Travma yaşamış bir belleğin hatırlattıkları ile yalnızca anılara dönüşen bir belleğin hatırlattıkları pek tabii ki aynı olmaz. Acıyı hatırlamak için önce unutmak gerekiyor, unutmak için de yaşamak...
10 Mayıs 2018 14:20
Cemal Süreya, TRT 1 televizyonunda Doğan Hızlan’ın kendisiyle yaptığı bir söyleşide “Cemal Süreya kimdir” sorusuna, “1931 yılında doğdum. 1937 yılında annem öldü. 1944 yılında Dostoyevski’yi okudum. O gün bugündür huzurum yoktur” der ve bir süre düşündükten sonra “Biyografim bu kadar” diye tamamlar sözünü. Kuşkusuz, Türkçe edebiyat tarihinin en önemli şairlerinden biridir Süreya. Hâliyle biyografisi hakkında iki cümleden fazla kelam etmesi beklenir. Ama o yalnızca birkaç cümleyle geçiştirir. Aslında Süreya değil de başka bir şair olsaydı belki de bu kadarcık otobiyografik bilgi hoş görülebilirdi. Fakat söz konusu kişi Dersim İsyanı’ndan sağ kurtulmuş, annesini kaybetmiş ve doğduğu topraklardan sürgün edilmiş biridir. Pek tabii ki o günlere dair tek söz söylememesi garip bir durumdur. 1938 Dersim İsyanı’nı yaşamış, üstelik yaşanan hadisenin ardından annesini kaybetmiş birisinden fazlasını duymayı istiyor insan. Süreya, hayatı hakkında az şey anlatır. Sürgündür. Bu ülkenin acı tarihinden payına isyan yılları düşmüş, henüz yedi yaşında sürgün edilmiş ve “yersiz-yurtsuzluğu” onu kendi hayatına dair ketum bir insan yapmıştır.
İnsan canlı bir organizmadır. Yalnızca yaşadığı anda kalabilen bir canlı değil, geçmiş deneyimleriyle kendisini yaratan bir “eylemdir” aynı zamanda. Süreya’nın kendinden, geçmişinden bahsetmemesi bu noktada anlaşılır. Zira kendi geçmişine dair belleği, konuşmak istemeyeceği bir travmayı tekrar tekrar yaşamasına neden olur ki bu da bütün bu “unutma edimini” nispeten açıklamaya yeter. Süreya sürgündür, onun “yersiz-yurtsuzluğu” çok şey anlatır. Zira o da bu ülkedeki sürgün edilmiş azımsanmayacak bir çoğunluğun parçasıdır. Kendisi gibi o kadar çok insan vardır ki ülkede, kişisel tarihini öteleyip şiirini kolektif bir acıya yaslaması, sağaltmak istediği acılarını hafifletmek istemesi nedeniyledir. Süreya susar belki, fakat onun adına ve onun gibiler için pek çok şey yazılıp çizilir.
E. M. Cioran’ın Var Oma Eğilimi isimli kitabında, "Sürgünün Yararları" altbaşlığıyla kaleme aldığı denemesi Süreya ve onun gibi sürgünler için yazılmıştır sanki. “Sürgündeki birinin, her şeyden el etek çekmiş, inzivaya çekilip ortadan kaybolmuş, sefaletlerine ve bir köşeye itilmesine ses çıkarmamış birine benzetilmesi haksızdır. Dikkatlice incelendiğinde onda bir muhteris, düş kırıklığına uğramış bir saldırgan, hırçın bir fatih görünür. Yoksun bırakılınca şiddetlenir arzu ve hayallerimiz. Mutsuzluk ve megalomani arasında bir ilişki de görüyorum. Her şeyi yitiren insan son çare olarak, ünden veya edebiyat skandalından medet ummayı sürdürür. Adından başka her şeyden vazgeçmeye razıdır. Peki, ama uygarların bilmediği ya da hor gördüğü bir dilde yazdığı zaman nasıl kabul ettirecektir adını?”
