iade edildi ve daha önce çevrilmemiş/varlığı fark edilmemiş bazı irili ufaklı pasajlar da metne eklendi. Bu yeni kitap, romanı, Zaven Biberyan’ı ve eserini, küçük harfli felaketleri ve büyük harfli Felaket’i, bunların doğasını ve insan üzerindeki etkilerini yeniden düşünmek için çok daha elverişli yollar seriyor önümüze. Hele bugün bütün bu meseleler hakkında 1998’dekine göre daha çok şey bildiğimiz hesaba katılırsa. Bu yolların belki de en ilginci ise, romanın Türkçe çevirisinin 21 yıl boyunca bir türlü doğru isim ve tam metinle yayımlanamaması hikâyesi ve daha çarpıcı olan da, bu hikâyenin romanın anlatmayı murat ettiği “şey”i doğrulayan, eninde sonunda Felaket’in kendisiyle ilişkili bir yönünün olması. Anlatacağım.
Karıncaların Günbatımı, İstanbullu tahsilli bir Ermeni genç olan Baret’in, gayrimüslimlere mahsus zorunlu 3,5 yıllık Nafıa askerliğinden döndüğü gün başlar. Üç buçuk yıl boyunca Anadolu’nun dört bir yanında taş kıran, yol yapan, doğanın ortasında çadırlarda kalıp sıtmayla, böceklerle, doğayla, çavuşların kötü muamelesiyle, sıla özlemiyle baş etmeye çalışan Baret’in eve dönüşünün bir vuslat sıcaklığı barındıracağını zannederiz, ancak aksine, buz gibi bir manzara çıkar karşımıza. Kapıyı çalan Baret, annesi Arus’u pencerede görür. Anne ise oğlunu tanımaz. İkisinin çoktan birbirinden koptuğunu hissettirir bu ilk sahne. Arus nihayet Baret’i tanıyıp koşa koşa merdivenlerden iner, kapıya varır, oğluna sarılmak ister, ancak aldığı cevap Baret’in kendi etrafına roman boyunca öreceği duvarın ilk tuğlasıdır:
“Dokunma, pislik içindeyim,” (…) “Bitliyim, dokunma.”
Baret ve Arus, anne ve oğul arasında roman boyunca açılacak ve neredeyse tek bir an bile kapanmayacak mesafe, sırf bu ikiliye mahsus değildir. Ana oğul, baba oğul, baba kız, karı koca, abla kardeş… Hepsinin arasında giderek uçurumlaşan boşluklar her birini yalnız, tehditkâr, giderek tekinsizleşen, anakaraya varışın neredeyse imkânsız olduğu birer adaya çevirecektir. Hiç de tesadüf sayılmayacak bir şekilde, Baret’in amcası Dırtad da zaten yıllardır adaya, Büyükada’ya, ailenin artık bir harabe hâlini almış konağına sığınmış, çilekeş keşişler gibi dünyadan elini eteğini çekmiştir. Savaş zamanı vurgunculukla, sonrasında ticarî oyunlarla devrinin adamı olmayı beceren, sürekli zenginleşip yükselen akrabaları Suren dışında ailede kimse için çıkış yok gibidir.
Baret hayalini kurduğu yuvaya kavuşacaktır kavuşmasına ama ortada ne eski anlamıyla yuva vardır ne de yuvanın sakinleri eskisi gibidir. Her şeye karşı ağır bir yabancılaşma yaşar. Neredeyse felçli gibidir; oradadır, vardır, nefes almakta, bir yerlere gidip gelmektedir, ancak sanki kendini akıntıya bırakmıştır – ne yapacağını, ne istediğini, ne hissettiğini bilemez, iradesini yitirmiştir âdeta. Dahası, salt bir alıcıya, kaydediciye dönüşmüş gibidir. Kendi sesi yoktur, pürdikkat izler, dinler, yorumlar fakat harekete geçmez, geçemez. Etrafındakilere karşı kendi fikrini, hâlini, ruhunu ortaya koymaz, koyamaz. Sadece kaydettiklerini bir kara delikmişçesine yutar ve yuttuklarını hiçbir şekilde sindirmeden, sindiremeden, kimi tepkileriyle kusar. Bu meyanda hayat ve İstanbul da onu kusmaktadır.
Biberyan evin içini ve aileyi daima bir cehennem olarak tasvir etti. Diğer romanları Yalnızlar ve Meteliksiz Âşıklar ’da da, daha sonra gelen Karıncaların Günbatımı’nda da aile, bütün fertlerinin mutsuzluğuna sebep olan, ama özellikle gençlerin yüreklerini daha en körpe çağlarında tüketen, onları dışa vurulamayan bir öfkeyle kör eden bir gayya kuyusudur. Burada, Biberyan’ın en iyi bildiği İstanbullu üst-orta sınıf Ermeni ailesinin ruhu kemiren riyakârlığının, fesatlığının, hesapçılığının lime lime edildiğini görürüz. Batı sanatından iyi tanıdığımız bir tahlili andırır bu işlem bir yönüyle: Burjuva ailesinin kirinin pasının, kötülüğünün ifşası. İstanbullu Ermenilerin burjuva/msı kesimi için aile, sınıf atlama veya refahı güvence altına alma temelinde yükselen sessiz ve geleneksel bir sözleşmenin sonucudur ve onların, sevginin hiç rol oynamadığı veya en azından köksüzlüğü nedeniyle bir sonraki kuşağa kadar taşınamadığı evlilikleri, neredeyse kaçınılmaz olarak, eşlerin birbirinden nefret ettiği, ancak maddi konfor alanlarından çıkmanın riskleri nedeniyle bozulması bir türlü düşünülmeyen zoraki birlikteliklere dönüşür. Biberyan kendisi de bu sınıfa aittir, o yüzden bu çevreyi çok içeriden bilir, ancak o sessiz sözleşmeyi bozup önce yazar, sonra komünist olmuş, bu yüzden de hayatı boyunca sınıfsal dışlanmaya, derkenarda kalmaya, güvencesizliğe mahkûm edilmiştir. Bu ailelerin çocuklarına hane içinde aktarılansa sevgisizlik, ebeveynler arası güç mücadelesinin itiş kakışı, yalan dolan ve bunun sonucu olarak da büyük bir hayal kırıklığı, anne-babaya yönelik öfke ve kin, isyan, inkâr veya apati hâlleridir. Biberyan, türlü şekillerde, edebiyatımızda örneklerini çok nadiren görebildiğimiz bir maharetle, iç sesler veya diyaloglarla, özellikle karşılıklı tartışma ve kavga sahneleriyle, kişisel patlama sekanslarıyla, histeri krizleriyle ve müthiş bir doğallıkla anlatmayı başardığı bu minik evrenle, kentli, orta ve üst sınıf ailenin ipliğini pazara çıkarır.
