"Covid-19 ile yatıp kalkarken, gözümüzün önünde virüs sayısız mutasyon geçirmişken evrimden daha çok söz edilmesini beklemek beyhude olabilir – tıpkı aşıların önemi ayan beyan ortaya çıkmışken aşı karşıtlığının azalmayışı gibi. İnsanın Kusurları, sebatlı evrim karşıtlarını bile evrimin işleyişine ikna edebilecek kadar sade ve eğlenceli bir kitap."
11 Mayıs 2021 02:22
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında düzenlenen “Orijinal Vücut Dünyası-Yaşam Döngüsü” adlı ürpertici sergide, plastinasyon adı verilen bir yöntemle çürümez hale getirdiği 200'den fazla insan bedeni parçası ile ölü gövdeleri farklı şekillerde (basketbol oynarken, resim yaparken…) kurgulayan Alman bilimci Gunther von Hagens, “İnsan bedenini anatomik bir hazine, büyük bir harika olarak görüyorum” demişti açılış konuşmasında: “Bu evrim, mühendislik ve zekâ harikası beni şaşırtmaya devam ediyor ve henüz tüm sırlarını bana açıklamış değil.”
Serginin bazı çevrelerde, ‘sanat eseri’ olarak değerlendirilmesine ilişkin olarak ise –sanki biraz kafa karışıklığı sergileyen– şu sözleri sarf etmişti:
“Ben insan bedenini güzelleştirerek sergiliyorum. İnsan anatomisi işi, sanat olarak değerlendirilemez. Ancak ‘başyapıt’ olarak değerlendirebilirsiniz.”
Gunther von Hagens, kadavralardan biriyle.
İnsanın Kusurları, tam tersine, bu başyapıtın aslında nasıl derme çatma bir gecekondu olduğunu göstermeye hasredilmiş. Bir başyapıt, Rönesans’tan beri sanatla bilimi buluşturan bir mühendislik harikası nasıl olur da bu kadar çok ve hayati kusur içerir? Nathan H. Lents, “işe yaramaz kemiklerden bozuk genlere, arızalarımıza genel bir bakış” alt başlığını taşıyan kitabında defolarımızı uzun uzadıya ele almış: Küçülen burunlarımız ve burun boşluklarımız yüzünden mukus drenaj sistemi yerçekimine karşı çalışmak zorunda kalır, bu yüzden sinüs enfeksiyonlarına kolayca yakalanırız. (s. 25) Dergilerde “İnsan vücudunun muhteşemliği” başlığı altında “yemek yerken boğulmamızı engelleyen epiglot kıkırdağının çalışma sistemi”ni bir mucize olarak anlatan yazılar okuyabilirsiniz, ama boğazlarımız hem hava hem de besin iletmek zorunda olduğundan gereklidir epiglot kıkırdağı; bu ‘tasarım hatası’ yüzünden boğularak ölme riskimiz yine çok fazladır. Sonuç olarak solunum sistemimiz kuşlarınkine oranla kat kat daha verimsizdir. (s. 33-34) Boyunlarımız “dillere destan bir hassasiyet abidesi”dir. Dört ayaktan iki ayağa geçiş nedeniyle ağırlık merkezinin değişimi vücudun bütün yükünü Aşil tendonunun üzerine yıktığı için bu tendon hasar gördüğünde yürüyemez hale geliriz. (s. 39) Başka bir ‘tasarım’ hatası yüzünden bağırsaklarımızda üretilen B12 vitaminlerinin çoğu dışkılanır ve vücut tarafından kullanılamaz… (s. 59)
İlerleme mitosu
Bir zaaflar kataloğu olmanın çok ötesinde, evrim üzerine bir kitap İnsanın Kusurları. Hatta evrimin nasıl işlediğine dair başvurulacak ilk popüler kaynaklardan biri olmaya aday denebilir – şu anda bulunduğumuz yeri varılmış bir zirve noktası olarak gören, ilerlemeci evrim anlayışına doğal bir panzehir içerdiği için.
