Klişelere mesafeli, klişelere düşmeden bir hayat, bir giyim tarzı, bir anlatı mümkün mü? Niye hepimiz aynı anda aynı kitapları, aynı dergileri okuyoruz? Acaba klişelerin kurbanı olduğumuzun farkında bile değil miyiz?
TDK’ya sorsan “basmakalıp” diye açıklıyor klişenin manasını, hâlbuki modern teslimiyet de yakışır yanına veyahut sessiz kabullenme. Nihayetinde klişelere, milyonlarca insanın her farklı durumda aynı ipe tutunmasının psikolojik açılımları da olmalı. Sıradan olmayı, sıradanlığın sıkıcılığını bu kadar kolay kabul etmemizin bir sebebi olmalı?
Ampül gibi parlamayalım, ana yoldan gitmek varken düşük bankete girmeyelim, değişik bir şey söyleme çabasına girip de kibirli sanılmayalım, herkes her şeye neredeyse aynı şekilde üzülüp aynı şekilde sevinirken (şehirlerin duvar klişelerinden biridir bu da) “Sen ne diyon la değişik?” lafını yemeyelim diye mi acaba? Meğer Kolpaçino filminden bir karakterin repliğiymiş, buralara kadar gelmiş.
Klişeler yağmurunun altında hep beraber ıslanmamızın sebebi ne olabilir? Veya 21. yüzyılın reytingleri zorlayan kavramını da kullanırsak, bir klişeler diktatörlüğünde mi yaşıyoruz? Klişelere mesafeli, klişelere düşmeden bir hayat, bir giyim tarzı, bir anlatı mümkün mü? Niye hepimiz aynı anda aynı kitapları, aynı dergileri okuyoruz? Misal niye birdenbire Tanıl Bora’nın Cereyanlar kitabı moda oluyor? 2017’nin yeni Oğuz Atay imzalı Tutunamayanlar’ı Cereyanlar mı? Hani, “Okumasak da bulunsun” kontenjanından. Tüm bu moda kitapları ya da dergileri okuyor muyuz yoksa dekorasyon mu?
Acaba klişelerin kurbanı olduğumuzun farkında bile değil miyiz? Niye hepimizin her üzüntüsü, her kaybın ardından ettiğimiz laflar, yaşadığımız her pazartesi ve hatta pazarlar ve salı günleri ve özellikle cumalar birbirinin aynısı? Niye bir kişi öldüğü zaman hepimiz aynı anda aynı lafları sarf ediyoruz? Terör yüzünden binlerce insan ölürken bizi en hafifinden, en kolayından bir klişe kurtarıyor değil mi? Profillerimizi karartıyoruz, siyah bir kare fotoğrafı en az beş gün dursa ne kadar üzgün olduğumuzu bildirmemiz için yeterli gibi. Kayıpların rakamına göre süreyi uzatabilirsiniz! Sonra gelsin o en güzel ağacın önünde çektirdiğimiz, yeni aldığımız gözlüğümüzle, altında fiks mönü: “Cnm çok tatlı çıkmışsın!”
Hiç fark ettiniz mi saç modellerimiz bile giderek birbirine benziyor. “İnan başımı kaşıyacak bir saniyem yok” topuzu, hani şu en tepeden toplanan saçlar, bir de sopa gibi düz fön! Durduk yere niye tüm genç kızlar -sanki kulaklarına gizli bir şifre üflenmişcesine- saçlarını ortadan ayırmaya başladı? Benden söylemesi: Seri katil profillerinin bazılarına bakın, özellikle saçlarını ortadan ayıran kadınları öldürenler var. Allah muhafaza ama klişe öldürür ya da süründürür.