Bu analiz yanlış olmasa da eksiktir. Eksiktir, çünkü Biberyan’ın anlattığı, yaşadığı memleketin ferahfeza sahibi olan ve bu sahiplikten daha fazlasını da isteyen bildik tatminsiz burjuva ailesinden farklıdır. Onlar bir azınlık grubunun, dışlanmış, iç-düşman ilan edilmiş, lanetlenmiş bir grubun temsilcileridir. Yani sınıflarının temel ihtiyacına özgü bir güvenlik alanını yaratmaya ve onu korumaya ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, esasen toplumun en güvencesiz kesimidirler. Değerlerinin, birikimlerinin, kendilerine dair algılarının hepsi çürük bir zemin üzerindedir ve birilerinin iki dudağı arasındaki kaderleri, can ve mal güvenlikleri, bir yanılgıdan ibarettir. Üstelik her ne kadar unutmaya çalışsalar da, bu durumun daima farkındadırlar ve bu iç bilgi her hâllerine etki, günlük hayatlarının her ânına ise sirayet eder. Geçmişte kim bilir ailelerinden kimleri, neleri, nasıl, hangi koşullarda kaybetmiş, buna karşılık bir şekilde hayatta kalabilmiş, daha doğrusu öz memleketlerinde yaşama hakları, sadık vatandaşlar olmaları kaydıyla kendilerine bahşedilmiş, ve belki de en fenası, sürekli olarak yeni belaları beklemekle hayatları karabasana çevrilmiş Ermeni ailesidir karşımızdaki. Bu bekleme hâli ise Felaket’in devam ettiğini, hiç bitmediğini söyler Biberyan’ın eserlerinde bize. Felaket, onun hiç anmadığı S’li kelimenin kendisi değildir, onunla sınırlı hiç değildir; süresiz, sürekli, sonsuzdur. Üstelik Biberyan bütün bunları ortaya koyarken karakterlerine, etnik ya da dinî kimlikleri ve mağduriyetleri nedeniyle kurban muamelesi yapmaz, onlara acımaz ya da acındırmak için ajitasyon yapmaz, olanca soğukkanlılığıyla ruhlarının, bu arada kendi ruhunun da, derinlerine inmeye çalışır. Böylece okur da onun karakterlerini olabilecek en çıplak hâlleriyle görüp tanıyabilir.
Şüphesiz derin travmalar yaşamış bir ailedir Karıncalar’ın Tarhanyanları. Hiçbir şey olmadıysa, Varlık Vergisi nedeniyle neleri var neleri yoksa satmak zorunda kalmış, sınıfsal konumlarını, toplum içindeki mevkilerini kaybetmiş, bir daha da bellerini doğrultamamışlardır. Artık Gökyüzü Yolu’ndan masmavi denizi ve göğü keyifle izledikleri Mühürdar’da değil, güçbela başlarını sokabildikleri, her tarafı dökülen bir evde, sokakları çamurlu Kuşdili’nde oturmaktadırlar. Travmanın kaynağı dışarısıdır. Resmîsi ve siviliyle her türlü tehdit ve tehlike hemen eşiğin ötesindedir. Türkiye, İstanbul, yaşadıkları ülke, doğup yetiştikleri, memleket bildikleri yer, onlar için her an bir cehenneme dönüşme potansiyelini taşıdığını göstermiş, içinde bir türlü huzur bulamadıkları bir kafes hâlini almıştır. Ancak travmanın kaynağıyla, dışarıyla hesaplaşmak söz konusu dahi değildir. Hesaplaşmak öyle dehşetli, öyle korkutucu bir ihtimaldir ki, tahayyül dahi edilemez. Değil mi ki yaşama hakkı kendilerine âlîcenaplıkla lütfedilmiştir, susup akıllı uslu oturmaları gerekir. Çalışıp didinip o sahte güvenlik duygusunu sürekli olarak hissetmek için çaba göstermeleri gerekir. Dışarıya karşı nazik, sadık, anlayışlı, becerikli, itaatkâr olmaları gerekir. İyi komşular olmaları gerekir. Karıncalar gibi yeniden ve yeniden hayatı inşa etmeleri gerekir. Gerekir de gerekir.
O hâlde travmanın acısı, irini, zehri nereye akıtılacaktır? Bütün bu keder, bütün bu eziklik nasıl dışa vurulacaktır? Dışarıya yönelemeyen en yakındakine döner hâliyle. Önce eşe, kadınınki adama, adamınki kadına; sonra biraz büyüyüp ergenliğe varınca, dili sivrileşmeye başlayınca da çocuğa elbette.