Milyonlarca yıllık bir süreye yayılmış tesadüfi süreçleri anlamanın zorlukları, zaten her yere sızmakta olağanüstü başarılı olan mitoslara Darwin’in zamanından beri davetiye çıkarır boyuna. Darwin evrimin ilerleme anlamına geldiği şeklinde yorumlanabilecek herhangi bir söz etmemiş, evrim kelimesini bile kullanmaktan kaçınmış olsa da, evrim düşüncesi en başından beri ilerlemenin, gelişmenin, mükemmelleşmenin itici gücü olarak görüldü – ve sosyal Darwinizme yol açtı... diyebilirdik, sosyal Darwinizm diye adlandırılan şey Darwinizmden eski olmasaydı!
Evrime ilişkin popüler kitapların pek çoğunun kaçınamadığı bir sorundur bu: Evrim çizgisi tek hücreli canlılardan insana milyonlarca yıl boyunca ilerler, ilerler... Nihayet mutlu son: Kaçınılmaz olarak homo sapiens gezegenin efendileri haline gelir. Çünkü biz canlıların en karmaşığıyızdır, en basitten en mükemmele doğru giden evrim çizgisinin nihai ürünleri. İlerleme mitinin zehirlediği bu şekliyle evrim, adım adım açılan tanrısal bir plandır neredeyse.
Mükemmellik mitosu
Evrimi ve evrimsel süreçleri kavramanın önündeki ciddi zorluklardan biri, rastlantısal ve kendiliğinden süreçlerin nasıl olup da mükemmel sonuçlar yaratabildiğine ilişkin eski bir problemdir. XVIII. yüzyıl tanrıbilimcisi William Paley, 1802’de yayımlanan Natural Theology adlı kitabında meşhur saatçi analojisini kullanmıştı: Yürürken çalılıklarda bir taş görürsem onun hep orada olduğunu düşünebilirim, ama bir saat bulursam, bu karmaşık ve girift nesnenin birisi tarafından tasarlanmış, yapılmış olduğuna kanaat getirmem gerekir. “Bir saatte var olan tasarım belirtileri doğanın işleyişinde de vardır” diye sonuca varıyordu Paley. Çok sonraları Richard Dawkins, Paley’nin varsaydığı yaratıcının doğal seçilim olduğunu, saat gibi, insan vücudu ve beyni gibi mükemmel görünen karmaşık düzeneklerin kör ve rastlantısal süreçlerle ortaya çıkabileceğini ele alarak –bizde “ateistler bunu açıklasın” kalıbına dökülen– bu metaforu Kör Saatçi adlı kitabında işleyecekti.
Paley kitabını yayımladığında Türlerin Kökeni’nin çıkmasına daha yarım yüzyıl vardı; dolayısıyla canlılık açıklanmaya muhtaçtı ve yaratıcı bir elin dokunuşu olmaksızın bu açıklamayı yapmak pek mümkün değildi. Darwin’in evrim teorisi bu açıklamayı sunmanın ötesinde şunu da gösterdi: Kırda yürürken Paley’nin ayağına takılan taşlar, çalılar ve saatler arasında büyük bir fark yoktur. Teolog için –taşları bir kenara bırakalım şimdilik– çalılar ve ağaçlar değil, mükemmelliği temsil eden saat problem teşkil eder; belli bir karmaşıklık eşiği, bir yaratıcının varlığını düşündürür. Oysa en basitinden en karmaşığına kadar bütün canlılar bir dirim ortaklığı içindedir; hassas ve dakik birer saat olsak da –ki değiliz– doğanın geri kalanıyla ayrı düşmüyoruz; bizler de çalılar, ağaçlar, bakteriler ve mantarlarla aynı kumaştanız. Rüyaların yapıldığı kumaştan dokunduğumuzu düşünsek de.
İnsanın Kusurları, titiz ve dikkatli bir saatçinin, her şeye kadir bir tasarımcının elinden çıkmadığımızı, bir tasarım harikası değil, ayaklı birer tasarım ucubesi olduğumuzu gösteren kanıtlarla dolu. İlle tasarımdan söz edilecekse tabii. Ama Lents bir tasarım ürünü olamayacak kadar çok kusurlarla dolu olduğumuzu kanıtladığı gibi, bu kusurların oluşma sürecini anlatışıyla da bir “tasarım”dan söz etmenin imkânsızlığını ve gereksizliğini gösteriyor.
Kitaptaki ilginç örneklerden biri, insanların ve bazı başka primatların C vitamini üretme kapasitelerini kaybetmeleri: Köpekler kendi vitaminlerini üretebilirken türümüz bunu yapamıyor; üstelik kedi ve köpeklerle aynı gene sahibiz ama nedense bir mutasyonla bu gen devre dışı kalmış. Halihazırda C vitamini üretmeye yarayacak ama işlevsiz kalmış bu genleri taşıyor, narenciyeye muhtaç bir şekilde yaşıyoruz.