Modanın klişeleşmiş hâli en güzeli, bakmalara doyamadığımız. Sokaklara bir baksanıza, misal tüm Nişantaşı sosyetesi sanki yıllardır kaykay yapıyormuş gibi Vans adlı markanın peşine düşmüş durumda. Ve birdenbire ani bir operasyon, tatbikat haberi alacakmış gibi kamuflaj desenli ceketlerle ortalıkta dolaşıyorlar. Mesajları ne? “Rahatız ve mücadeleye hazırız” belki de? Ya da her ikisi de değil, zira sıradanlığın kolaycılığının askerleri de değiller, esirleri olmuşlar adeta!
Biz niçin dünyanın dakikada beş kere değişen gündem maddelerine, siyasî vakalarına, toplumsal heyecanlarına, sendromlarına aynı şekilde tepki veriyoruz? Hepimiz kocaman bir klişe balonunun içinde yaşıyoruz. Anton C. Zijderveld Klişelerin Diktatörlüğü adını verdiği kitabında “Klişelerin en fazla sözü edilmeye değer yanı, insanın düşünce becerisini sollaması ve bu şekilde bilinçsiz olarak ruhsal ve duygusal dünyasına işlemesidir” diyor. Şüphesiz ki insanlar klişelerden kaçamıyor. Zijderveld “klişeler karşısında mesafeli bir duruşa ihtiyacımız var” dese de aradığı çabaya şu an ulaşılamıyor.
Modaya uymak gerekirse hâlimize bir hashtag yakışır: #kliselerinaskerleriyiz. Bakın böyle daha yakışıklı durdu! Esaretimizin ufak bir sözlüğü kabul ederseniz.
Her kaybın ardından mümkünse en eskisinden siyah beyaz bir fotoğraf, altına emojiler arasından bulup koyacağımız kırık bir kalp, siyah da olabilir kalbin rengi, bir de ağlayan surat ifadesi. Yanına yazacaklarımız belli. Ya üç nokta yan yana, kol kola ya da RIP, Türkçesi ARE. Bir de cebimizde en klişesinden şu cümle: “Şimdi bir eksiğiz!” Gidenlerin ardından “Onlar” diye bahsediyoruz artık ve “Onlar şimdi yukarıda koyu bir sohbette!” “Unutursak kalbimiz kurusun”u Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da kullandığına göre TDK’ya örnek cümle olarak girmesi an meselesi.
Bir yolculuk vakti. Otobüs veya tren bileti çok havalı değil, eğer yurt dışında değilseniz. Yurt dışı veya yurt içi havaalanı fotoğrafı koymadan yolculuğa çıkmak imkânsız gibi. Bir çeşit besmele, sağ ayakla evden yola çıkma ritüeli. Havaalanında, bir bardak kahve, küçüklere limonata, büyüklere bazen bira, pasaportunuzun üzerine koyacağınız bilet fotoğrafı. Koltuk numaranızı göstermeden olması şartıyla! Nihayetinde business değil de her yere ekonomi uçtuğunuz belli olmasın diye. Bazen de havaalanlarında uçağa gidiş kapısı fotoğrafı. Altına “X yolcusu kalmasın” da olur, “Ben bir gittim, dönücem” de yazılabilir. Altına gelecek yorumlar şimdiden belli: “Hayat sana güzel!” veya “Gözümüz yok!” Hayat kime güzel? Gittiği yerde Instagram'dan veya sosyal medyadan kafasını kaldıramayana mı oturduğu yerden dünyayı gezene mi?
“Şunu şunu şöyle böyle yaptığım doğrudur, bunu bunu böyle dediğim doğrudur, şu anda Maldivler’de denize girdiğim doğrudur.” Çok çok sıkıcı bir kalıp. Yıllardır bitmesini beklediğimiz doğrudur. Bitmediği de doğrudur. Sıkıcılıkta bununla yarışan ikinci klişe kalıp: “Başıma bir şey gelmeyecekse..” kalıbına. Evdesiniz, kucağınızda laptop veya elinizde telefonunuz o anda başınıza ne gelebilir mesela, Survivor açık, son sesinde. Veya herhangi bir dizi diyelim. En fazla Kıvanç Tatlıtuğ kaçırabilir! Kimsenin başına bir şey gelmeyecek de, işte lafın gelişi. “Başıma bir şey gelmeyecekse Survivor Didem çok tatlı” mesela. Çünkü Didem nefret objesi. Onu sevmek cesaretlerin en güzeli. Nefret objelerine yaklaşırken linç ihtimallerine karşılık alınan dört kelimelik kelime kalıbı. Bestseller düşmanlığının kan kardeşi.