Böylece, dış dünyada gerçek savaş bitip yeni ufuklar fırsatları değerlendirmeyi bilenlerin önünde çarşaf gibi açılırken, artık kimileri için bizatihi ev bir savaş alanına dönüşür. İş bilmez baba, karısı ve kızı tarafından reddedilir. İktidarsızdır artık. Dışarıda herkes işine bakmakta, devranını döndürmektedir ama onun devri geçmiştir, eski çarşı adamı itibarı tedavülden kalkalı çok olmuştur. Zamanın ruhunu kavrayanlar yükselmekte, mevki sahibi olmakta, para kazanmakta, hayatlarını yaşamakta, cemaat işlerinde önemli roller almaktadır. Baret annesinin ve ablasının babasına cephe aldığını şaşkınlıkla fark eder. Eve güç bela alınan şekerin, kahvenin dahi saklandığı eloğludur, yabancıdır artık baba. Hastalığına bile inanılmaz, oysa bir süre sonra tam da o inanılmayan hastalık nedeniyle ölecektir; zaten Aşkale’ye de kötüleşen sağlığı nedeniyle çalışma kampının şartlarına dayanamayacağı korkusuyla gitmemiş, bu tercihi nedeniyle de ailenin geleceğini düşünmeyen “bencil” bir baba olmakla suçlanmıştır. Baret evin içindeki düşmanca rüzgârlara kendini tamamen kaptırmasa da, babasına karşı kurulan cephede bir tür suç ortağına dönüşmektedir giderek. Babasının ölümüyle iyice suskunlaşır. Suçlulukla dolar ama bu ölümün asıl müsebbibi olarak annesini ve ablasını görür, onlara öfkelenir. Öfkesiyle ne yapacağını bilemez, çareyi kalıp mücadele etmekte, koşulları değiştirmeye çalışmakta değil, gitmekte bulur. Evden de, kariyer umuduyla bir heves girdiği ancak yükselebilmek için ruhunu satması gerektiğini kısa sürede anladığı işten de kaçar. Serbest düşüşle yitip gitmeye doğru yol alacağı arka sokaklarda bir dekadansa gömülür. Geride kalan anne ve kızsa, hasımsız yapamayacak ve bu kez birbirlerini yemeye başlayacak, birbirlerinin düşmanlığından aldıkları enerjiyle kendilerini de yok edecek girdaba doğru dörtnala savrulacaklardır.
Biberyan’ın daima erkek olan ana karakterleri, bunlara kahraman demek pek mümkün değildir, kadınlara çoğu zaman düşmanca davranırlar. Bastırılmış cinsel arzuları zaman zaman zembereğinden boşalır, ancak cinselliği duyguların ifadesi ve bir bırakış olarak değil, karşı cinsle aralarındaki sınırları daha net görmek ve zihinlerinde kurdukları hiyerarşiyi berkitmek ihtiyacıyla yaşarlar. Bu tahsilli adamlar muhakkak kendilerinden daha alt sınıftan ve daha cahil bir kadınla birlikte olurlar. Toplumsal statü ve eğitim bakımından denk olabilecekleri kadınlarla birlikte olmak onlar için ancak bir hayaldir ve huzursuzluk kaynağıdır; öylelerinin yanında lâl olur, çocuklaşırlar. Kadın onlar için ya karşısında ezildikleri ya da kendileri bazı kadınlar karşısında ezildikleri için ezmeleri gereken bir ezeli düşmandır.
Öfkelerini travmanın dıştaki kaynağına yöneltemeyen bu edilgen bireyler hane içinde birbirlerini hırsla yok etmeye yönelirken, bu oyunda yer almak istemez görünen erkek evlat, hanenin dışında ezebileceği ilk kadını bulur bulmaz, ondan karşı cinse, annesine, ablasına ve aslında her şeye ve herkese duyduğu nefretin acısını çıkarmaya koyulur. Alt sınıftan, içlerinde masum olanı her şeye rağmen korumakta olan bu genç kadınlar, Karıncaların Günbatımı’nın cahil, saf ve temiz Lula’sı gibi, Biberyan’ın çizdiği nadir olumlu kadın karakterlerdir. Ancak yazarın bu karakterlere yaklaşımının erkek egemen bakış açısıyla bir idealleştirme ve nesneleştirme olduğu, bu genç kadın karakterler misal biraz yaş alsa, evlense, çocuk yapsa, idealin kolayca çökeceği; dolayısıyla Lula’nın Baret’in öfke ve kinle dolu olduğu annesi Arus’la kolayca yer değiştirebileceği sezilebilir.
Lula’nın kendisine beslediği içten beğeniye ve hayranlığa, onun hislerine hiç önem vermeyen, sevmek kabiliyetine sahip olmayan Baret, kendisinden hamile kalan ve bu istenmeyen gebelikten kurtulmak için düşük yapmaya çalışan genç kadının bu sebepten öldüğünü öğrendiğinde sarsılır elbette, ancak bu dehşet verici olay karşısında bile, olan bitendeki payıyla yüzleşmek yerine, kendi kötülüğünün batağında hep daha derine dalmaya devam ederek daha da tarifsiz karanlıklara düşer. Buradan çıkış ise, hayatının elinden büsbütün kayacağını hissettiği anda topyekûn bir kaçışla olur ve Anadolu’nun doğusunda, bilmediğimiz ama Baret’in herhalde Nafıa askerliği döneminde tanıştığı bir yerde, yazarın bize çok küçük bazı ipuçları dışında açık etmediği bambaşka bir ortamda sonlanır –genç adamın bu gizemli doğu macerası başka bir romanın konusu olabilirdi pekâlâ. Baret uzun zaman sonra bu gönüllü sürgünden döndüğünde onun biraz olsun toparladığını, başka hâllerin tavında dövülüp sadeleşip sertleştiğini hissederiz, ancak bu da ancak aklını yitirmeden hayatta kalmasına yetecek, ağır vurgun yemiş bir ruh olarak hayatını sürdürebileceği kadar bir tutunmadır muhtemelen.
