Yolun Sonundaki Ev'i nasıl okuyacağınız size kalmış. Ülkesinin tarihinden ve talihinden kaçamayan bir yazarın, bir tür itiraf ve hatırlama mersiyesi olarak da görebilirsiniz...
10 Mayıs 2018 14:23
"Sisifos’u gördüm” diye sesleniyor Homeros, bundan neredeyse 2030 yıl önce. “Korkunç işkenceler çekerken; yakalamış iki avucuyla kocaman bir kayayı ve de kollarıyla bacaklarıyla dayanmıştı kayaya, habire itiyordu onu bir tepeye doğru, işte kaya tepeye vardı varacak, işte tamam, ama tepeye varmasına bir parmak kala, bir güç itiyordu onu tepeden gerisin geri, aşağıya kadar yuvarlanıyordu yeniden baş belası kaya, o da yeniden itiyordu kayayı, kan ter içinde...”
Onunla aynı topraklardan bir kadın, yanıt veriyor çağlar ötesinden: “Zamanın tekrarlayan ve yıpratan akışı… Bu ülkede zaman, helezoni bir döngüyle sürekli yükselerek akmıyor. Takvim değişiyor ama zaman aynı şeyleri gelip önümüze koymaya devam ediyor. Tarihsel zaman kendi kendini tekrarlayarak, o makus talihi yenemeden akıyor ne yazık ki. Galiba daha iyiye gidiyoruz derken yine aynı döngü. Tam bir iyiliğe doğru atılırken pat! Yeniden…”
Bir ve aynı meseleyi mi dert edinmişler, kim bilir? Ama kırık ayna parçalarında amorf hâle gelerek, durmadan birbirlerine çarparak çoğalarak, hep aynı resmin, değişmeyen cismin duvarına durup durup çarpmaksa mevzubahis, mesele bir oluyor, aynılaşıyor; birini okuyunca diğerinin sesini duymamak için sağır olmak bile kâr etmiyor.
Oya Baydar, son romanında hatırlamak ve unutmak/unutulmak, hakikat, ölüm, insanı öldüren ve/veya güçlendirmeden süründüren yaraların etrafında döne döne, kalbi parçalanarak sevdiği ülkesinin yüz yıllık makus kaderinin izini sürerken, kendi kişisel tarihiyle de hep yaptığı gibi, bir kez daha yüzleşiyor, ikiye bölünüp kendi öteki’sinden hesap soruyor. Hüzünle, biraz yazıklanarak belki, ama hep erguvan bir özlemle, burnunun direği sızlayarak… Altını çizmeden hatta belli bile etmeden, usulca, usulünce efkârlanmak, umudu yeşertmeye teşneyken hep ince bir keder hâlinde yaşamaksa elde kalan, bir hayat muhasebesi kaçınılmaz olmalı. Yoksa şu cümleler niye dökülsün dudaklarından?
“Geride bıraktıklarınıza bakıp hem kendinizle hem de hayatla bir hesaplaşma, sorgulama, yüzleşme, ödeşme ihtiyacından ortaya çıkan kitaplar bunlar, evet. Kendinle hesaplaşma denebilir elbette ama barışma ihtiyacı da denebilir”…
Yolun Sonundaki Ev, Baydar’ın son söyleşisinde(*) bu şekilde bahsettiği ihtiyacın son halkası. O hâlde belki baştan; yaratıdan değil, yaratanından başlamalı.
40’lı yıllar. Genç cumhuriyetin ilk öğretmenlerinden biri olan, sert, otoriter ve biraz da hırslı bir anne; ikinci büyük savaşın ortasında, tipik ideolojik bir devletin özgürlüklerden yana, emirlere uymayan, üniforma sevmeyen subayı, Sivil Albay diye çağrılan bir baba; köylerde, askerî garnizonlarda büyüyen, arkadaşsız, kendi kendine okumayı söken, kitap kurdu bir küçük kız: Oya.
Notre Dame de Sion Fransız Lisesi son sınıfında, henüz 17 yaşında, 1950’lerin gençliğini anlattığı ilk romanını yazar Oya Baydar: Allah Çocukları Unuttu. Sonra da 17 yaşın cesaretiyle atar romanını heybesine, Hürriyet gazetesinin yolunu tutar. Romanı tefrika hâlinde yayımlanacak, bu yüzden de okuldan atılacak ama bundan sonra Türkiye’nin Françoise Sagan’ı olarak anılacaktır.