Evrimin kusurlu ve amansız işleyişi burada: Atalarımız C vitamini içeren meyvelerle dolu bir ortamda yaşamasalardı, bu rastgele mutasyon elenecekti (örneğin C vitamini sentezleyemeyenler skorbüt hastalığından öleceklerdi) ve geriye kalan bizler C vitamini üretebilecektik. Ama yaşadıkları ortamda ellerinin altında zaten C vitamini olduğu için insansılar bu mutasyonu kuşaklar boyunca yayabildiler. C vitamini üretmeyi sağlayan geni tekrar işler hale getirmek, rastlantısal mutasyonlarla işleyen evrimsel süreçlerin üstesinden gelebileceği bir şey değil. Sistemde ne bir Undo tuşu var ne de kendini tamir mekanizması: “Artık ihtiyaç duyulmayan bir kemiği bir düğmeye basarak ortadan kaldıracak bir ‘evrimsel süreç’ yok.” (s. 42)
Üstüne üstlük, öldürücü olmayan mutasyonları düzeltecek bir mekanizma olmayışı bir yana, devre dışı kaldığı için, bir kez bozulmuş gen çok daha fazla mutasyon biriktirmeye başlıyor. DNA'larımız hangisinin çöp olduğu belli olmayan, fonksiyon dışı, sürüyle mutasyona maruz kalmış sayısız genle dolu bu yüzden.
Evrim tarihinde neyin avantaj, neyinse ölümcül bir kusur olduğu aslında pek net değil. Vitaminlerle ilgili bu kusurlar muhtemelen atalarımızın hepçil oluşlarıyla bağlantılı. Vücutta üretmenin maliyetiyle karşılaştırıldığında, vitamini dışarıdan almak çok daha ekonomik – tabii, bulursanız. Bugün bir kusur olarak tarif ediliyor olabilir, ama zamanında atalarımızın hayatını kurtaran bir değişimdi belki de.
Belirleyici olan, evrimin acımasız hakemi olan çevre: Bilindiği gibi çevreye uyarlanmak canlılar için hayatta kalmanın önemli bir ölçütü, ama çevresel koşullardaki ani değişimler (bir önceki) çevreye yeterince iyi uyarlanamamış canlılar için bir anda avantaj haline gelebilir.
Kendisinden şunu yaptı, bunu geliştirdi, şunu şöyle tasarladı diye bir kişi gibi söz ettiğimiz evrim gerçekten bir kişi olsaydı, titiz bir endüstriyel tasarımcı ya da mühendis değil, arka bahçesindeki ıvır zıvırla elindekileri onarmaya çalışan, amatör bir tamirci olurdu. Tasarımdan falan hiç anlamayan, sürekli çeşitlemeler yapan, öngörüşsüz, hatta hiç görüşsüz – yani kör…
Öyle ki, bu kör saatçi yaptığı, yapmaksızın duramadığı çeşitlemeler için elinde ne varsa onu kullanıyor sadece; François Jacob’un dediği gibi, bir yaptakçı o. Yaptakçılıkla (brikolaj) ortaya çıkan ‘ürün’lerin mükemmel olma ihtimali yok, derme çatma olmaları kaçınılmaz. Ama işte, bu kör yaptakçının muazzam bir zamanı var, arka bahçesinde milyonlarca yıl geçirebiliyor. Bir de derme çatma ürünlerini eleyen, onları seçen, acımasız ve keskin bir mekanizma var: Doğal seçilim.
Yeterince –birkaç milyon yıl– beklemeye sabrımız olsa (teknoloji biyolojinin işine karışmayacak diye varsayıyoruz), büyük bir ihtimalle öngörüsüz ve kör yaptakçı söz konusu kusurları doğal seçilimle düzeltecektir, ama bu durumda bilmemiz gereken ilk şey, kusurların başka kusurlarla düzeleceğidir: “Mutasyonlar küçük gelişmeler sağlamakta iyidir ama sıfırdan, yeni bir tasarım üretemez.” (s. 33)
İnsan gövdesini yeniden tasarlamak
İnsan gövdesi mükemmeldir, çünkü bir “akıllı tasarım” eseridir diye düşünenler, “mümkün olan dünyaların en iyisi”nde yaşayanlar hâlâ var. Üstelik epey de kalabalıklar. Gerçekten tasarım eseri bir insan gövdesinin nasıl olacağını, neye benzeyeceğini görseler fikir değiştirirler mi dersiniz?