Karıncaların Günbatımı’nda karıncaların, yani roman karakterlerinin ve onların temsil ettiklerinin günbatımı, geri dönüşü olmayan, alacakaranlıksız, şafaksız, sabahında güneşin doğmayacağı bir günbatımıdır, bir günbatımı kısır döngüsüdür. Bunu romanın sonundaki, karanlığın içinden yeni bir felaketin doğmakta olduğunu haber veren satırlarla anlarız. Can ve maldan gene gidecek, daha kanayan yaralar iyileşmeden travmalar zincirine bir yenisi daha eklenecek, ruhlar ve aileler ve daha pek çok şey bir kez daha parçalanacaktır. Kaçış yoktur. Felaket’tir ruhları biçimlerinden, onunla da onsuz da olunamayan, görece sakin zamanları, barış içinde, huzurlu anları bile zehirleyen.
1921 Çengelköy doğumlu Zaven Biberyan, daha sonra ailesiyle Kadıköy’e taşındı ve orada büyüdü, ömrünün sonuna kadar da orada yaşadı. Dibar Grtaran Ermeni, Saint Joseph Fransız okullarında okudu. Onu şekillendiren dil daha ziyade Fransızcaydı. Çocukluğundan itibaren, 20 yaşına dek, kendi deyimiyle “çöp sepetini boylamaya layık” Fransızca romanlar yazdı. 1940’ta, 19 yaşındayken, muhtemelen ülkede gittikçe artan Ermeni düşmanlığından ve ufukta görünmeye başlayan kötülüklerden kaçmak için yurt dışına çıktı, ancak daha Bulgaristan’dayken Nazilerin ülkeyi işgal etmeye başlaması üzerine memlekete döndü. 1941’den 1944’e 42 ay, tıpkı Karıncalar’ın Baret’i gibi, kendisi gibi 20 ilâ 45 yaş arasındaki Ermeni, Rum, Yahudi erkekleriyle birlikte Nafıa takımlarında askerlik yaptı. 1962’de, Fransa’da yaşayan yazar dostu Hrant Paluyan’a yazdığı, yaşam öyküsünü aktaran mektupta bu dönemi şöyle anlatacaktır:
“Anadolu dağlarında, İzmir’den Gürcistan sınırına, Karadeniz’den Adana’ya ve Hatay’a 42 ay. Hep çadır altında. Tabiatla, açlıkla, tropical malaria’yla boğuşarak. Bu üç buçuk seneye çok acıyorum. Gençliğimin en güzel üç buçuk senesi, yaban dağlarda ve ormanlarda [geçti].”
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda ülkede esen göreli özgürlük ortamında, genç kuşaktan bir grup Ermeni bir araya gelerek sosyalist fikirleri savunan Nor or (Yeni Gün) gazetesini çıkarmaya başladılar. Biberyan, Nafıa günlerinde Fransızcayı bırakmış, inatla çalışarak, sözlükten her kelimenin imlasını kontrol ederek ilerlettiği Ermeniceyle yazmaya başlamıştı. Tüm bu inadına rağmen, sonradan bu kararından ötürü pişmanlık duyduğunu söyleyecekti. Keskin kalemi ve çalışkanlığıyla Nor or grubunun en dikkat çekenlerinden biri oldu. Ancak ülkede birden esmeye başlayan özgürlük rüzgârı iktidarı rahatsız ettiğinden, Nor or, aynı dönemde yayıma başlayan Türkçe sol gazeteler ve sendikalarla birlikte kapatıldı. Biberyan ve onun gibi muhalif çizgideki pek çok Ermeni yazar ve sanatçı hapse girdi –talihin pek de cilve denemeyecek bir cilvesiyle, Ermenilerden gasp edilen bir mülk olan Sanasaryan binasında– işkence gördü, soruşturmalara uğradı. Bu isimlerin pek çoğu –Vartan, Mari ve Jak İhmalyan, Aram Pehlivanyan, Barkev Şamikyan, Hayk ve Anjel Açıkgöz, S. K. Zanku gibi– yurt dışına göç etmek zorunda kaldı. Bu göçler, İstanbul’da üretilen ve 1915’ten sonra ilk kez canlanmaya başlayan Ermenice edebiyat damarına büyük bir darbe vurdu, âdeta onun özsuyunu kesti. Siyasî olaraksa, İstanbul Ermeni toplumu içerisinde Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra ilk kez yükselen bu muhalif ses daha olgunlaşma fırsatı bulamadan susturulacak, orada bastırılan özgürlükçü ruh akacak mecrasını ancak 50 yıl sonra, Agos’la bulacaktı. Burada, Agos’a can veren Hrant Dink’in katlinin ne tür bir devamlılığa işaret ettiğini de hatırlamalı elbette.