60’lı yılların başında, 27 Mayıs gençliğini konu alan Savaş Çağı, Umut Çağı adlı ikinci roman gelir. Ardından Paris yılları. Babasının istediği gibi yazar olmaya karar vermiştir genç Oya Baydar, ama yeni tanıştığı ve kalbini kaptırdığı sosyalizm düşüncesini bilimsel bir zemine oturtmak ister, sosyoloji okumaya karar verir. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü bitirir bitirmez de asistan olarak göreve başlar. Tezi, Türkiye’de İşçi Sınıfının Doğuşu ve Yapısı’dır; reddedilir. Muktedirin mülke bakışı her daim kaimdir bizim buralarda ve fakat takvimler ‘68 dönemini göstermektedir. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının, uğruna fakülte işgali gerçekleştirdikleri Oya Hoca’dır artık Baydar. Ve bu okuldan da yol görünmüştür.
Hacettepe Üniversitesi’nde kısacık asistanlık dönemi 70’lere denk gelir. Darbeler tarihinin ikinci perdesine. TİP ve sendika üyesi olduğu için tutuklanarak konduğu Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu günleri, Türkiye edebiyatının en kıymetli kalemlerinden Sevgi Soysal’la dostluğun başlangıcı ve yine, yeniden kurulan darağaçlarının gölgesi, en derin yaranın üzerine düşer: Denizler… Köşe yazarlığı günleri başlamıştır artık, edebiyat ve başka ince şeyler, başka zamanların uzak düşleridir. Tanınmış bir siyasal figür hâline gelen Baydar, devrim ülküsü peşinde oradan oraya koşturur, gözaltında olmadığı zamanlarda türlü çeşit baskıya göğüs gererken, kurulmuş saat gibi, her 10 yılda bir tekrar eden makus talihin tiktakları giderek daha güçlü duyulmaktadır. Cumhuriyet tarihinin üçüncü askerî darbesi, 12 Eylül 1980’de, bu kez kitabına uygun şekilde, saat 03.00’de gerçekleştirilir.
Baydar için, kendisi gibi aranan eşi, gazeteci Aydın Engin ve küçük oğluyla birlikte sürgün günleri başlamıştır. Türkiyeli işçilerin garda, çiçeklerle karşılandığı günlerin çok gerilerde kaldığı, soğuk bir Avrupa ülkesinde özlem, merak, geride bıraktıkları için duyduğu korku, geleceklerine dair endişe ve ülkesinde yaşanan kıyımın etkisiyle üşüyen ruhu, tam da o sıralarda yıkılan Berlin Duvarı’nın altında kalacak, parçalanacaktır. Bunca zaman ilmek ilmek dokuduğu kimliği, inançları, bütün hayatını adadığı mücadele, onca kaybın ardından elde kalan sorular, sorular: Yoksa yanıldılar mı? En değerlileri birer birer düşerken yamaçlarında, her şey tarihin yanlış bir okumasından, insanı ve dünyayı kavrayışlarındaki hatadan mı kaynaklandı? Her şey boşuna mıydı?