Cioran bu sözleri kendi dilinde değil de başka dilde eserler veren şair ve yazarlar için kaleme almıştır. Bu sanatçılar dilinden sürgün edildiği gibi, topraklarından da sürülmüşlerdir. Şairin içindeki yarası ne kadar gizliyse, yaratım süreci de o denli güçlüdür. Bellek ya da alt-bellek kişinin zihnindekini yaşadıkları oranında hatırlatır. Dolayısıyla travma yaşamış bir belleğin hatırlattıkları ile yalnızca anılara dönüşen bir belleğin hatırlattıkları pek tabii ki aynı olmaz. Acıyı hatırlamak için önce unutmak gerekiyor, unutmak için de yaşamak. Burada söz konusu olan, belleğin yitimi ve hatırlamanın acısıdır. Bellekte olanı acıyla hatırlanır kılan travma, dildeki bir yaratıma dönüşür. Belki de o nedenle sürgün edebiyatı denen güçlü bir damardan bahsedilir.
Eyüp Tosun’un Kör Islık kitabı içinde yer alan "Biraz Hüzünlenir misiniz, Lütfen" isimli öyküsünde de benzer bir durumla karşı karşıyayız. Hikâyenin karakteri Paşa, sekiz çocuklu bir ailenin tek erkek ferdidir. 1900 yılında Ankara Nallıhan’da doğar, 1914 yılında 14 yaş ve üzeri bütün erkekler tutuklanıp Kırşehir, Kayseri Pozantı, İncesu gibi yerlere gönderilir. Buradan da Suriye’ye sevk edilirler. Sürgünler arasında Paşa ve babası da vardır. Baba ve oğul sürgündeyken, baba bir yolunu bulup oğlunu ailesini bulma umuduyla Ankara’ya ulaştırır. Paşa “kendi vatanına” kaçak yollarla gelip yerleşir. Ardından Ermeni fotoğrafçı Kirkor Solakian’ın yanında fotoğrafçılık zanaatını öğrenir. Geçen yıllar bir şey değiştirmez. Çünkü Paşa ne annesini ne de kardeşlerini bir daha görebilir.
Cioran’ın sürgündeki şair ve yazarları metnine sokan düşüncesi neyse, Tosun’da da aynıdır. “1900 Ankara Nallıhan doğumlu Paşa. Sekiz çocuklu ailenin tek erkek evladı. 1914 yazında 14 yaş ve üzeri bütün erkekler tutuklanıp Kırşehir’e götürüldüler. Sonrasında, sağ kalanlar, Kayseri, İncesu, Eydeli, Pozantı, Tarsus’a doğru yola devam ettiler. Buradan Suriye çöllerinde bulunan Hama veya Meskene’ye sevk edildiler. Paşa ve babası da bunların içindeydi.”
Tosun’un Paşa karakteri üzerinden kurduğu hikâye tanıdıktır. Paşa karakteri bir sürgünün hayatıdır. Dolayısıyla sadece bu yönüyle bile hikâyenin cesur, cesur olduğu kadar da kıymetli olduğunu söylemek mümkün. Çünkü sürgün olan kişi aynı zamanda kendisiyle beraber derdini, yabancılığını, fikrini, duygularını, aşkını, kimini, kimsesizliğini, yalnızlığını, en çok da öfkesini taşıyan kişidir. Sürgün kişisini hem kendisi için hem de onu anlatan yazar ve şair için kıymetli kılan da budur. Tosun’un hikâyesinde bütün bu duygular öyküde karşılığını bulur.
İki tür sürgün vardır: birincisi dilinden sürülenler, ikincisi ülkesini terk etmek zorunda kalan sürgünler. Her iki sürgün tipinin hayatı benzer şekilde ağır bir travmaya dönüşür. Çünkü bir insanı kendi dilinden sürgüne göndermek, dahası onun gideceği yerin neresi olacağına dahi karar vermek politik bir içtihat gerektirir. Sürgün, kişiyi toplumsal bir baskıyla karşı karşıya bırakır. Cemal Süreya da, onun gibi birçok insan da, dahası Tosun’un yarattığı Paşa karakteri de bu minvalde değerlendirilebilir. Tosun'un sürgünün odağında Paşa karakterinin yaşadıklarını cesurca işlendiği söylenebilir. Zira bahse konu olan kişi Ermeni olması itibariyle dilinden de koparılmış bir sürgündür. Bütün olup biteni fotoğrafçı Paşa’nın gözünden bize bir film karesi gibi gösterir Tosun.
