Kusurlu olmanın mükemmelliğin bir parçası olduğunu sanattan ve doğadan örneklerle anlatan John Ruskin’in estetik anlayışı kusursuz gibi, ancak toplumun alt ve orta tabakaları ile özellikle kadına bakışı ne yazık ki öyle değil
13 Ağustos 2015 14:40
Sadece İngiltere’nin değil dünya tarihinin en üretken ve nevi şahsına münhasır sanat eleştirmenlerinden biri olan John Ruskin, hayatını görmeye, gözlemlemeye ve estetik anlayışını paylaşmaya adamış bir yazardı. Metinlerinde çağının sanat anlayışını tüm tartışmalarıyla gösterdiği gibi, sıradan insanın da nasıl bir zihniyete sahip olduğunu yansıtıyordu. Elbette toplumun entelektüel kesimi ile sokaktaki insanın arasındaki fark aşikârdı ve Ruskin, toplumu aydınlatan bir konumda olmayı benimsemişti. Aydınlatmaya çalıştığı toplum, belki Ortaçağ’ı geride bırakmıştı ama yine de o dönemin Viktoryen İngiltere’si oldukça karanlıktı ve sanat ile hayat arasında fırtınalı bir ilişki vardı.
John Ruskin’in geçimsizlikle sonuçlanan evlilik öyküsünü anlatan Effie Gray adlı film, bize oldukça küstah, bencil bir Ruskin portresi çiziyordu. Gerçeklere dayalı bir biyografi olsa da, Ruskin’in karakteri oldukça rahatsız ediciydi; hatta kadın kimliğinin özgür iradesini vurgulamaya çalışan bu filmde Ruskin, neredeyse bir antagonistti. Diğer yandan, sanat ve hayat arasında kalmış bir adamın öyküsünü anlatmak için Ruskin’in eşinin seçilmesi son derece yerinde bir tercihti. Bugün elimize kalan belgelerden, Ruskin’in eşi Effie Gray’e evlilikleri süresince “elini sürmediğini”, çünkü Gray’in vücudundan adeta tiksindiğini biliyoruz. Ne de olsa Ruskin, heykellere âşık, sanat eserleriyle takıntılı bir ilişki kurmuş bir sanatseverdi. Eşi Effie Gray ise Ruskin’e göre sadece kusurlu bir insandı, oranları bir heykeltıraşın elinden çıkmamıştı. Sanata ve doğaya baktığında muhteşem eserler gören ve en ufak bir detaya sayfalar ayıran, bu nedenle dünyayı nasıl gördüğünü çok iyi bildiğimiz Ruskin, estetik anlayışının sınırları dışında kalan bir kadınla evlenmişti. Filmin de anlattığı gibi bu evlilik çok uzun sürmedi. Sonunda Effie Gray, kendisine “bakmayı” bilen bir ressamın, J.E. Millais’in eşi oldu. Filmin bize çizdiği portrede, Ruskin sanata ve doğaya hayranlıkla bakarken, kadına yukarıdan bakan bir entelektüel olarak resmedilmişti. Halbuki Ruskin’in yazdıklarına bakılırsa mesele o kadar da basit görünmüyor.
Ruskin’in 1864’te verdiği iki konferans metninden oluşan Susam ve Zambaklar’ın ilk kısmında, yazarın toplumdan ne kadar şikâyetçi olduğunu görmek mümkün. İngiliz kültürünün entelektüel eksikliğinden yakınan Ruskin, sanata ve edebiyata değer verilmediğinden bahsederken, sıradan ihtiyaçlara ya da “lüks” harcamalara yapılan yatırımı eleştiriyor ve İngilizlerin doğayı, bilimi, sanatı hor gördüğünü örneklerle anlatıyor. “Duvarlarınızda ilanlar için her zaman yer vardır, tablolar içinse hiçbir zaman olmamıştır,” diyor ya da “kitap raflarının sayısını şarap mahzeni sayısıyla kıyaslarsak ne düşünürsünüz acaba?” diyerek sorguluyor toplumu. “Bir yandan kendimizi zengin bir millet olarak görüyoruz, bir yandan da ödünç kitap veren kütüphanelerden alınan, elden ele dolaşmaktan yıpranmış kitapları kullanacak kadar ahmak ve pisiz,” diyerek sesleniyor dinleyicilerine.