Biberyan’ın sonraki yaşamı ise yazmaya yazgılı bir entelektüelin, ülkesinin gidişatına paralel seyreden hikâyesini anlatır. Hiç de hoş duygularla anmayacağı Lübnan sürgünü, siyasî ortamın yumuşamasıyla 1953’te memlekete dönüş, hemen arkasından gelen 6-7 Eylül, 27 Mayıs darbeleri. Kitapları Lıgırdadzı-Yalnızlar (roman, 1959), Dzovı-Deniz (öykü, 1961) ve Angudi siraharner-Meteliksiz Âşıklar’ın (roman, 1962) yayımlanması. 1960’larda TİP’ten milletvekili adaylığı, seçilemeyiş, yine TİP’ten Belediye Meclis üyesi olarak seçilmesi, geçim sıkıntısıyla türlü işlere giriş ve çıkış. Sonradan başyapıtı olarak kabul edilecek Mrçünneru verçaluysı’nın, yani Karıncaların Günbatımı’nın Jamanak gazetesinde tefrika edilmesi (1970). Üzerine gelen 12 Mart darbesinin ardından romanın kitap olarak basılamaması ve takip eden uzun bir suskunluk dönemi. O dönemde herhalde salt entelektüel meraktan değil aynı zamanda geçim derdiyle de Fransızcadan ve İngilizceden yaptığı çeviriler. Oyuncakçılıktan Mahmutpaşa’da açtığı tezgâhta kadın iç çamaşırı satmaya uzanan küçük ticarî girişimler ve 12 Eylül darbesinden sonra gelen –pek manidar!– ülser hastalığı sonucunda 1984’te 63 yaşında hayata veda.
Paluyan’a yazdığı mektupta, 1962’de, “Dürüstçe itiraf etmem gerekirse, Ermenice yazdığım için pişmanım” diyecekti Biberyan. Fransızcayla başladığı yazarlığa, “Ermeni olduğuma göre Ermenice yazmalıyım” diye düşünerek girmişti. Sonuç, artık neredeyse kimsenin okumadığı, kimsenin göremeyeceği, kimsenin yazdıklarını tartışamayacağı bir dilde ürettiği ve her biri başyapıt mertebesindeki kitaplar oldu. Karınca gibi çalışmasına rağmen yeteneğine tezat oluşturacak kadar az üretebildi. Ülkesine bağlılığını, siyasî mücadelesinde, yurt dışına göç etmeyi düşünmemesinde, Türkçeye çeviriler yapmasında, her şeye rağmen Türkiye ve Türklerle bir diyalog kanalı aramak arzusunda görmek mümkün. Ancak bulunduğu ortam Ermenice yazan, üstelik onun deşmek istediği temaları ele alan bir Ermeni yazarı, o ne kadar iyi yazarsa yazsın, dinlemeye hazır değildi. Bunun nedeni öncelikle kimliğinde yatıyordu. Tıpkı romanın sonlarında Baret’le ilgili söylediği gibi, Biberyan için, yazmaya Fransızca başlasa da, sonradan Ermeniceye dönse de, en sonunda bu kararından ötürü pişmanlık duysa da, “Ermeni olmamanın daha iyi olduğunu fark e[tse de]”… “Ermeni olmamak imkânsızdı.”
Tüm bu içinden çıkılmaz çembere karşın, Biberyan’ın yazmaktaki ve siyasî mücadele vermekteki inadı cevher değerinde görünüyor gözüme. Kendini zaten doğal olarak kavgalı olduğu Ermeni çevresinin içine hapsetmemesi, Türkiye entelijansiyasıyla, sol hareketle yan yana olma inadı. Yaptığı çeviriler, Cağaloğlu’nda yayıncılık çevresiyle içli dışlılığı, İstanbul’da kalmakta diretmesi. Tüm bunlar, onu sadece bir yazar değil, aynı zamanda inatçı bir muhalif, bir direnişçi yapıyordu. Amma velakin yakın olduğu çevrelerde, kim onun Ermenice roman yazdığından haberdardı acaba? Ya da ne yazdığını merak eden var mıydı? Üretmek, konuşmak, susmamak isteyen, suskunluğunu dağıtması için onunla dayanışan? Bu minvaldeki pek çok sorunun cevabının olumlu olmadığını biliyoruz ne yazık ki.
Tanıyanlar, Biberyan’ın iletişim kurulması zor, geçimsiz biri olduğunu söylüyor. Romanlarının baş erkek karakterleri gibi tıpkı. Üç buçuk yıl Anadolu’nun dört bir yanında taş kıran, Varlık Vergisi’ni yaşayan, hapse düşen, işkence gören, sürgünlüğü bilen, 6-7 Eylül’ü, üç darbeyi tecrübe eden, her defasında yine ve yeniden yenilen, yine ve yeniden hayal kırıklığına uğrayan bir adam geçimsiz olmayacaktı da ne olacaktı? Biberyan’ın hayatı, tıpkı romanlarında işlediği karakterler gibi, Felaket sonrası parçalanmışlığın travmasını benliğinde taşıyan, yaşananların inkâr edildiği, ötekileştirme ve düşmanlık ortamında doğup büyüdüğü, kendisine dünya görüşü ve kimliği nedeniyle sürekli zulmeden memleketine yabancılaşmama mücadelesi veren ve ruhunda bunun gerilimlerini, iniş çıkışlarını, savrulmalarını yaşayan bir entelektüelin portresidir en çok.
Mrçünneru verçaluysı, 1970’te Jamanak’ta 294 sayı boyunca tefrika edildi. Kitaplaştırılacaktı da, ancak üstüne 12 Mart günleri geldi ve Biberyan romanını kitap olarak bastıramadı. Buna karşılık, arşivlediği nüshaları mücellite vererek, tefrika kupürlerini 10 nüsha hâlinde ciltletti, böylece bir kitap maketi oluşturdu ve bunların bazılarını imzalayarak dostlarına hediye etti. Roman unutulmasın, gazetenin sayfaları arasında tozlanmasın, hiç değilse yazının, çizinin değerini bilen birilerinin kitaplığına girsin diye. Aras’ta bu tefrika-maket-kitaplardan biri var, kalem arkadaşı –sonradan, ilerlemiş yaşında Agos’un kurucularından olacak– Rupen Maşoyan’a ve eşi eğitimci Şoğer adına imzalanmış olarak. Biberyan’ın Sisifosvari çabasında kayanın dağın eteklerine yuvarlandığı anlardan birinin cisimleşmiş hâli olarak yıllardır mahzun duruyor kitaplığımızın raflarında.