“Askerler gelmişti yine. ‘Fotoğrafımızı çekeceksin ihtiyar,’ demişlerdi. Paşa sakindi. Bir an önce eve gitmesi gerekiyordu Paşa’nın. Askerlerden biri kepengi kapattı. Sessizce kabul edilmek zorunda bırakılan her şey insan için bir zulümdü. Paşa her fotoğraf çekişinde bir sene yaşlandı. İnsan, zulmü görünce birçok şey yapmak geçer içinden. Çoğunu yapamaz. Bu, böyledir. Gözlerinden akamayan yaşlar içine akar. Saatler geçti. Askerler gitti. Nihayet eve vardığında, sallanan perdenin halıya yansıyan gölgesinden başka kimsecikler yoktu. Paşa sanki evde onu annesi ve kız kardeşleri bekliyormuşçasına senelerce evine gitti. Aslında bekleyen yoktu.”
Paşa’nın kim olduğu metnin tek bir yerinde bile işlenmiş değil. Fakat bu belirsizlik, okurun merakını kamçıladığı gibi ona dair bir düşüncenin de oluşmasına neden olur. Paşa’nın kim olduğu sorusuna verilecek cevap didaktik olabildiği gibi, başka bir yönüyle edebiyatın da has meselesine dönüşebilir. Yazarın bunu okura bırakması tesadüfi değildir. Zira bu müphem durum, tek başına Paşa’nın hayatı değil, o ve onun gibilerin yaşamını işaret etmesinden başka bir şey değildir. Anlatılmayan bu geçmiş, Paşa’nın şahsında bütün tarihsel karakterleri işaret etmesi bakımından anlamlıdır. Süreya’nın kendisine sorulan soruyu karşılıksız bırakmasının nedeni de bu olsa gerek. Anlatılmayan ya da anlatılamayan bu geçmişin cevabını Paşa’nın yanında çalışan Yermi ismindeki çocukla arasındaki diyalogda görürüz. “Geçen de nenem hiç konuşmuyor Paşa Usta, çok korkuyorum diyordun. Konuşsa korkuyorsun konuşmasa korkuyorsun. Sen kendinden korkuyorsun.”
Sürgün hayatı yaşayan biri için “Sen kendinden korkuyorsun” sözü kadar anlamlı başka bir ifade olmazdı herhalde. Süreya’nın kendinden bahsederken bir şey anlatmamasının nedeni, kendisinden korkmasından başka bir şey değildir. Çünkü insan kendisini, kendinde biriktiren bir hafızadır. Bunca yaşanan şey, bellekte biriktirilen ve hafızaya dönüşen travma korkulması, dahası uzaklaşılması gereken bir meseledir. Süreya’nın kendini anlatamaması bundan başka nedir ki?
Sürgün insanın belleği hatırladıkları değil, unutmaya çalıştıkları kadardır. Tosun’un anlatmadığı da tam da budur. Paşa’nın neyi unutacağını bilmesi kadar acı veren başka bir şey yoktur. Çünkü hatırlamak da bir yerde aynı acıları tekrar yaşamayı dayatır insana.
Süreya’nın Doğan Hızlan’a verdiği cevap ülkedeki korku iklimine dair çok şey anlatır bize. Süreya bir Dersim sürgünüdür ve yaşamı boyunca sürgün yıllarına dair neredeyse tek bir cümle bile sarf etmemiştir. Sürgün meselesine dair Edward Said’in “Kış Ruhu” isimli denemesinde çarpıcı bir tespit vardır. Said makalesinde şunları yazar: “Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, zorla açılmış benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz bir gediktir: Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir. Tarihin ve edebiyatın, sürgünü insanın hayatında kahramanca, romantik, şanlı ve hatta muzafferane sayfalar açan bir durum olarak betimleyen hikâyeler barındırdıkları doğrudur. Ama bunlar hikâyeden, yabancılaşmanın kötürümleştirici hüznünü alt etme çabasından ibarettir. Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır.”
