Karan Mahajan, bir patlamadan etkilenen ilk çemberin içinde yer alabilecek herkesin yasını ve öfkesini gün yüzüne çıkarıyor; üstelik en sansürsüz hâliyle...
24 Ağustos 2017 13:59
“Birini kaybettiğinde zaten her daim onu düşünüyor oluyorsun.”
Karan Mahajan, Küçük Bombalar Cemiyeti
Bir patlamanın etkisi neyle ölçülür; kaç kişinin öldüğüyle mi, ölenlerin kim olduğuyla ya da haberlere ne kadar konu olduğuyla mı? Karan Mahajan, Küçük Bombalar Cemiyeti’inde Delhi’de pazar yerinde gerçekleşen bir patlamanın bütün bir resmini çizerken küçük bir patlamanın küçük dünyalara etkisine odaklanıyor. Patlamada 11 ve 13 yaşındaki çocuklarını kaybeden Khuranalar, saldırıdan sağ kurtulan arkadaşları Mansur, bombayı yapan örgüt üyesi Şoki ve aktivist Eyüp… Mahajan, bir patlamadan etkilenen ilk çemberin içinde yer alabilecek herkesin yasını ve öfkesini gün yüzüne çıkarıyor; üstelik en sansürsüz hâliyle. Okur olarak buna hazır mıyız, bu filtresiz karşılaşmalardan rahatsızlık duyacak mıyız, pek umursamıyor. Hatta bizi bu karşılaşmalarla yüz yüze getirmekten keyif alıyor gibi yazar, bu bir tesadüf değil, Mahajan 2012 yılında yayımlanan ilk romanı Family Planning’de olduğu gibi çekirdek aileyi ve hükümetleri bombanın tam karşısına yerleştiriyor.
ABD’de geçen yıl yayımlanan Küçük Bombalar Cemiyeti, Ulusal Kitap Ödülü’ne ve daha birçok önemli edebiyat ödülüne aday oldu ve New York Times Book Review tarafından 2016 yılının en iyi 10 kitabı arasında gösterildi. Bu ilginin, ABD’li okur ve eleştirmenler için egzotik bir meyveyi tüketmekle eş değer olduğunu söyleyebiliriz. Öyle pek küçük bombalarla işi yok çünkü Amerika’nın. Daha büyük bombalar, etkisi onlarca yıl geçmeyen, anısına filmler çekilen, kitaplar yazılan patlamalar onların yaşadıkları. Oysa, bir yerlerde, burada mesela, Hindistan’da mesela ya da Ortadoğu’da herhangi bir yerde hayatlarımıza düşen küçük bombalar artık bir konu bile olmuyor birileri zorlamadıkça. Mahajan, küçük bir bombayı hikâyenin tam ortasına koyuyor. Bir sürü insanın kaderinin ayarlarıyla oynayan bombadan yayılan etki romanın konusunu oluştururken yazarın en önemli başarısı ölümü de sonrasındaki yıkımı ajite etmeden işlemek. İki çocuklarını kaybeden Vikas ve Dipa Khurana da, gözünün önünde iki arkadaşının ölümüne tanık olan 12 yaşındaki Mansur Ahmet acısını en katıksız hâliyle yaşarken hayatlarına devam etmeye çalışıyorlar; böylesine büyük bir acının insanın tüm hayatını kaplaması ağırlığının haksızlığını da fark ederek.
Hikâye, Mahajan’ın 1996 yılında evlerinin yakınında patlayan bir bombalı saldırıdan ilhamını alarak gerçek bir olaya dayanıyor. Kitabın Amerika’da gördüğü ilgi çok da şaşırtıcı değil. Söz konusu bir bombalı saldırı hikâyesi ve konunun odağında yer alan Hindu bir aile ve müslüman bir genç var. Dünyada terörizm artık İslam’dan bağımsız bir şekilde düşünülemiyor, 11 Eylül’den beri böyle son yıllarda bu algı dünyanın her yerine yayılan bombalı saldırılarla daha da oturmuş durumda. Kitabın Amerika’da yayınlanan eleştirilerde terörizm derken olayı yapanların Müslüman olduğunu belirtme gereği bile duymadığını görüyoruz.