Bir film, bir kitap, bir albüm. Ne olursa olsun, henüz hep beraber alkışladığımız bir şey olmadı, olamaz, olmamalı! La La Land’i sevmemek, Sezen Aksu’nun son albümü olmamış eski tadı yok demek, Yıldız Tilbe’den hoşlanmamak (2014’te attığı tweet'ten bu yana kim bilir kaç evde gizli gizli dinleniyor Tilbe), Recep İvedik filmi gişe rakamını memleketin zekâ oranına kıyaslamak (Elbette Aziz Nesin bakın tam orada hazır bekliyor köşede, şimdi bir de nurtopu gibi Recep’imiz oldu) ve Cem Yılmaz’ın her yaptığını gizli sevmemiz. Çünkü sevmemek en güzel klişemiz, her şeyi sevip beğenenlerin ruhsal bir derdi olmalı. Başıma bir şey gelmeyecekse Recep İvedik 5 gayet de başarılıydı!
Bir çeşit hayır duası. İş başvurusu yapanlar, ameliyata girenler, sınava koşanlar, vize almaya gidenler. Tanısanız da tanımasanız da kalbi tıklamakta ne sakınca var? Bir çeşit sosyal medya sadakası, başınızın gözünüzün üstüne, kim bilir bir gün size de lazım olur.
Cuma günleri rakı candır, pazar sabahları “bize çay söyle.” Ya da bir ağaç gölgesi bulup da altına uzandık mı, gökyüzüne bakalım, ağaçların arasından mavi bulutlar geçerken imdadımıza Turgut Uyar yetişsin ve “Göğe bakalım.” Bir Haydarpaşa limanı fotoğrafı koyuyorsak altına muhakkak Orhan Veli veya Cemal Süreya gelmeli. Süreya’yı hâlâ iki y’yle yazanlar var ama olsun. Yazım hataları, hataları yüze vurmamız bile klişe olmadı mı? De’ler da’lar yüzünden yuva yıkanlar var: “Hmm o mu, de’leri da’ları ayıramıyor, çok cahil!”
Ahmet Kaya, Aziz Nesin, Tuncel Kurtiz, Neşet Ertaş, Yaşar Kemal, Kafka, Didem Madak, Edip Cansever, Özdemir Asaf, Cemal Süreya. Şampiyonlar Ligi’nde maça çıksalar karşı taraf sahaya çıkmadan yenilgiyi kabul eder. Çok derinlemesine bu insanları bilmemize gerek yok. Ne zaman kullanacağımızı bilmek kâfi! Malûm kasım aylarında birdenbire nasıl ortaya Kasım’da Aşk Başkadır veya V for Vendetta filmleri çıkıyorsa, V for Vendetta maskesinin altından kitleler birbirine selam verip, 5 Kasım’larda saygı duruşuna geçiliyorsa sebebi hayatımızın klişeler duvarlarıyla örülü olmasından. Ahmet Kaya, Neşet Ertaş gecenin bekçileri. Efkâr basmış olmalı. Gündüz vakti her daim gidecekler: Cansever, Madak, Asaf ve Süreya, elbette yabancılardan Kafka. Belki de Gregor Samsa mı demeliydik? Dönüşüm’ü yazarken 21. yüzyılda bir karakterinin isminin bu kadar zikredileceğini aklına bile getirmemişti muhtemelen Kafka. Yukarıda mübaşirin seslendiği bu isimler aslında saman kâğıdı renginde basılan dergilerin ilk 11’leri. Tuncel Kurtiz yaşarken hiç kapak olmuş muydu bir dergiye? Belki bir, belki iki kere.