Bu derin ve acılı sunuşa eklenecek çok az söz var. Sürgün denen “acılı şey” bir tür “yersizlik-yurtsuzluk” yaratır. Sürgün hayatı kültürel, dilsel ve ideolojik bir yıkımı da beraberinde getirir. Fakat yine de sürgün denen şey nadir de olsa edebî, politik, kültürel üretime de dönüşebilir. Yerinden yurdundan edilen insan için korkunç bir yıkıma dönüşen süreç, kalan içinse sürekli korku duyması için aba altında bekletilen bir sopa gibidir. Tosun’un hikâyesinde askerler örneğinde olduğu gibi.
Süreya’nın kim olduğuna ilişkin verdiği kısa cevabın altında kim bilir belki de bu korku iklimi vardır. Çünkü korku, bununla terbiye edilen ve bunun üzerine kurulan bir toplumda, gücü elinde tutan güruh için hep iktidarını koruma enstrümanı olarak bir kenarda bekletilir. Süreya ve onun gibiler yaşanan bu acıları nadir de olsa sanatsal bir üretime dönüştürürler.
Gadre uğramış, acılar çekmiş, sürgünde yaşamı paramparça olmuş insanları anlatan pek çok eser var. Fakat bu acıları yaşatanların yaşamına dair pek bir şeyle karşılaşmayız. Nitekim savaşlarda yalnızca birer sayıya dönüşen yığınlar anlatılır, savaşta karar alanların yaşamı pek öne çıkmaz. Sürgün denen olgunun ciddiye alınması ve uluslararası müdahale olması, sessiz yığınların sayıca ne kadar çok öldüğüne bağlı olarak değişir. Hülasa, haksızlığa uğramış insanların sanatsal bir ögeye dönüşmesi, bu ve buna benzer kültürel bir reaksiyon, bir tür varoluşsal olgu olarak önümüzde durur.
Eyüp Tosun ilk kitabı Kör Islık’ta, “Biraz Hüzünlenir misiniz, Lütfen?” isimli öyküsünde bu bağlamda bize bir fotoğrafın topografyasını sunar. Öyküdeki metafor oldukça güçlüdür. Zira kendi kültürel, ailesel, dilsel fotoğrafından mahrum kalmış bir insanın, “başkalarının” fotoğrafını çekerek kaybettiklerine dair teselli bulma çabası okunmaya değer. Yazarın son sözü, bütün bu yaşananların en çok da sürgün insanın yaşamını işaret etmesi bakımından önemlidir. Paşa’nın fotoğrafını çektiği çocukların tebessümü, kendi geleceğini yeniden inşa etmesi bakımından hayatî bir önem arz eder. Fakat bir fotoğrafta hâsıl olan ihtiyaç, gerçekliğe dönüşebilmesi için tek bir şeye gereksinim duyar. O da fotoğrafı çekilen kişilerin sahte de olsa hüzünlü görünmelerini ister. Çünkü aklında yalnızca babasının o unutamadığı hüzünlü yüz ifadesi kalmıştır.
“Çocukların fotoğrafını alabilmek uğruna buna sabır göstermeliydi. Geleceğini sadece bir fotoğrafta arayacaktı artık. Ve buna çok yakındı. Bir türlü işine odaklanamıyordu. Tam deklanşöre basacakken adamın gülüşündeki samimiyetsizlik canını sıkıyordu. Paşa, çocukların huzursuzlandığını fark edince halden anlayan bir ses tonu ve insanı hizaya getirecek bir bakışla Selim Oymaz’a seslendi: ‘Biraz hüzünlenir misiniz, lütfen?’”