“Koca burunlu insanların diyarında”

Latif Demirci'nin anısına, iki kitabına dair Mustafa Arslantunalı'nın yazdığı ve Virgül Dergisinde 2000 yılında yayımlanmış bir yazıya yer veriyoruz: "Bu koca burunlu insanların diyarında herkesi bir parça seviyoruz. Latif Demirci’nin çizgilerinde olmayan bir şey varsa, o da Kötülük."

12 Haziran 2022 00:22

Garfield her gün oburluk ya da domuzluk yapar, Avni her hafta başka bir avanaklık. Bezgin Bekir her hafta bir uyuşuklukla hayranlık toplayacak, Timsah azgınlığıyla yine Daral’ı şaşırtacak, Kötü Kız hiçbir zaman kötülüğünden fire vermeyecektir. Sürprizlere yer yoktur.

Zaten karikatür tiplerini her gün, her hafta bunun için izleriz: Tam da bu aşinalık nedeniyle. Günlük gazetenin ya da haftalık derginin sayfaları arasında bir günleri bir günlerini tutmasa da, bizi şaşırtmayacak, hayal kırıklığına uğratmayacak bir tanış ararız.

Press Bey bu tanışlarımızdan biri. Kendisi günümüz İkitelli dünyasının üst düzey üyelerinden. Gazetede hem köşesi var hem de ‘yönetici pozisyonu’. Media Hanım ile evli. Çocuksuz. Bir iki dil biliyordur muhakkak. Haliyle eski solcu. Ve tabiatıyla bunu askerlik anıları gibi bazı özel durumlarda hatırlar. Köşesinde sık sık aşk yazısı yazar, sık sık da karısını.

Sahne ya İkitelli’deki büyük bir gökdelendir ya da Press Bey’in şık ve özentili evi. Press, markalar, lifestyle klişeleri, eski solculuk, ün ve para arasında mekik dokuyup durur. Eski gazeteci tipinin yerine geçen “medya prensi”nin yumuşacık ve ince bir hicvi.

***

Yanlış hatırlamıyorsam, Muhlis Bey de gazeteciydi. Hiç değilse başlangıçta. ‘80’li yılların rakipsiz dergisiGırgır, sayfalarından birini her hafta bir sözde-rakip yayın olan Cırcır’a ayırıyordu. Gündelik basına göndermeleri de olmakla birlikte Cırcır daha çok çığırtkan, beceriksiz, nev’i şahsına münhasır bir yayındı: Muhlis Bey de o yayına yakışır bir gazeteci. Kısa sürede absürd sevimliliğiyle Muhlis Bey gazete parodisini de, mesleğini de unutturdu, her şeyin önüne geçiverdi. O kadar ki, yanına Mithat’ı çırak aldığında büroda ne iş yaptığı pek belli değildi artık.

Latif Demirci'nin mizah dergilerinde yarattığı ünlü karakterlerden bazıları: Soldan sağa, Mikrop dergisinde Canavar Koyun Orhan, Fırt dergisinde Arap Kadri, Gırgır'da (Behiç Pek ile birlikte) Muhlis Bey, Gırgır ve Hıbır'da Yavlum Mithat.


Muhlis Bey’in gazetesini, ‘yavlum’ Mithat’ın Muhlis’i, çırak Mirsat’ın da Mithat’ı zamanla gölgede bırakması gibi, Press’i gölgelemeye başlayan biri peydah oluverdi: Güllü. Press ile Media’nın gündelikçisi Güllü, çizgi banda “öteki Türkiye”den giren ve damgasını vuran bir tip. Press’e Pirens Bey diye hitap eden, kimi karelerde naifliğiyle, kimi karelerde ise internet, şarap markaları ya da köpek cinsleri konusundaki bilgisiyle bizi hayretlere düşüren Güllü, hemen her konuda Pirens Bey’le Media Hanım’dan daha nettir. Evet, biraz fazla olumlu bir tiptir ama onlarla bir karşıtlık içinde değildir. Zaten baştan aşağı olumsuz bir tipe rastlanmaz Demirci’nin çizgilerinde. Press’in koruması olan, Güllü’nün oğlu Sabit bile… Herkesin adı üstünde; Sabit Güneydoğuda yaptığı askerliğin izlerini taşıyan, Uzakdoğu ‘spor’larına meraklı, biraz karanlık, biraz sabit fikirli bir genç. Anlatmaya başlayınca düpedüz berbat bir adam olduğu ortaya çıkıyor ama Latif Demirci’nin çizgilerine bakınca öyle değil. Bu koca burunlu insanların diyarında herkesi bir parça seviyoruz. Herkese çizer tarafından biraz çocuk muamelesi yapılmış, herkes bir parça korunuyor.

