Oto-karantina ya da kendi OHAL’imiz?                        

"Bu küresel-biyolojik salgın karşısında ne yapacağımızı, ne yazacağımızı, nereden başlayacağımızı şaşırmış durumdayız. Yeni bir dönem bu ve daha önceki salgın anlatılarına sığmayan bir şeyler var burada."

02 Nisan 2020 16:44

Corona salgını nedeniyle garip, ‘olağanüstü’ (ya da ‘istisnai’) günlerden geçiyoruz, orası kesin. Ama buralarda (ya da coğrafyayı romantize eden o eski yazılarda hep dendiği gibi: ‘bu topraklarda’) OHAL lafı pek de istisnai değil, istisnanın kural haline getirilmesi için birçok vakanın kullanıldığı ve hatta yaratıldığı bu ülkede. Tarihin bir tanığı olarak edebiyata bakacak olursak, olağanüstü hal dönemlerini anlatan birçok ‘politik’ anlatı var, ilk akla gelenler: Gizli Emir (Melih Cevdet Anday), Gece (Bilge Karasu), Sessiz Ev (Orhan Pamuk), Gece Dersleri (Latife Tekin)… Daha yakın tarihli olanları Sürüklenme (Latife Tekin) ya da 2000 sonrası edebiyattan Resul (Hüseyin Kıran) veya Spinoza’nın Günlüğü (Şener Özmen). Bu liste çoğaltılabilir ve çoğaldıkça da aslında buralarda OHAL denen şeye ne kadar alışık olduğumuzu daha net görürüz. Bunlar bizim edebiyatta siyasi olağanüstü hal dönemlerini, adını söyleyelim çoğunlukla ‘darbe’ dönemlerini anlatan kitaplar. Bunlara ek olarak Ebru Ojen’in birkaç yıl önce çıkan ve bir kimyasal distopyayı anlattığı, devlet ile literal anlamda biyo-politika –ve evet, ‘virüsler’– arasındaki bağları gösteren Aşı’yı da not edebiliriz. Bu kitaplardan bu Corona günlerinde daha yakından alakalı olan iki kitabı da öne çıkarabiliriz: dünyanın herhangi bir yerinde yaşanmış olabilecek bir OHAL’in anatomisini çıkaran Kafkaesk-distopik Gizli Emir ve dünya çapında bir felaket manzarasını ve enternasyonal bağları anlatan Sürüklenme.  

Şu anda yaşanan şeyin iki temel terimi var: Küresel bir medikal-biyolojik durum ve olağanüstü hal. Bilhassa da Amerikan usulü distopyaların çok sevdiği bir formüldür bu. Bir salgın, bir virüs, bir uzaylı benzeri öteki gelir ve dünyanın düzenini alt üst ederek “herkesi” tehdit eder. Zaten salgının İngilizcesi olan ‘pandemi’nin de kökeninde bir ‘pan’ var. Latinceye dayanan etimoloji bunu açıkça gösteriyor: pan (hepsi) + demos (halk, insanlar), yani bütün insanları tehdit eden şey. Bu pandemilerde de genelde bir Amerikanvari kurtarıcı (Mesih fantezisi) çıkar ve işleri halleder. Ama şimdi böyle bir kurtarıcı yok, bu küresel-biyolojik salgın karşısında ne yapacağımızı, ne yazacağımızı, nereden başlayacağımızı şaşırmış durumdayız. Yeni bir dönem bu ve daha önceki salgın anlatılarına sığmayan bir şeyler var burada.[i]

Daha birçok mesele üzerine yazılabilecekken beni bu OHAL yazısını yazmaya teşvik eden şey, OHAL ilanı konusunda pek maharetli olduğu bilinen ‘kadir-i mutlak’ devletimizden gelen o akıllara durgunluk veren açıklama oldu: “Kendi OHAL’inizi ilan edin.” Oldu, peki, ama nasıl?