Bu noktada bir şeyler canına tak etmiş, işler rayından iyice çıkmış olacak ki Biberyan ömrünün geri kalanında yazı çizi namına elimize ulaşan bir şey bırakmadı. Sonraki yıllarda sağlığı giderek kötüleşti. Ölüm döşeğindeyken, ona son bir sürpriz yapmak isteyen bir grup edebiyatsever kadın, Mrçünneru verçaluysı’nı kitap hâline getirme işine girişti ve Biberyan ölümünden çok kısa bir süre önce romanını kitap olarak eline alabildi. Ne kadar mutlu olduğunu tahmin edebiliriz, ancak ne yazık ki çok geç gelen bir mutluluktu bu. Kısa bir süre sonra, 4 Ekim 1984’te hayatını kaybetti ve Şişli Ermeni Mezarlığı’nın aydınlar bölümüne gömüldü.
Biberyan’a o tatlı sürprizi yapan, bu sayede kitabın bugünlere ulaşmasını sağlayan, ona ve romanına değer veren bu kişiler, malum korkularla, metinden kimi pasajları çıkarmışlardı. Özellikle 1915’le, Felaket’le veya güncel siyasî göndermelerle ilgili bu pasajların kitaba alınmaması hasta yatağındaki Zaven Biberyan’ın bilgisi dâhilinde miydi, onun bu müdahalelere onayı var mıydı, bilmiyoruz. Ancak her halükârda metne bir sansür –belki de otosansür– uygulandığı kesin. Böylece roman, 1984’te, daha önce tefrika edildiği hâlden farklı bir şekilde yayımlanmış oldu. 1998’te Aras tarafından Türkçeye yaptırılan çeviri de, metnin kitaplaşmış hâlinden, bu makaslama işleminden bihaber gerçekleşti. Çıkarılan bölümlerden biri, tek bir cümleydi ve roman karakterlerinin ülkede siyasî ortamın gerginleşmesi nedeniyle başlarına geleceklerden korkmasıyla ilgiliydi:
“Sonunda bizim başımıza patlayacak, elimizde son kalanlar da gidecek.”
Anlaşılan o ki, bu ve benzeri bölümlerin sansürlenmesinde, “Sonunda bizim başımıza patla(r), elimizde son kalanlar da gide(r)” kaygısı rol oynamıştı. O basmakalıp soru akla düşmüyor değil: Hayat mı romanı, roman mı hayatı tekrar ediyordu acaba? Bu bölümlerin çıkarılması, romanın bağlandığı noktanın bir bakıma havada kalmasına neden oluyor, metinden bir hayli şey aşındırıyordu. Daima başa gelebilecek kötü bir şey beklemek, kendini asla güven içinde hissedememek ve yeni bir felaket olmadan varlığına anlam katamamak temalarının altının çizilmesini engelleyen bu kesintiler, romanın 6 Eylül 1955’i 7 Eylül’e bağlayan akşamda, karıncaların günbatımında, şehrin bir yerlerinden duman ve gürültü yükselirken son bulduğu gerçeğini de muğlaklaştırıyor, olayların ve onların yarattığı duyguların çerçevesini belirsizleştiriyordu.
Sonuçta romanı Türkçe okuyanlar, bu pasajların yokluğunda romanı yorumlarken, metnin asıl vurucu yanından bihaber kaldılar. Türkçe çevirideki bir başka büyük müdahale ise, kitabın özgün adıyla değil, Babam Aşkale’ye Gitmedi başlığıyla yayımlanması oldu. O dönem Yılmaz Karakoyunlu’nun romanı Salkım Hanım'ın Taneleri ve Tomris Giritlioğlu’nun romandan uyarlanan filmi nedeniyle Varlık Vergisi kamuoyunda yoğun bir şekilde tartışılıyordu. Aras da, tanınmayan bir Ermeni yazarın Türkçede ilk kez basılacak romanının bilinir hâle gelmesinde bu tartışmanın güncelliğinin bir yararı olacağı düşüncesiyle kitaba bu başlığı uygun gördü. Ancak bu tercih ve kitabın sunuluş şekli, romanın anlam dünyasının Varlık Vergisi’yle sınırlandırılması sonucunu doğurdu ve metnin katmanlı yapısının fark ve deşifre edilmesini engelleyici bir durum yarattı. Böylece Biberyan’ın romanına, iyi niyetle de olsa kötü sonuç veren bir müdahale daha gerçekleşmiş oldu.
Türkçe çevirinin yayımlanmasından sonra, meselenin arka planını iyi bilen bir dostumuz tefrika metinle basılı Ermenice kitap arasındaki farklılıklara –sansüre– dikkat çektiğinde, şaşırıp üzülsek de hayretlere düştüğümüz söylenemezdi. Çünkü bizler de dâhil olmak üzere Cumhuriyet tarihi boyunca kalem işleriyle uğraşan tüm Ermeniler için, söylenebileceklere ve söylenebileceklerin nasıl söyleneceğine dair sınırlar daima mevcuttu. Ancak zamanlar giderek değişmiş, Türkiye bir kez daha göreli –kahretsin, hep göreli!– bir özgürlük ortamına doğru yol almıştı ve hem bu yüzden hem de Biberyan’ın anısına saygı gereği, kitabın 2007’de yaptığımız Ermenice baskısında, tefrika edilen metni esas alarak romanı ilk kez eksiksiz yayımlamış olduk. Nihayet demeli sanırım.