Latif Demirci’nin çizgilerinde olmayan bir şey varsa, o da Kötülük. En irkiltici politikacıları çizerken bile, onları da bir parça anlayışla karşılanabilir hale getiren bir çizgi. Bundan ötürü portre karikatürüne buncasına uzak belki…

Bir arkadaşım, Press Bey’in Hürriyet’e çizildiği için yeterince eleştirel olmadığını söylemişti. Pek doğru değil; Demirci en eleştirel olduğu zaman bile konu ettiklerini korur, içeriden bir eleştiridir onunki. Kestirmeden söyleyelim, çizdiklerini sever. ‘80’li yıllarda Yeni Gündem dergisinde, şimdilerde Hürriyet’in İstanbul ekinde çizdiği karikatürlere bakalım. Politik olan, bu karikatürlerde ancak Demirci’nin dünyasına tercüme edildiği ölçüde vardır. Bu sayede politik çizgilerin kolayca düştüğü sığlığa karşı doğal bir bağışıklık edinmiştir. Latif Demirci’den, sözgelimi bir maganda karikatürü bekleyemezsiniz.

Demirci'nin Hürriyet'te yayımlanmayan karikatürü.

***

Ama asıl şaşırtıcı olan belki de şu: Sonuna dek popüler olmaya çalışan, hem üniversite öğrencisinin hem –eski dilde söyleyelim– lümpenlerin dilini tutturmaya bakan, ama eninde sonunda muhalif kimliğiyle başarıya ulaşmış Gırgır gibi bir geleneğin mirasçıları, Gırgır’ın Kemalist sosyal demokrat çizgisini aşabildikleri halde, nasıl olup da son yıllarda “Beyaz Türk” ideolojisinin etkisi altına girebildiler? 70’lerin eli fileli mazlum memurları, purolu patronun kıçına tekme atan işçileri çoktan devrini doldurmuştu doldurmasına ama muhalif olduğunu ikide bir bize hatırlatan (hatırlatmak zorunda kalan?) popüler mizah dergilerinin, zonta ve maganda tiplemelerinden geçilmez olmasını gerektirmezdi bu. “Dergiler satmak zorunda, artık hatırı sayılır bir apolitik-kentli-genç okur kesimi var” denebilir. Ama popülerlikle muhalefeti bir arada yürütmek, ince iş olmakla beraber imkânsız da değildir. Gırgır zaman zaman bunun iyi örneklerini verebilmişti.

***

Zonta ya da maganda tiplemesinin ortaya çıkışı ve popülerleşmesi bir rahatsızlığın, bir sorunun ifadesi olduğu kadar, bu sorunun haddinden fazla kolay çözümüdür de: Maganda köyden kente yeni göçmüş, yol iz bilmeyendir bazen. Yere tükürendir, kabadır. Bazen Kürt ağzıyla konuşandır, Kürt’tür, yoksuldur. Zengindir ama o zenginliği hak etmemiştir.

Maganda anlamaya değmeyecek bir tiptir, ortadan yok olmasını isteriz.

Hafta Sonu, Gala, Şamdan gibi “magazin” dergilerinin yarı çıplak sözde-baskın fotoğraflarını “Ahlaksızlar!” manşetiyle çarşaf çarşaf yayımlamasını andıran bir iştahla habire iş başında çizilir magandalar, tecavüz karikatürlerinde.