Gelgelelim, sanki buradaki iddialara cevap verirmişçesine, ilk kısmı şöyle bitiriyor Ruskin: “İyi terbiye görmüş ve eğitilmiş bir İngiliz… beyefendi (ya da daha da iyi bir hanımefendi) birçok heykelden daha iyi, harika eserlerdir… Belki de güzel bir insan varlığı inşa etmek, güzel bir kubbe veya kule inşa etmekten daha iyidir ve böylesine bir varlığa saygıyla bakmak bir duvara bakmaktan daha hoştur.” Böylece, sanat ve hayat arasındaki uçurumu, insanı bir sanat eseri olarak değerlendirme yoluyla kapatıyor Ruskin. Belki de bir sanat eleştirmeni olarak, insanı sadece bu şekilde kavrayabiliyor, ancak eşi ile arasında yaşananlar doğruysa, bu yaklaşım sadece kâğıt üzerinde kalıyor.
Kitabın ikinci kısmı da büyük ölçüde kadının toplumdaki yerine ayrılmış. Effie Gray adlı filmde kadın-karşıtı bir Ruskin anlatılıyordu, ama yazarın kendi söylediklerine bakılırsa, Ruskin’in neredeyse feminizme yaklaştığı bile –birkaç satırlığına da olsa– iddia edilebilir. Örneğin, “bir kadını kocasına koşulsuz şartsız bir köle gibi boyun eğmeyi borç bilen ve güçsüzlüğüyle kocasının üstünlüğünü kabullenen bir hizmetçi ve bir gölge olarak görmek”, yazara göre “aptalca bir yanlış.” Buradan hareketle metnin devamında Shakespeare’in eserlerindeki kadın karakterleri yorumluyor Ruskin ve ardından edebiyatın alanından çıkıp tekrar toplumsal eleştiriye dönüyor. “Bir cinsiyetin ötekine… üstünlüğünden bahsederek aptallık ediyoruz,” diyor. Ancak bu noktadan sonra hayattan değil sanattan beslenen “eleştirmen” tarafı yavaş yavaş yüzeye çıkıyor. “Yapacağınız ilk iş kadının vücuduna şekil vermek olmalıdır,” diye devam ediyor. Ruskin’in gözünde kadın, erkeğin dünyasında eğitilmesi, geliştirilmesi gereken bir varlık haline geliyor. Kızlara eğitim erken yaşta verilmeli, çok ağır kitaplar okutulmamalı gibi öğütler veriyor. Erkek ve kadın arasında ayrım yapılmamalı gibi bir bakış açısıyla başladığı metin, giderek ayrım yapan ve yukarıdan bakan bir üslup tutturarak bizi ters köşeye yatırıyor: “Bir erkeği istediğiniz şekle sokabilirsiniz, kaya olmasını istiyorsanız kaya yaparsınız… Ne var ki bir kızın karakterine işleyemezsiniz. O bir çiçeğin yetişmesi gibi gelişir. Güneşsiz kalırsa solacaktır… Size ihtiyacı olduğu anlarda onu bir başına bırakırsanız toz içerisinde başını devirecek ve kirlenecektir.” Ruskin, son noktayı da erkek-egemen söylemin şiarıyla koyuyor: “Erkeğin evine karşı olan sorumlulukları, … evin geçimini sağlamak, evini kalkındırmak ve korumaktır. Kadının sorumluluklarıysa evin düzenini, refahını ve güzelliğini sağlamaktır.” Böylece Ruskin’in kadına nasıl yaklaştığını, daha doğrusu nasıl yaklaşamadığını açıkça görüyoruz ve Effie Gray filmindeki bencil portrenin çok da abartılı bir tasvir olmadığına ikna oluyoruz.
Hem bahsettiğimiz filmde anlatılanlar hem de Susam ve Zambaklar kitabındaki görüşler, sanat ve hayat arasında gelgitler yaşayan bu 19. yüzyıl entelektüelinin sert, disiplinli, elitist yanını ortaya koyuyor. Anlaşılan Ruskin, insana yaklaşamayan, uzaktan seven biri, ancak sanat ve doğa üzerine yazdıklarında müthiş bir estetik bilinç yatıyor. John Ruskin, Türkiye’de Kafka Kitap’ın yayımladığı, Penguin Books’un “Great Ideas” [Büyük Fikirler] serisine seçilmiş yazarlardan biri. Ruskin’e ayrılan ve seçme iki metninin yer aldığı kitabın adı da, manidar bir biçimde, Sanat ve Hayat Üzerine.