Majahan, hikâyenin çekirdeğine, çocuklarını patlamada kaybeden Hindu Khuranalar ve Müslüman Ahmet ailesini koysa da ortaya her iki tarafı da anlamaya yönelik bir bakış açısı çıkmıyor. Keza, kurbanı ya da suçluyu, hayatta kalanı ya da sevdiğini kaybedeni, Delhi’nin azınlığı müslümanları ya da toplumsal sınıf çatışmasını anlamamıza ya da herhangi bir karakterle empati kurmamıza yardımcı olmuyor yazar. Tek bir amacı var gibi ele alıyor bombalı saldırı sonrası travmayı, olduğu gibi, onunla bir bağ kurmamızı beklemeden ve bunu gerçekten yaşamadan o bağı kuramayacağınızı bilerek.
“Vikas bu insanlara hayret ediyordu. Ama gerçi, onlar hiç böyle bir kayıp yaşamamıştı, çocuklarını tanıdıkları da pek söylenemezdi. Onlara kalsa, aileye doğan her çocuk aynıydı, genetik malzemenin devamıydı. Bu insanlara zamanında neden mesafe almış olduğunu tekrar hatırlamıştı.” (syf. 47)
Tüm hikâye boyunca Khuranalar’ın ve Mansur Ahmet’le ailesinin bomba sonrası hayatlarını izlerken kişisel buhranlarından bir türlü çıkamayarak dağılan hayatlara tanık oluyoruz. Ajite edilmeye bu kadar müsait bir konu karşısında doğru mesafelenen yazar, kitabın ilk birkaç bölümünden sonra anlatıya o kadar çok protagonist ekliyor ki oğulları Nakur ve Tuşar’ı kaybeden Khuranalar’ın yasına, saldırıdan sağ kurtulan Mansur’u bekleyen geleceğe, bombayı pazara yerleştiren örgüt üyesi Şoki’nin iç dünyasına, tam dâhil olacağız derken kendimizi kapının dışında buluveriyoruz. Küçük Bombalar Cemiyeti, böylesine bıçak sırtı bir konuyu, sıradan insanların hayatına yansıdığı şekliyle ele alma fırsatını bir noktada kaçırıyor. Bunu kaçırdığı noktadaysa geriye kafa karışıklıkları içinde, üzerine konulan her özelliğin biraz bol geldiği karakterler kalıyor. Ölen çocuklarının arkasından, “baba olmayı hiç istememişti zaten” itirafını duyduğumuzda bir an ölümün ya da ailenin kutsallığını sorgulayan bir karakterle mi karşı karşıyayız diye heyecanlansak da bu çıkışı yapan, çocuklarını kaybeden bağımsız belgesel yönetmeni Vikas, başta gösterdiği bu kararlı devamını getiremeyerek kendini yasın ve deliliğin pençesinden kurtaramıyor. Khuranalar’dan, kendisini oğullarıyla birlikte pazara gönderdikleri ve patlamayı yaşamasına sebep oldukları için nefret eden Mansur ise bu gerçekçi duygusundaki kadar cesur asla olamıyor.
Kitabın fonundaki siyasî atmosfer oldukça tanıdık. Hindu ve Müslümanlar arasındaki çatışmalar, işlemeyen adalet sistemi, ülkeyi karmaşaya sürükleyen ve yaptıklarını kendisinden öncekiler gibi gizleme gereği bile duymadan alenen yapan bir diktatör ve nerede patlayacağı kestirilemeyen küçük bombalar… Böyle bir ortamda bir pazar yerinde patlayan bombadan geriye kalan izleri takip ederken Hindistan’ın iç karartıcı politik çalkantıları da hikâyeye eşlik ediyor. Bu küçük bombalardan etkilenenin neden hep alt sınıftan insanlar olduğuysa kitabın önemli sorularından biri.
Vikas ve Dipa çifti, her ne kadar bombalı saldırıda iki çocuğunu kaybeden ve aynı acıdan muzdarip bir çift olsa da hikâyeyi Dipa’dan çok Vikas’ın gözünden görüyoruz. Fiziksel olarak hastalığa yatkın ve zayıf eşinin ne hissettiğini de kendisinin bu yas süreciyle nasıl baş etmeye çalıştığını da Vikas’ın gözünden görüyoruz. Orta sınıf bir entelektüel olmasına rağmen yaptığı ödüllü bağımsız belgesellere rağmen ailesinden kalan evde akrabalarıyla birlikte yaşama konforundan vazgeçmediği için, Delhi’de kalmaya devam ettiği için uzun süre kendini suçluyor Vikas. Dipa ise kocası karşısında neden daha güçlü durmadığı, bir işi olmadığı hâlde çocukları o gün pazara neden kendisi götürmek yerine taksiyle gönderdiği konusunda kendini suçluyor. Böylesine bir kaybın en bilindik duyguları belki de. Tüm suçu kendinde görme eğilimi, o güne dair onlarca farklı senaryo kurmak ve zihninde defalarca o günü, sevdiğin kişinin kurtulabileceği şekilde yeniden yazmak. Bu suçluluğun da o günü defalarca yeniden kurgulamanın da sevdiğin insanı geri getirmeyeceğini anladığın andaysa başlayan o ağır yas süreci. Bu süreçle baş etmenin farklı yollarını arıyor Khuranalar. Ne bombalı saldırılar üzerine bir belgesel çekmek ne de yeni bir çocuk iyileşmelerini sağlamıyor. Bize birçok sayfada bu iyileşmenin, hayatın devamlılığının umudunu veren yazar, her umudu ya da iyileşme ânını boşa çıkararak bizi çıplak ve bir o kadar da rahatsız edici bir gerçeklikle baş başa bırakıyor.