Ne ki, insan evladı ancak kırıldığı yerden onarılır. Vakit, 30 yıl önce çıktığı yolun en başına dönme, hesaplaşma, yüzleşme ve muhasebe vaktidir. Can havliyle, "anlatırsam, belki anlarım" duygusuyla peşi sıra gelir romanlar. Önce Elveda Alyoşa. Kedi Mektupları sonra, 1992’de döndüğü ülkesinde onu bekleyen Hiçbiryer'e Dönüş’ün önsözü. Ardından Sıcak Külleri Kaldı, Erguvan Kapısı, Kayıp Söz, Bir Dönem İki Kadın, O Muhteşem Hayatınız, Yetim Kalacak Küçük Şeyler, Surönü Diyalogları… Açığı kapatmak ister gibi, 20 yıla sığdırılan ve pek çok edebiyat ödülüne layık görülen, pek çok dile çevrilen romanlar; başka türlü ne hayatta ne ayakta kalabilecek birinin ciğerinden yükselen feryadı: "İçimde bir çığlık birikiyor, o çığlığı yazarak atabiliyorum. Benim tüm romanlarım bir şeye karşı çığlıktır"
Onca gitme ve dönmenin ardından, gelinen yolun sonundaki evdeyiz şimdi. Bir zamanlar gerçekten de yolun sonunda olduğu için bu adı alan, sonra da hatırasına hürmeten adını koruyan mor salkımlı ev veya mor salkımın evi, bütün yolların başında olan daha güzel günler beklentisi ve gelecek umudunu zamanda ileri geri yolculuklarla bir tazeler bir yitirirken, yolun da evin de kaderinin, içinde bulunduğu "yalnız ve güzel ülke"nin kaderiyle hemhâl olup bir "lanet zinciri" gibi yaşanmasını adım adım, her adımda yaralarımızı hatırlayarak izleme zamanı. Zaman, çünkü, Yolun Sonundaki Ev’in baş kahramanı, "tekrarlayan ve yıpratan" akışıyla takvimleri yalancı çıkaranı. 1900’lü yılların başında bir siyasal suikastın birbirine bağladığı hayatlar, 60’ların tek katlı, bahçeli, mütevazı mekânlarıyla birlikte uyanık laz müteahhitlerin elinde heder edilirken, bir apartmana sığınan üç ailenin günümüze uzanan hikâyesinin hem tutkalı hem de birbirinden ayıranı. Sonrası, 100 yıllık devridaim. Her yerli ve olduğu kadar millî vatandaşın özgeçmişinde Yol’un nereye çıktığı kazılı zira: Savaş, tehcir, darbeler, idamlar, işkencehanelerde kalanlar, kurtulan ama vatansız, yersiz yurtsuz olanlar, evi yurdu yakılanlar, kayıplarını yılmadan arayanların ardında bıraktığı kanlı, kahırla yoğrulmuş izleri takip ederek günümüzün Berfo analı, Suruç’lu, Rojova'lı, barış isteyenlerin bombaların hedefi olduğu, imza koyanların anasından emdiği sütün burnundan getirildiği "ev"imize…
Yolda dayanışma, dostluk, aşk, kahkaha, birbirini kollama, sırdaşlık, vefa, "durup ince şeyleri sevmeye vakit ayırma"lar yok değil elbet. Sadece insanlar değil, ülkeler ve toplumlar da salt acıya keserek var kalamaz, bir yerden bir gülüş, umuda dair bir filiz fışkırıverir ya, öyledir hakikaten. Ama "coğrafya kaderdir" demiş yazar, o da öyledir; nesiller geçer, onca reva görülene, onca zaiyata rağmen bir türlü ulaşılamayanın verdiği elem, işte o geçmez; durur, derinleşir, âdeta ele gelir: “Yolun Sonundaki Ev, geçmişe duyulan özlemle, gelecek umudunun kucaklaştığı, zamanın fare dişlerinin durmaksızın kemirdiği umuda, masumiyete dostluğa ve iyiliğe adanmış bir anıttı. Ağıt olacağını o günlerde kimse düşünmüyordu.”
Baydar, aynı söyleşisinde; “Yolun sonundaki ev anı değil. Bir biyografi de değil, ama biyografik öğeler taşıyor. Bunca yıl yaşadık, ama nasıl? Nasıl geçti bu yıllar, sorusunu günden güne daha çok düşündüğümü hissettim” diyor.
Belli ki kahramanlarının peşinde, takvimi bir ileri bir geri oynatarak bir anlamda kişisel kronolojisini izleyip kader, keder ve umut üçgeninde duvarlara çarpa çarpa her yanı yaraya kesmiş kuşakların çetelesini tutarken, sıralı Felix kediler ve biblo dolu raflar da bazen derman olmuyor, olamıyor.
Yolun Sonundaki Ev’i nasıl okuyacağınız size kalmış. Bir yazarın, bir tür itiraf ve hatırlama mersiyesi olarak görebilir, ülkesinin tarihinden ve talihinden kaçamayan ancak ismiyle müsemma torun Umut’ta cisimlenen geleceğe inancın yanında saf tutmayı tercih edebilirsiniz. İkisini de anlayarak yoldaşlık eder, bir de kulaklarınız içinden deniz geçen şehrin derinlerinden yükselen vapur düdüklerini ararsa, belki murat hasıl olur.