Bu metinlerden ilki, aslında Ruskin’in The Stones of Venice [Venedik’in Taşları] adlı ünlü eserinde yer alan “Gotik’in Doğası” başlıklı parçanın kısaltılmış hali. Bu parçayı sadece Gotik mimari hakkında bilgi sahibi olmak isteyenler değil, Gotik edebiyatın kökenleri hakkında düşünmek isteyenler de okumalı. Öncelikle “Gotik” kavramının tanımlanmasının ne kadar zor olduğunun altını çiziyor Ruskin. Müphem bir kimliğe sahip olan bu kavramı çeşitli yönleriyle, coğrafya etkisiyle, tarihi kökenlerle birlikte ele alarak, İngiliz kültürünün temelindeki “Gotiklik” eğilimini de tartışmaya açıyor.
Bu mimari metninin en önemli özelliklerinden biri de, “kusurluluk” meselesi. Kusurlu olmayan hiçbir mimarinin tamamen soylu olamayacağı”nı iddia ediyor Ruskin ve “Gotik kusurluluk” kavramını irdeliyor. Tabii buna her daim kusursuzluk peşinde olan klasik sanat anlayışının eleştirisi de dahil. “Kusurluluk ölümlü bir bedendeki hayat belirtisidir… yaşayan hiçbir şey tamı tamına mükemmel değildir… bir parçası çürüyorken, bir parçası doğuyordur,” derken, bize Gotik edebiyatın da omurgasındaki unsurlardan birini deşifre etmiş oluyor.
“Doğada, Sanatta ve Politikada Demirin İşlevi” başlıklı metin ise, demir hakkında okuyabileceğimiz en edebi metin belki de. Demir hakkında olduğu kadar “pas” hakkında bir metin bu. Ruskin, pas dediğimiz şeyin bir kusur değil, bir erdem olduğunu, paslanmış demirin, yani bizim kusurlu saydığımız demirin aslında “canlı” olduğunu, kısacası bilinenin aksine işleyen demirin ışıldamadığını göstererek, tıpkı bir önceki metindeki gibi, ölüm ve yaşamın birbirinin içine geçen “gotik” doğasını; tam da 19. yüzyılın hayat dolu dekadansını, aydınlık karanlığını tasvir ediyor. Ruskin’i okuduktan sonra Dickens, Stevenson, A.C. Doyle, Oscar Wilde gibi yazarların eserleri ve eğildikleri meseleler daha da “estetik” bir hal alıyor.
Demir hakkındaki bu metinde dönemin zihniyetini yansıtmakla birlikte, dekadan edebiyatı olumlar bir şekilde, toplumsal eleştirisini de yapmaktan geri kalmıyor Ruskin: “Kolaylıkla paslanmayan tek bir metal vardır ve o, şimdiye kadar İnsan üzerindeki etkisiyle, Hayattan ziyade Ölüme sebep olmuştur.” Elbette altından bahsediyor Ruskin.
Demirin, doğanın bir harikası olarak ele alındığı bu metin, politikada demirin çağrışımlarıyla; saban, pranga ve kılıç bahisleriyle devam ediyor. İngiliz toplumunun mükemmel bir toplum haline gelmesi için sabanı, prangayı ve kılıcı nasıl kullanacağını anlatıyor Ruskin. Pranga bahsinde konu özgürlüğe geldiğinde, Ruskin her zamanki o kendine özgü ve muhafazakâr bakış açısıyla, özgürlüğün değil, kısıtlanmanın ve itaatin daha onurlu olduğunu iddia ediyor.
Sonuçta, Sanat ve Hayat Üzerine’deki her iki metin de “kusur”la ilgili. Kusurlu olmanın mükemmelliğin bir parçası olduğunu sanattan ve doğadan örneklerle anlatan Ruskin’in estetik anlayışı kusursuz gibi, ancak toplumun alt ve orta tabakaları ile özellikle kadına bakışı ne yazık ki öyle değil.
Kusura bakma Ruskin.