Sevimli bir anlatı değil Küçük Bombalar Cemiyeti. Her şeyi sorgulayıp her yöntemi deneyip ne kurban yakınlarına ne kurbana “hayat devam ediyor” dedirtmiyor, dolayısıyla okura da.
“Eyüp’e gelince, o küçük, yaralı, arayış içinde bir hayvandı, ana yoldan ayrılalı epey olmuştu…” (Syf. 303)
Henüz 12 yaşında iki yakın arkadaşının ölümüne tanık olan, koluna saplanan şarapnel parçasıyla hayatının her anında peşini bırakmayan ağrılarla baş etmek zorunda kalan Mansur için de durum farklı değil. Orta üst sınıf anne babasının tek oğullarını kaybetme ihtimalinden sonra daha da artan korumacılığı ve el üstünde tutma hâlleri, Amerika’da aldığı eğitim ya da aktivist Eyüp ile tanıştıktan sonra Allah’ı bulması onun ne fiziksel acılardan ne de hayatındaki en ufak aksilikte oraya, patlamanın olduğu o güne dönmesine engel olmuyor.
Mansur’un, bireyciliğe ve maddeciliğe duyduğu nefret hem anne babasıyla olan çatışmasında hem o gün pazar yerine gitmek istemediği hâlde, üstelik ailesinden izin de almadan, onu oraya çocuklarıyla birlikte gönderen Khuranalar’a yöneliyor. Fakat patlamanın ardından yıllar geçtikten sonra pazar yerine gittiğinde düşündükleri Mansur’un tutarlılık gibi bir derdi olmayan karakteriyle bir kez daha karşılaşıyoruz: “Yıllar sonra pazara döndüğüm gün bir bombanın daha patlama ihtimali nedir diye düşündü. Ve Allah’ın gözünde benim, devreyi tamamlayan korkunç bir anahtar olmadığımı kim söyleyebilir?”
Ne bireycilikten ne de maddecilikten azadedir Mansur. İçten içe Khuranalar’dan daha zengin oldukları için, arkadaşı Eyüp kadar fakir olmadığı için şükreder. Amerika’da eğitim alırken porno bağımlısı olmasını Allah’ı bulmamış olmasına, tecavüzlerin artmasını kadınların başını örtmemesine bağlar ama günde kıldığı beş vakit namaz da, başında takkeyle dolaşmak da onu ne porno bağımlılığından ne de Eyüp’ün sevgilisi Tara’yı arzulamaktan kurtarmaz. Yazarın burada Mansur ve Eyüp karakterlerini bu kadar tutarsız yaratması, göstermelik dindarlıkları altında heteronormatif ve tecavüzü meşrulaştıran toplumun devamı iki genç erkek oldukları vurgusunu ayrıca ele almak gerekiyor. Bir taraftan Müslüman olduğu için okulda dışlanan, içten içe bundan utanan Mansur, diğer taraftan yozlaşmışlığıyla eleştirdiği toplumun bir uzantısıdır.
Kitabın ABD’deki başarısını, konusundaki egzotik baharatlara veriyorum. Bitmeyen protagonist geçidinde karakterlerin birçoğuyla gerçek bir bağ kurmak mümkün olmuyor. Mansur’un bildungsromanvari başlayan çatışmaları sürekli değişen karakterine yetişmekte zorlanmamıza neden oluyor. Orta sınıf sanatçı ve ailesi tarafından anlaşılmayan Vikas, yazar belki de özdeşim kurduğundan, tüm zayıf yönlerine rağmen kayırılmış bir karakter hissi uyandırıyor. Kadın karakterler ise erkeklerle birlikte anıldıklarında var olurken, ölen çocukların annesi Dipa’nın tek başına öne çıktığı tek an ise evliliklerini yıkıma götüren bir neticeyle sonlanıyor.