Ama iş burada bitmiyor, bundan sonra yapılacak Türkçe baskının da bu metin temel alınarak eksiksiz bir biçimde gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Bu yönde çalışıldı da, ancak bir tutukluk sonucu –yoksa lapsus mu demeli?– kitaptan çıkarılmış olan altı pasajdan sadece dördü Türkçe metne eklendi. Böylece, az önce alıntıladığım tek cümle ile kitabın sonunda yer alan ve romanın temel derdi açısından hayatî önem taşıyan aşağıdaki pasaj unutuldu. Türkçede 2013’te ve hâlâ Babam Aşkale’ye Gitmedi adıyla yapılan bu baskı, böylece tam metin olma fırsatını kaçırdı, ancak neyi kaçırdığının farkında değildi.
“Dün Varlık, bugün Kıbrıs, yarın başka bir şey. Ama mutlaka 'başımıza patlayacak' bir 'felaket'. 'Altından bir şeyler çıkacak' bir şey. Onu rahatsız eden şuydu, […] Bütün o seneler boyunca Ermeni olmanın ne anlama geldiğini unutmuştu şüphesiz. Şimdi hatırlamaya ve ilk sarsıntıyı atlatır atlatmaz, bunun ne anlama geldiğini anlamaya başlıyordu. İstemeden, yine Ermeni kimliğine bürünüyordu. […] 'Er-meni olmamanın' daha iyi olduğunu fark ediyordu. Ama Ermeni olmamak imkânsızdı.
[…] Belki sorun tam da buradaydı, çok rahattılar ve bu kadar rahatlığa alışık değillerdi, bir felaketin yakınlığı daima günlerini kemiriyordu. Kazanıyorlardı, yiyorlardı, içiyorlardı, eğleniyorlardı ama sanki batan bir gemideymişler gibi bir acelecilik vardı bu yaşayışta. Her an bir şey bekliyorlardı. Bir karışıklık. Ve şimdi on sene öncesine göre daha çok korkuyorlardı. Çünkü hallerinden memnundular ve bir şeyin değişmesini istemiyorlardı.
“Alıştık Arus Hanım… Felaket…”
Felaket olmadan rahat değillerdi. Hayatlarının bir unsuru eksikti. Bir şey bekliyorlardı. Çünkü sonsuza dek felaketsiz, tekdüze bir hayatı hayal edemiyorlardı. On sene çoktu.”
Bu “unutkanlığı”, suskunlaştırılmış, sessizleştirilmiş, bunu olağan hâl olarak kabullenmiş zihinlerin, bu alışkanlığı bozmak, bir şeylere meydan okumak, ses yükseltmek amacıyla hareket ederken dahi ne kadar zorlandığına, kabukları kırmanın ne büyük çaba gerektirdiğine dair bir örnek olarak mı kabul etmeli? Bir kere suskunlaşan, sesini kesmeyi kabul eden, aksi yönde davranmanın tehlike doğuracağını bilen ve bunu içselleştiren, artık konuşmaya karar verse bile sesi ilk anda kesik kesik çıkar. Karıncalar’ın susturulmuş bölümlerinin üzerindeki örtüyü kaldırırken editoryal hataya düşmekte, metni bir türlü ilk hâline getirip eksiksiz, olduğu gibi ortaya çıkarmayı beceremeyişimizdeki sakarlıkta, türlü bastırmışlıklarımızın etkisi var gibi geliyor bana. Felaket’in ve felaketlerin orada, hep yanı başımızda olduğuna dair bir korkunun, bizleri biçimlendiren ve en cesur hâlimizde bile işte kimi zaman böyle paralize eden o lanet korkunun.
2017’de, bu kez Zaven Biberyan’ın ilk romanı Meteliksiz Âşıklar’ı Türkçeye çevirdik ve Felaket ve Felaket’i anlatmanın imkânsızlığı üzerine çalışmalarıyla tanınan, bu literatürün gelişmesine büyük katkıda bulunan, Sabancı Üniversitesi’nin davetiyle İstanbul’a gelip bu meselede pek çoğumuzun ufkunu açan edebiyat profesörü Marc Nichanian’dan kitaba bir önsöz yazmasını istedik. Nichanian aynı zamanda, 1985’te, Paris’te yayımlanan Haraç gazetesinde Mrçünneru verçaluysı hakkında ilk eleştiriyi yazan ve romanın önemine dikkat çeken kişiydi. Meteliksiz Âşıklar’a yazdığı önsözde de, Biberyan’ın romanında Felaket’in etkilerini anlatırken Karıncalar’dan bir alıntı yaptı. Metnin Ermenicesinden yaptığı bu alıntıyı, eksiksiz yayımladığımızı sandığımız Türkçe 2013 baskısında bulup yazının içine yerleştirmek üzere kitabın sayfalarını çevirmeye başladığımızda, Nichanian’ın alıntıladığı pasajın metinde olmadığını gördük. Yoktu. Daha doğrusu Ermenicede vardı ama Türkçede yoktu. Türkiye’de değil Fransa’da doğup büyümüş ve Ermenice okuyan bir araştırmacının metnin anlamını kavramaya çalışırken birincil önem atfettiği bu bölüm, Türkçe okuyanlar için de, belli ki biz Türkiyeli Ermeniler için de hâlihazırda mevcut değildi.