Kelimelerin tarihçesi vardır ve bu ‘topraklarda’ bu kelime çok hassas bir tele dokunur. OHAL lafına hassasiyet geliştirmek için eski kuşağın iyi bildiği darbeleri görmüş ya da hatta 90’ları bile yaşamış olmak gerekmiyor. 15 Temmuz sonrası uzunca bir süre bütün ülkede OHAL var idi, bu sayede devletimiz sağolsun, yeni nesli de (coğrafya ayırt etmeksizin) bu şahane uygulamayla tanıştırdı. Anakronik devlet yapısı OHAL’i o kadar ‘çağdaş’ bir mesele haline getirdi ki bir ‘OHAL app’i çıksa kimse şaşırmazdı. Bu akıl almaz öneri Ekşi Sözlük’e bir ‘başlık’ olarak girmiş bile, ‘entry’ler öfkeli gençlerin haykırışlarından, “tişirkkirler sipirmin” ve “ohalde dans” gibi esprilere kadar gidiyor ama ortak mesele şu: sanırız ve korkarız birileri bizimle dalga geçiyor.

Bu salgın tam da Žižek gibi bazı düşünürleri ve buralardan da birçok insanı dünyada var olmanın ya da bir ‘toplum’ olmanın anlamı üzerine yeniden düşünmek ve kolektif anlamda harekete geçmek için bir vesile olarak görmelerini sağlamışken,[ii] insan hayatına el atmaktan hiç çekinmeyen ve neredeyse metafizik terimlerle (Tanrı’ya atfedilen bazı özelliklerle) kendini kadir-i mutlak (omnipotent) ve her yerde hazır ve nazır olan (omnipresent) olarak tanımlayan ve bu özelliklerle de hukukun yerini alan OHAL’leri ilan eden devlet aygıtı, bu gerçek OHAL durumunda topu neden taca ya da hiç güvenmediği o halkın kucağına atıyor?  

Bizde, edebiyat, film ve çeşitli sanatlara da bol bol yansıyan bir ‘istisnai’ kuvvet olarak devlet, biliyoruz ki yönetim modeli olarak kabaca ‘halk için devlet’ten çok ‘devlet için halk’ı benimser. Bu model bir yandan devlete Agamben’in o “istisna hali” gücünü bahşederken bir yandan da sivil toplum denen şeyin ölümüne yol açar. Bir liste yapılsın, son on yılda kaç STK kapatıldı ya da yargılandı? Ve bunun karşılığında kaç hükümet yetkilisi hakkında dava açıldı? Aradaki muazzam boşluk, bize devletin hakimiyeti ve sivil toplumun yokluğu konusunda bir fikir verecektir. Ve boşluk aynı zamanda neden insanların ev-yapımı OHAL’lerle baş başa bırakılamayacağını da gösterecektir.

Bu yaşanan şey, bizim OHAL romanlarında anlatılanın aksine, siyasi değil, biyolojik bir kriz. Ama bir sosyolojik ve siyasi kriz aynı zamanda. Bu hem bir küresel-medikal meseledir, hem de sosyolojik bir mesele. Virüs var evet ama bu virüs iletişim ve taşıma aracı olarak bizi, bizim sosyolojik ağlarımızı kullanıyor, bu ‘ölüm dansı’ bizim adımlarımızla ilerliyor.[iii] Kontrol mekanizmalarını çok seven devlet aygıtı ise, tam da bu noktada ‘toplumsal’ bir çözüm (sokağa çıkma yasağı, evde kalanların maaşlarının ödenmesi, sağlıkta ‘ohal’ ilan edilip, özel hastanelerin kamusallaştırılması vs..) önermektense, bize kendi OHAL’imizi ilan etmemizi söylüyor, bizi serbest bırakıyor, son derece ilginç.