Cinsel, kültürel, etnik ya da sınıfsal: Ayrımcılıktan değilse bile, en azından “uzaklık”tan söz etmeliyiz. Öyle bir uzaklık ki, kaydettiği bütün aşamalara rağmen 90’ların popüler karikatürü yoksulluğun içinden konuşmayı unuttu, yoksulluk, ta 1950’lerin –yazısız– karikatürlerindeki soyutluğuyla var olabilir hale geldi.

Eleştirdiğini kendinden bu kadar uzakta tutan, bu kadar kolay bir sevgisiz hiddete bunca uzun bir süre kapılabilen, başkasına bu kadar bakarkör bir mizahın –muhaliflik şöyle dursun– mizah olması da pek bir güçtür.

Hürriyet gazetesinde başlayan Press Bey'in tiplemeleri: Pirens Bey, Güllü, Media hanım, Sabit.

Maganda-zonta çeşitlemelerinin bütün hızıyla sürdüğü bir sırada Güllü gibi tiplere rastlamak iç rahatlatıcı. Doğru Güllü’nün Yanlış Press’e her karede dersini verdiği bir “ideolojik” çizgi bant, maganda literatürünün tersine çevrilmişinden başka bir şey olmazdı. Doğru ve Yanlış tipler her zaman idealler dünyasına aittir, başka bir deyişle soyut kalmaya mahkûmdurlar. Demirci’nin çizgileri ise –iyi ve kötü anlamda– politik olamayacak kadar somut.

Doğrudan yanlıştan çok hınzırlığa meraklı o. Sadece Güllü’yü değil, Sabit’i de, Press Bey’i de sevmemizi istiyor Latif Demirci. Sevmemizi, belki daha doğru deyişle onlara kıyamamamızı…

Engin Gönültaş’ın tipleri de böyledir: Hırtlıkları, hınzırlıkları, kurnazlıkları bir yana, öyle masumdurlar ki, kıyamazsınız onlara. Şimdilerde belki de demode olmaya yüz tutan bir şaka anlayışı: Aşağılamayan, can yakmayan, naif ve çocuksu.

***

Bir aralar yazılı-yazısız karikatür tartışması epeyce önemsenirdi. Karikatürist tarafından çizilen resme matbaada altyazıların eklendiği 30’lu 40’lı yıllardan sonra grafiğe ve soyutluğa yönelen bir kuşağın karikatürde bolca yazıyı bir geri dönüş, bir gerileme olarak görmesi doğaldı belki de. Şimdinin yazıdan geçilmeyen karikatürlerinin, o tartışma çerçevesinde “grafiğin zayıflığını lafla kapamak” ya da “çizgiye mizah yapamamak” gibi suçlamalara maruz kalması kaçınılmaz.

Gerçekten de pek çok karikatürün sadece konuşma balonlarını değiştirmek yeni bir karikatür elde etmeye yetmiyor mu? Hatta bazen birtakım çizgi adamlar şişirilmiş balonlar içinde uzun uzun hikâye anlatıp durmuyorlar mu bize? Öte yandan, “grafik mizah” da güvercin, kilit, dünya vb. grafik klişelere takılıp soyut bir bilmeceye dönüşmedi mi sık sık?

Yazılı demeyelim de, bol sözlü karikatür diyelim biz şuna: Karikatürde sözün artması sadece çizginin açığını kapamak ya da nükte eksikliğini gidermek için olmasa gerek. Söz, karikatürdeki “durum”un gerçekliğini vurgulayan, inandırıcılığı sağlayan bir efekt aynı zamanda.

Press Bey üzerinde bu tişörtle tek başına gezse de karikatür yeterince komik olmaz mıydı? Olurdu. Ama popüler olmak isteyen, herkesin nükteyi anlamasını garantiye almalıdır. Bu da kör kör parmağına gözüm yöntemiyle değil, Press’e olayın başka bir boyutunu hatırlatan arkadaş marifetiyle yapılırsa daha iyi olur. Belki yıllardır bol sözlü karikatürlere baka baka böyle alıştırılmışızdır, belki de daha baştan çini mürekkebiyle taranmış bu yamuk yumuk insanların lakırdı etmeden duramayacaklarını sezip çizerleri biz zorlamışızdır… Ne fark eder? Bol lafın çizgiyi örttüğü, ona koltuk değnekliği yaptığı da olur ama, laflar daha çok karikatürün hikâyeleşmesini ya da fıkralaşmasını sağlayan bir öğedir.