Anatomi uzmanı profesör Alice Roberts, insan gövdesinin kusurlarını gidermek üzere hayvanlar âleminden, kuzenlerimizden ve daha uzak akrabalarımızdan ilham almış, Londra Bilim Müzesi’nde kendisinin mükemmel versiyonunu, Alice 2.0’ı tasarlamaya girişmiş: Güçlü şempanze omurgası, şokları gideren büyük tendonlara sahip devekuşu ayakları, üç büyük damarla değil, sayısız ince damarla kanın pompalandığı köpek kalbi, doğumu kolaylaştırmak üzere kangurularınki gibi bir kese, yemek borusu ile soluk borusunun ayrılması, akciğerlere giren hava ile çıkan havanın birbirine karışmaması için kuşlarınki gibi bir solunum sistemi, baykuş-ahtapot karışımı gözler, kedilerinki gibi büyük, esnek ve kıvrak kulaklar, kolayca D vitamini üretebilmek ve deri kanserine yakalanmamak için kurbağalarınki gibi açıklı koyulu bir deri… Üç ayda, kör yaptakçının milyonlarca yıl içinde çözemediği kusurları gidermiş!
Ürpertici hatta ürkünç görünmüyor mu? Bir de Alice 2.0 açısından bakın; hayata kavuşabilseydi ona ve onun kuşağına muhtemelen o kadar korkunç gelmeyecekti bu anatomi. Mesela kesesi daha büyük olan dişiler 2.0 erkek modellerine daha çekici gelebilirdi! Schopenhauer Aşkın Metafiziği’nde güzellik algımızın biyolojik üreme temelli olduğunu söylememiş miydi?
Ama tabii, söz konusu olan sadece bir maket. Bütün bu yapı ve işlev değişikliklerinin bütün gövdeyi (beyni de!) nasıl etkileyeceğine dair tasarımcının en ufak bir fikri bile yok. Bir bakıma tasarımcı olarak Alice Roberts’ın daha kör olduğu bile söylenebilir; ne de olsa bizler bu gezegen üzerinde birkaç milyon yıldır iyi kötü yuvarlanıp gidiyoruz, oysa Alice 2.0’ın yaşama şansı sıfır.
Alice 2.0 farklı hayvanların –belli ölçütlere göre– ‘en iyi’ özelliklerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş bir karışım. Bir robot da olamazdı. Ne gerek var, hiç doğurmayacak bir varlığın kese taşımasına, değil mi?
Bugün yaşama şansı olmadığı gibi, bir geçmişi de olmayan Alice 2.0'ın aksine, kör ve basiretsiz yaptakçının ürünleri olan bizler, milyonlarca yıllık geçmişimizi gövdelerimizde, zihinlerimizde taşıyoruz. Ayaklı birer doğa tarihi müzesiyiz hepimiz. Lents kitap boyunca sayıp döktüğü kusurları “yaşam mücadelesinde kazandığımız galibiyetlerden geriye kalan yara izleri” olarak tanımlıyor. Kimisi çok daha fazlası; bizi biz yapan şeyler. Kimisi ise aslında kusur sayılmayabilir: Yeni bir uyarlanmanın getirdiği sorunlar, örneğin dört ayaktan iki ayağa geçmenin yarattığı problemler… Çok daha kıymetli bir şey pahasına ödediğimiz bir bedel bu. Eski kusurlarımızın yenisiyle düzeltilmesinin sonuçlarından biri.
Bambaşka bir ortama uyarlanmış gövdelerimizin modern dünyada obezite, şeker gibi yeni tehditlerle karşı karşıya kalmasını ise doğrudan gövdelerimizin kusuru saymayabiliriz. Kendini evcilleştiren bir tür olarak bir çırpıda (yani on binlerce yılda) değiştirdiğimiz yaşam koşullarımızın, çevremizin eseri.