Buradan, Anday’ın OHAL romanına geçelim, belki birkaç cevap çıkabilir oradan. [iv] Anday mekân-zaman belirtmeden bir OHAL anatomisi çıkarıyor ve AYOT (Asayişi Yerleştirme Olağanüstü Teşkilatı) adlı bir devlet kurumunun ‘acayip’ işleyişinden bahsediyor. Bir şehir karantina altına alınmıştır ve herkes sessizliğe gömülerek nereden geleceği belli olmayan o Kafkaesk ‘gizli emir’i beklemektedir:

“Sessizlik kocaman bir göktaşı gibi oturmuştu kentin üstüne; bu yüzden şaşkına dönen insanlar birbirlerinin yüzlerine bakıyorlar, uyuyan bir canavarı uyandırmaktan korkarmışçasına ayaklarının ucuna basarak yürüyorlardı sanki.” 

Buna benzer sahneleri, Corona günlerinde #evdekal çağrılarına (şimdilik) uyan şehirlerde görmek mümkün. Boş sokaklar, sessizlik ve belki de sokaklarda sadece Cemal Süreya’nın dediği gibi “tarih öncesi köpekler havlıyor.” Burada, AYOT benzeri bir yapının sadece kontrol için kontrol kurduğunu, bu OHAL durumunda ise, kolektif ve gönüllü bir kontrol mekanizmasının işlemesi gerektiğini biliyoruz.[v] İnsanlar, belki de, tarihte ilk defa OHAL’e evet diyebilecekken, OHAL ilanı neden şimdi çıkmıyor? İnsanlara düşen, o ‘gizli emir’i beklerken salgına maruz kalmak mı?

Yaşanan vaziyetin ‘milli’ bir mesele olmadığının, ulusal sınırların iflas ettiğinin idrakı da önemli. Mevcut durumun ‘enternasyonal’ karakterini görmek için Sürüklenme’ye bakabilirsiniz. Sürüklenme, sürekli hareket halinde olan ve bir felaketin eşiğinde olduğu hissedilen bir dünyaya dair bir negatif epos kuruyor. Kendi yazımdan alıntı yapmamda bir sakınca yoksa, şöyle: “Kitabın derdi bir küresel (ya da enternasyonal) hareket hâlini göstermek: bir yanda politik nedenlerle yersiz-yurtsuzlaşmış göçmenler, sığınmacılar, kimliksizler, sürgünler, diğer yanda çok-uluslu şirketler ve fabrikaların küresel hamleleri içinde prekaryalaşan ve kendi mekân duygularını kaybeden işçiler ve durumu-belirsizler.”[vi] Şimdi, evet, bu salgın karşısında herkes biraz prekarya ama daha da prekarya olanlar var, karantinaya giremeyen işçiler, hizmet sektörü çalışanları vs..[vii]

Tekin’in kitabı gündelik akışa distopik manzaralar zerk ederek, bir küresel felaket hissini isim vermeden, alttan alta hissettiriyor. Havalimanlarında aniden bir çatışma patlak veriyor, istenmeyen insanlar, persona-non-grata’lar ya da ‘çıplak hayat’a (bkz. Agamben) indirgenmiş olanlar uçaklardan atılıyor vs. Bu manzara içinde, Takviye diye bir örgüt var, bir nevi uluslararası STK, temel dayanağı şu: “Değersizlik duygusu yaşayan insanlara yaratıcı güç kazandırma ilkesi.” Sloganı ise: “Kaçma cesareti, yaratma neşesi, hayat kurtarma gücü.” Küresel prekarya manzarası içinde bir ütopik yapı gibi duruyor Takviye. Kitap Corona günlerindeki bu ‘enternasyonal kader’ hissini o kadar iyi anlatıyor ki, kitabın arka planına kapitalizmin gizli işleyişi yerine Corona benzeri bir virüsün yayılımını da koyabilirsiniz. “Takviye” gibi STK’ların artık KHK’lar vs. nedeniyle varlık zemini bulamayışı da bir yokluk olarak kayda geçsin.     

