Klişelerle dolu söylemlerden sakınmanın yollarını aramalı editör...
06 Nisan 2017 14:01
Kitapta yayıncının söz aldığı, dile geldiği yerler vardır. Editör bu sayfalarda enikonu yazarlığa bulaşır. Kitabın künyesi, yazar biyografisi, içindekiler sayfası, yayıncı açıklaması, önsözü, sonsözü, sunuşu, dipnotları, kaynakçası, dizini başta olmak üzere, yazarın yayınevine teslim ettiği dosyada bulunmayan sayfaları yayıncı hazırlar. Editörün tedarik ettiği (burada bu sözcüğü seçmemin nedeni, editörün bir “tedarikçi”, hazırlayan, edindiren, araştırıp elde eden, kazandıran kişi olmasından) bu metinlere “yan metinler” diyoruz. Yazarın ya da başkalarının katkısıyla da kotarılır ama son kertede editörün görev alanındaki işlerdendir.
Yan metinler içinde editörün sahne aldığı yer arka kapaktır.
“Arka kapak yazmak” editörün son görevlerindendir. Bir veda anıdır. Yayına hazırlama sürecinde vartalar atlatılmış, sıkıntılar yaşanmış olabilir ama artık kitabın içi baskıya gitmiştir, kapak yazmanın keyfine varılmalıdır. Editör kitabı bitirmenin gururuyla, bir son dakika golü atıp sevinmek için sabırsızlanan, ailece hücuma geçmiş bir takım gibi şuursuzca yapmamalıdır bu işi.
İyi bir kapak metni dinginlik ister, özel bir dikkat ister, özen ister, bir mesafe ve zaman ister. Bu olanağı editör kendine sağlamalıdır. Yazma ritüellerini ballandırır yazarlar: Günün şu saatinde, şöyle bir ortamda, şu müziği dinleyerek, şunu içerek vs derler. Ama işte o kitabın ilanı, yaftası niteliğindeki kapak metni çoğu zaman kaşla göz arasında kotarılır.
Bazı kitaplar editöre seçenek sunar, hazır lokma verir, hani neredeyse kapağıyla gelir. Bazı kitaplarsa hiçbir şey demez. Editör zoru/marifeti ister konuşturmaya. Konuşturmak diyorum da bunu ne pahasına, neye rağmen yapar? Kitabı konuşmaya zorlamak doğru mudur her zaman?
İşi başından aşkın olduğundan, konuya uzaklığın verdiği yetersizlik duygusuyla ya da kitabı iyice kavrayıp benimseyemediği için bazı iyi niyetli editörler kapak metnini yazara havale ederler. Tabii editörün kitabı sevmediği anlamı da çıkabilir bu havaleden. Teklifi fırsat bilerek metne kuş, kelebek vs kondurmaya çalışan yazarlara karşı editör uyanık olmalı. Onun işi önüne konan metne az çok kalemini değdirmek, kendi rengini vermek, yayınevinin üslubunu korumaktır. Editör yayınevinin şablonlarında rahattır. Kabul edilmiş bir vasat vardır orada. İşlerin aksamaması, bir ivme kazanması yayın kurallarına “muhafazakâr”ca bağlılıkla mümkündür.
Yazar, yayınevi, okur kıskacında kendini var eden editör, kendine yakışanı kitaba da yakıştırmak isterken bir tel cambazına döner. Kitabı herkes beğenmeyebilir ama editör arka kapak yazarken yayınevinin çizgisine uymak, yazara, yayınevi yönetimine, ama en çok da okura hitap etmek, çok beğendirmese de “eh” dedirtmek zorundadır.
Peki, nasıl bir dil? Üslupçuluğa soyunarak metne gizli bir imza koyma çabasıyla da iyi bir kapak yazısı yazılır, son derece nesnel (kişiliksiz) bir dille, güvenilir/sağlam bir ansiklopedi diliyle de. Kapak metnini büyük bir tutkuyla, iştahla yazan editörler de vardır, işi kendine/yayınevine bir işkenceye dönüştürenler de.
Nitelikli, deneyimli bir editör editörü olmadığı, hatta baştan sona okumayıp sadece “karıştırdığı” bir kitaba da iyi bir kapak yazısı yazabilir. Yazarı tanıması, kitabın içeriğini bilmesi, yerlemlerini kestirmesi yeterlidir.
Eski kitapların kapaklarında esnaf ağzı, bezirgânlık, çığırtkanlık vardı. Çünkü kitapçı-müşteri ilişkisinin bir ürünüydü. 1960’lardan sonra siyasi bağlar, ideolojik kaynaştırmalar öne çıktı. 1990’lardan sonra daha entelektüel, daha akademik, bireyin durumuna vurgu yapan metinlere dönüştü. Daha artistik, daha şairane, daha romantik, yazarı yücelten, okurla yüzgöz olmayan, kitabı bir eleştirmen edasıyla konumlayan, bazen neredeyse kitaptan bağımsız bir denemeye dönüşen etli metinlere yöneldi yayıncılar. Ağırbaşlı entelektüellik, acıklı romantizm, şımarık lirizm, çarpıcı gerçekçilik, etkili alaycılık, söz cambazlıkları, göz alıcı bir dil tayfı peşinde koşuldu. Eski kitapçılar ilancıydı, yeni yayıncılar reklâmcı kesildi. Büyük laflar etmeye, kantarın topuzunu kaçıran savlar ileri sürmeye, başyapıtlar ustalar yaratmaya meraklı, okur tavlamayı marifet sayan editörler çoğaldı.
Bir kitabın kapağı, o kitabın değerinin, yazarın sınıfının, yayınevinin çizgisinin, okurun “okur” mu yoksa “hedef kitle” mi sayıldığının göstergeleriyle doludur. Metnin içeriği, dili, biçimi, kurgusu bize çok şey söyler. Kitabevlerinde ayaküstü kapağını okuduğu kitabı alıp almayacağına karar verecek okur gözetilir genellikle. Öte yandan, kitabı, yazarı, yayınevini bilen okurlar kapak metnine eleştirel bakar, yargılar, bazen yayıncıya sitem ederler; hatta yetersizliği, yanlışlığı, kitapla uyumsuzluğuyla alay ederler.
Kapakta inandırıcılığı, samimiyeti, gerçekliği sağlamak zordur. Havada kalan sözler vardır. Başkaları o havada kalanı tutup basın bülteninde, ilan sayfalarında, tanıtım yazılarında çoğalttığında kitap da yazar da güç/gülünç duruma düşer, yayınevinin itibarı sarsılır.
Kapak, editörü rezil de eder vezir de.
Ukalalık yapmak, abartmak, esnaf ağzı kullanmak, entelektüel snopluk yapmak, sıkıcı derecede anlaşılır olmak ya da aynı derecede anlaşılmaz olmak, okura/kendine oynamak, ağırbaşlılıktan ölmek, hafifliğin suyunu çıkarmak, yazara haksızlık etmek, kitabın değerini gösterememek, okura ayar vermek, hüner sergilemek, dahası eleştirmenliğe, akademisyenliğe soyunmak, çoğu zaman da gazetecilik yapmak… Klişelerle dolu söylemlerden sakınmanın yollarını aramalı editör.
Yayıncı teraneleriyle dolu arka kapak övgülerinden usanan, Salinger’a hak veren okur/yazar sayısı ne kadardır bilmiyorum ama ben koşarak gitmeye hazırım, kapakları yazısız tasarlayan grafikerleri alınlarından öpmeye.