Velhasıl, bu alıntıyı Ermenice metinden çevirerek ilk kez Meteliksiz Âşıklar için kaleme alınan önsözde yayımlamış olduk ve o günlerde yaptığımız yazı işleri toplantılarında da, bir dahaki Türkçe baskıyı, tefrika metinle Ermenice kitap metnini sıkı sıkıya karşılaştırarak yapmaya karar verdik. Sonuçta, bugün artık kitabevlerinde ulaşılabilir olan ve artık gerçekten eksiksiz olduğunu umduğumuz kitaba ulaştık. Bu baskıyı yaparken de, metni artık Varlık Vergisi ve Aşkale çerçevesiyle sınırlandırmanın doğru olmadığını, özellikle yeni eklenen pasajların yaptığı vurguların Karıncaların Günbatımı adının anlamını çok bariz bir şekilde ortaya çıkardığını düşünerek, romana özgün adını iade ettik. Bir yayıncılık vebali olarak, kitabın girişinde burada uzun uzadıya anlattığım süreci özetledik, sonunda da 2013 ve 2019 baskılarında metne eklediğimiz kısımları ayrıca listeledik.
Bütün bunları, salt editoryal beceriksizliğimize dair bir özeleştiri olsun diye anlatmadım –bunun gerekliliği aşikâr olsa da. Muradım, Felaket’in ve felaketlerin insana, hayata, kadına, erkeğe, aileye, topluma ne yaptığını anlamayı ve anlatmayı amaç edinen bir yazarın yaşam öyküsünün ve onun eserinin de aynı Felaket ve Felaket sonrası ortam tarafından şekillendiği ve onun suskunluğu parçalayarak anlatmaya cüret ettiklerinin de, kaçınılmaz olarak yine aynı Felaket sonrası ortam tarafından şekillendirilmiş bizler tarafından okunduğu ve algılandığı için, anlatının, hikâyenin ve hayatın bir noktadan sonra ister istemez yeniden kendi içine, kendini başka şekillerde de olsa tekrar etmek üzere döndüğü ve bu kısır döngünün Felaket’in sonuçlarını, yarasını, acısını, travmasını, bütün bunların anlatılamazlığını bir kez daha teyit etmekten başka gidecek yol bulamadığını söylemek.[1]
Yaşanan, yine bir günbatımı kısır döngüsüydü. Dilsizleşmiş Baret’e, sadece gözleyerek ve dinleyerek varolabilen, nihayetinde kaçıp giden Baret’e karşın, yazmaya, anlatmaya kalkışan, her şeye rağmen anlaşılacağına dair bir umut besleyen, gitmeyen, kaçmayan Biberyan’ın defalarca kez uğradığı yenilgi, ömrü boyunca neredeyse muhatapsız bir diyalogu sürdürmek zorunda kalması, arkası kesilmeyen karabasanlar öyle bir tekrar hâlini alıyordu ki, onun ölümünden, kitabının Türkçeye çevrilmesinden, yeni yeni baskılar yapmasından sonra bile ona asıl sözünü söyletecek cümleler, satırlar, paragraflar, sayfalar dilsizleştiriliyor, suskunlaştırılıyor, buhar olup uçuyor, üstelik bunun farkında bile olunmayabiliyordu.
Buradan bir çıkış var mı peki? Bilmiyorum. Cebimizde galiba sadece, Zaven Biberyan bir yazar olduğuna göre, yazmaktan başka bir çıkış yolu bulamadığına göre, onun dinlenmek, duyulmak, okunmak, anlaşılmak istediği bilgisi var. Sadece bir yazar olarak değil, bir insan olarak da. Onu anlamanın yolu da artık maalesef sadece eserini okumaktan geçiyor. Onunla, eseri yoluyla konuşmaktan, onu tartışmaktan. Bu noktada ise sadece bir insanı anlamak, ona karşı empati geliştirmek gibi etiğin mevzusu olabilecek bir yükümlülükten söz etmiyoruz. Edebî eserden, çok iyi yazılmış üç romandan, bu yılın sonlarına doğru Türkçesini basacağımız öykülerden ve önümüzdeki yıl Türkçeye çevrilecek 800 küsur sayfalık Fransızca bir otobiyografiden söz ediyoruz. Kuşkusuz daha başka koşullar altında yaşasaydı çok daha üretken olabilecek bir yazarın, her şeye rağmen göz ardı edilemeyecek mirasından.
Son söz yerine, yazıyı şöyle bağlamak isterim. Zaven Biberyan’a memleket romanı ve edebiyatı içinde bir yer açmalıyız. Şahsi kanaatim, bunun zirvelerde bir yerde olması gerektiği yönünde, en, en büyüklerin yanında. Ama büyüklük, cesamet çok da önemli değil, önemli olan bir yer olması. Belki Baret’in dönüp yerinde bulamadığı yuvayı telafi edecek bir yer. 2000 yılında, kitap fuarı için gittiğim Ankara’nın itibarlı kitabevlerinden birinde, onun Yalnızlar’ını “Dünya Edebiyatı” raflarında görmüş, burada kalmak için inatla ve ısrarla direnen, üstelik Yalnızlar’ı da Ermeniceden bir başkasına çevirtmeyen, kendisi Türkçe olarak yeniden yazan Biberyan’ın yabancı görülmesine kederlenmiştim. Biberyan bence de dünya çapında bir yazar, ancak onun önce kendi ülkesinin kitaplığında hak ettiği yeri alması gerekiyor. Dilerim Karıncaların Günbatımı buna vesile olur.
[1] Yazıyı okuttuğum arkadaşlarım, bu paragrafın metnin en kritik bölümü olduğunu, ancak son cümlenin çok uzun ve zor anlaşılır olduğunu, burayı yeniden ele almamın iyi olacağını söylediler. Çok haklılar. Ancak burayı açmaya, daha anlaşılır kılmaya, daha düzgün cümlelerle ifade etmeye çalışırsam bunu hem beceremeyeceğimden hem de derdimi daha da kötü anlatacağımdan korktuğum için, olduğu, ilk yazdığım gibi bıraktım. Buraya kadar okumaya sabrettiyseniz, neyi kastettiğimi iyi kötü anlarsınız diye umuyorum.