Kusurlu gövde - muhteşem beyin mitosu
Alice 2.0 maketinde beyine ve zihinsel süreçlere ilişkin herhangi bir çözüm yok. Bunlar makette görünmeyeceği için mi, yoksa zaten beyinlerimizin kusursuzluğa çoktan eriştiği düşünüldüğü için mi? Belki her ikisi de.
Gövde konusunda hep ikircikliyiz: Bir taraftan onu mucizevi, olağanüstü, tanrısal bulurken, bir taraftan da çok sınırlı olduğunu düşünürüz. Beyinlerimiz ve bilincimiz galaksinin uçsuz bucaksız derinliklerine uçmaya hazırken, âciz vücutlarımız bizi (biz kim burada?) engelleyip toprağa çekmektedir âdeta.
İnsanın Kusurları’nın bir bölümü “Enayi Bir Tür” başlığıyla beyinlerimizin ve zihinlerimizin kusurlarına ayrılmış; neden sadece küçük sayıları anlayabildiğimiz, optik yanılsamalara aldanışımız, bilişsel yanlılık, önyargılara yatkınlık, belleklerimizin sahte anı üretip durması… Fakat şöyle satırlara rastlıyoruz yine de:
“Diğer kusurlarımız için olduğu gibi bu evrimsel sorunları da büyük beynimizi kullanarak alt ettik. Bir bakıma doğanın sorunu çözmesini beklemektense evrimsel kaderimizin dizginlerini elimize aldık.” (s. 135)
Kitabın geneline böyle bir bakış hâkim değil. Örneğin Lents türümüzün hayatta kalışını beyin büyüklüğüne bağlayamayacağımızı söylüyor; pek çok homo türünden sadece biri hayatta kaldı, yok olanlar ile aramızda bilişsel yetiler açısından büyük bir fark yoktu. Dolayısıyla “atalarımız muhtemelen şans eseri birden fazla kez paçayı kurtarmıştı.” (s. 72)
Büyük beyin-kusurlu gövde ikilemi ortaya çıktığı zaman biraz ihtiyatlı olmak en iyisi. Mitler her yere, her fırsatta, her yerden sızabilir ve “zavallı, güçsüz, kusurlu bir gövdeyi idare eden bilgisayar” metaforu hemen devreye girebilir çünkü.
1950’lerden beri (tesadüf, bilgisayar teknolojisinin doğduğu yıllardan bu yana), modern kartezyenciliğin egemenliği sürüyor: İki parçadan müteşekkiliz; neredeyse sonsuz gücü olan, kozmik bir bilgisayar gibi işleyen zihin ve onun yönettiği, âciz bir gövde.
Zihnin bir bilgisayar gibi çalışmadığı, beynin bir bilgi-işlem makinesi olarak tarif edilemeyeceği epeydir biliniyor; nörobilimin yeni bulguları beynin bilgisayar modellerini –doğrulamak şöyle dursun– sürekli yalanlıyor. Ama yerleşmiş metaforların, bilimsel diskurda kendilerine yollar bulan eski mitlerin (mesela ruh-madde ikiliği) –nihayetinde temel kavramları birtakım metaforlara dayanmak zorunda olan– modern bilimin bir iki yeni bulgusuyla bir anda silinmesi o kadar kolay değil. Hele “bilgi-işlem makinesi olarak beyin” metaforunun pabucunu dama atacak yeni bir paradigma gelmediği sürece... Halihazırda eski paradigmanın çöktüğü ama yenisinin henüz ufukta belirmediği bir geçiş sürecindeyiz.