Birileri Türkiye’de Corona günlerine dair bir anlatı yazacak olsa, ki bir gün yazacaktır herhalde, şöyle bir ‘devlet’ çizmek zorunda kalırdı: söylem düzeyinde fırtınalar estiren, ‘kendini’ halk karşısında tehlikede addettiği dönemlerde OHAL’i bir yönetim politikası olarak hiç sakınmadan uygulayan ama aynı halk (insanlar, bildiğimiz insanlar, sokaktaki insan) tehlikede olduğunda “iyi” bir OHAL ilan edemeyen ikircikli bir varlık. Sokakları her politik eylem öncesi ‘sokağa çıkma yasağı’ benzeri bir sessizliğe büründüren o devlet, mesele denetime gelince vatandaşlarına ‘evlat’ muamelesi yapan kötü-Baba-devlet, şimdi neden, halkı (kendi evlatlarını diyelim) kendi kaderine terk ediyor? Cevabı biliyoruz. Bkz. ekonomi ve salgın arasındaki ilişki ve yine bkz. sokağa çıkma yasağı ilan edilmesi durumunda devletin yükleneceği ekonomik sorumluluklar vs.. 

Aslında gerçek distopya bu: insan hayatının artık bir şirkete dönüşmüş olan devlet nezdinde ekonomi karşısında ikinci planda olması ya da Sontag’a uzak bir referansla söyleyelim; hastalığın ‘ekonomik bir metafor’ olarak görülmesi.   

Kurtarıcı bir deux ex machina’nın gökten inmesi mümkün olmadığına göre, bu oto-karantinanın devlet, OHAL, istisna hali, kolektif durum, enternasyonal bağlar, sosyal devlet, sosyalizm, vahşi kapitalizm, sınıfsal farklar ve diğer ‘büyük’ kavramlar üzerine yeniden düşünmemiz ve belki de harekete geçmemiz için bir vesile olması dileğiyle... Bir de, karantinaya giremeyenleri de aklımızdan çıkarmayalım: mesela işçiler bir yerlerde “Biz niye evde kalamıyoruz?” gibi pankartlar açıyorlar. Diyalektik düşünce karantinada da lazım.  


[i] Sanem Sirer daha önceki salgın anlarını çok iyi özetleyen ve meseleyi bugüne bağlayan bir yazı yazdı, tavsiye olunur:  https://t24.com.tr/k24/yazi/eksik-liste-salgin-ve-anlati,2599

[ii] Bu konuda Evren Balta’nın “Covid 19 Demokratik Bir Virüs mü?” adlı yazısına bakabilirsiniz:  https://www.birikimdergisi.com/haftalik/9975/covid-19-demokratik-bir-virus-mu

[iii] Mesut Varlık bu meseleyi avcı-toplayıcıdan yerleşik hayata geçiş vs. üzerinden çok iyi anlatan biz yazı yayınlamıştı, ona da bakabilirsiniz: https://t24.com.tr/k24/yazi/bu-dansi-biz-baslattik,2607

[iv] Bu konuda yıllar önce K24’e bir yazı da yazmıştım bkz.  “Gizli Emir: Bir Ohal Romanı” https://t24.com.tr/k24/yazi/gizli-emir,815

[v] Ali Akay, bu gönüllü OHAL durumunu, eve kapanmayı küresel bir dayanışmaya dahil olmak için ‘yalnızlıkta örgütlenmek’ diye tanımlıyor. Bkz.  https://t24.com.tr/yazarlar/ali-akay/bir-felsefi-tartisma-uzerine,25903

[vi] Bkz. https://t24.com.tr/k24/yazi/latifetekin,2085

[vii] Pınar Öğünç bu zamanlarda çalışmak zorunda olan ve daha da prekeryalaşan kesimlerle bir röportaj dizisi başlattı. Olaya ‘tersten’ bakan bu dizinin en son örneği: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/04/02/her-yerdeyiz-ama-sanki-kimse-bizi-gormuyor/