Kuşağından meslektaşlarının büyük çoğunluğu gibi Latif Demirci’nin de karikatür kareleri geveze insanlarla doludur. Burada artık karikatürün yazılı mı yazısız mı olduğuna değil, tiplerin nasıl konuştuğuna bakmak daha doğru olur.

‘70’li yıllardan bu yana değişmeyen bir şey varsa, o da karikatürün argoyla flörtü. Başlangıçta popülerleşebilmek için argodan çok şey almıştı karikatür; kitlelere açıldığında borcunu ödemek için yeni terimler, deyişler icat edip argoya hediye ettiği de oldu. Ama argoyla sürekli flört, karikatür tiplerinin kendi dillerini bulamamalarına, hep ödünç alınmış bir dille konuşmalarına yol açmadı değil.

***

Demirci’nin içinde tek satır söz olmayan bir albümü de var: Çeviren Latif Demirci. 1996’da yayımlanan bu benzersiz kitap, karikatürle resmin ilginç bir bileşimi.

Kitabın adı kendini biraz ele veriyor: Demirci, Caravaggio’dan Botticelli’ye, Picasso’dan Van Gogh’a, Renoir’dan Hockney’e dek bir dizi ressamın tablolarını almış, karikatürün dünyasına “çevirmiş”. Ama ‘karikatürleştirmeden’, mizah ya da nükte katmaya çalışmadan.

Bazen insan okurken bir cümleyi göz ucuyla düzeltip öyle geçtiğini fark eder. Babaanneniz filmin sonunu beğenmiştir ama bu mutlu sonu bildik dünyaya biraz daha uydurmaktan kendini alamaz: “E üc tane kızan da yapar bunlar emen.”

Demirci’nin de bu tabloları beğendiği, ama her birini kendi dünyasına uydurmak istediği belli. Koca burunlu, patlak gözlü, eğri bacaklı karikatür tipleri Matisse’in, Velázquez’in, Rembrandt’ın… resimlerine girmişler, renkleri ve desenleri hiç bozmadan “esas oyuncular”ın yerini alıvermişler. Hiç de öyle resmin evine taşradan gelmiş akrabalar gibi iğreti durmuyorlar üstelik. Rollerinin gereği neyse yapıyorlar: Van Gogh imzalı mahkûmlarla Latif imzalı mahkûmlar hem çok farklılar birbirlerinden hem de çok benzeşiyorlar. Picasso’nun sade yemeğiyle Demirci’nin arasındaki tek fark, tabii ki ucuz şarap şişesinin yerini plastik su şişesine bırakması değil. Picasso resmin dünyasından karikatür evrenine taşınmış oluyor; düzgün bir çeviride olması gerektiği gibi, aslında sadık bir şekilde – bu imkânsız olsa da…

Murat Belge kitaba yazdığı zarif sunuşta Latif Demirci’nin Bazille’e, Matisse’e… ait figürleri İstanbul-Kocamustafapaşa-Altımermer gerçekliğine tercüme ettiğini söylüyor. Belki de bu ikinci çeviri sürecinden söz etmeye gerek bile yoktu: Bütün o şıklığına, gusto ve İngilizce merakına rağmen 'Pirens Bey’de de Altınmermerlilik alttan alta seziliyor. Tıpkı onun küçüklük halini andıran Mithat gibi.

Hepsi birbirlerine benziyorlar, çünkü akrabalar. Ben bu geniş aileyi severim, magandalara savaş açmış fevri ailelere de bin kat yeğlerim.

Mustafa Arslantunalı, "Pirens ile Güllü",
Virgül Dergisi, Eylül 2000, sayı 33, s. 56-58

Virgül Dergisi, sayı 28, Mart 2000.