İnsanın Kusurları'nın bir kusuru varsa o da, gövdenin kusurları üzerinde uzun uzadıya dururken ister istemez bu eski metaforu kuvvetlendirmek, eski mitlerin sızacağı bir aralık bırakmak olabilir. Kusurları bir bir okuyup mükemmel olmadığımıza kanaat getirdikten sonra kendimize şunu sormazsak: Gövdelerimiz öteki hayvanlara kıyasla bu kadar âciz, bu kadar zayıf ve kusurlu mu gerçekten? İnsan güçlü pençelerden, keskin dişlerden, hızlı bacaklardan yoksun bir çıplak maymun mu sadece? Bilgisayarlı cılız gövde fikrini bir an için unutursanız, pek değil gibi: Homo sapiens en hızlı koşan memeli değildir ama pentatlon ve dekatlon yapabilen tek canlıdır! Dünyanın her coğrafyasına uyum sağlamıştır. Aşırı soğuğa da, sıcağa da dayanabilir. Neredeyse hiçbir av hayvanını koşarak yakalayamaz ama o hayvanı saatler, günler boyu takip ederek ele geçirebilir. Orta yaş denen şeyi icat etmiştir, üretkenliğini kaybettikten sonra uzun yıllar yaşayabilir. Taş atabilir, mızrak fırlatabilir, yüzebilir. Alet kullanabilir: Gövdesinin kusur denebilecek özelliklerinin epey bir kısmı, yüz binlerce yıllık alet kullanımı nedeniyledir. İki üç milyon yıllık biyo-tekno-kültürel varlık olarak gezegenin her noktasına yerleşmiştir: Tibet yaylalarından Afrika savanlarına kadar her iklimde ve coğrafyada yaşayabilir. Bütün bunlar da, zihinsel kapasitemiz başta olmak üzere başka pek çok şeyin yanı sıra, bir bakıma kusurlarla dolu görünen, evrimini henüz tamamlamamış gövdemizin olağanüstü dayanıklılığı, esnekliği ve uyum gücü sayesindedir.
Evrim tarihi beyninin kıvrımlarına, DNA’sına, kemik ve kaslarına kazınmış bu gövde, bütün o kusurları sayesinde bu derece dayanıklı olabilmiş ve yine bu kusurlarla benzersiz adaptasyon yeteneğine kavuşmuştur. Bu gövde hiçbir zaman çıplak değildi ayrıca, her zaman alet edevatla giyinip kuşanmıştı: Koltuk değnekleriyle ayakta duruyoruz, sınırlarımızı hep yeni koltuk değnekleriyle aşıyoruz, hem de uygarlık dediğimiz şeyin çok öncesinden beri. Milyonlarca yıldır sadece biyolojik değil, aynı zamanda tekno-kültürel varlıklarız. Bu gezegende hayatta kalma savaşının bir sonucu olarak doğamızda var aletlere, tekniklere, toplumsallığa muhtaç olmak. Kovanda yaşayan arılarız biz. Gövdemiz mükemmel değil, giderek de mükemmelleşmiyor.
Böyle düşününce robotları insan gövdesini taklit edecek şekilde tasarlamanın gülünçlüğü iyiden iyiye ortaya çıkıyor, değil mi? Onlar tasarlanan varlıklar; bizim gövdelerimizin milyonlarca yıllık çileli yolunu izlemek zorunda olmadıklarına göre, bize benzemeleri için aslında hiçbir teknik sebep yok.
Tasarlanmış, inceden inceye planlanmış bir düzenek olmadığımız içindir ki, kusur dediğimiz şeyler tarihimizin ayrılmaz bir parçası. Hepsi de kör saatçinin defolu ve kusurlu ürünleri olan öteki hayvanlarda olmayan muazzam uyarlanma yeteneğinin, uyum sağlama kapasitesinin tamamen beyinlere atfedilmesi, gövdelerin küçümsenmesi son birkaç yüzyılın tarihi – nasıl ki DNA’mız evrim tarihini yansıtıyorsa, zihinlerimizin işleyiş biçimi de yakın tarihimizi ele veriyor… Kaldı ki, bir bilgisayara uzaktan yakından benzemeyen beyinlerimizin neden metaforlara ve mitlere bu derece muhtaç olduğu da evrim tarihine bakarak anlaşılabilir – ama bu ayrı bir mevzu.
Covid-19 ile yatıp kalkarken, gözümüzün önünde virüs sayısız mutasyon geçirmişken evrimden daha çok söz edilmesini beklemek beyhude olabilir – tıpkı aşıların önemi ayan beyan ortaya çıkmışken aşı karşıtlığının azalmayışı gibi. İnsanın Kusurları, sebatlı evrim karşıtlarını bile evrimin işleyişine ikna edebilecek kadar sade ve eğlenceli bir kitap.
Son olarak; Türkçeye aktarılması mümkün olmayan bir hususiyeti var metnin: Lents insandan üçüncü tekil şahısla bahsettiği yerlerde he yerine she zamirini kullanmış. Desmond Morris’in Çıplak Maymun’u gibi popüler bilim kitaplarının çok uzun yıllar boyunca insan evriminin öznesi olarak açıkça erkekleri (“Man the Hunter”) gösterip durduğu hatırlanırsa, gayet yerinde bir jest.
•