Kütüphane, kitaplık, kitap, karakter ve kader

Kütüphanelerimiz entelektüel kimliklerimizdir. Pek çok kitabı dışarıda bırakmak pahasına kitaplığımızın raflarına dâhil ettiğimiz kitaplar, bütün bir hayatımızın tercih ve tutkularını yansıtır

Habent sua fata libelli.
[Kitapların da kaderi vardır.]

 

Dünya ile kütüphane, yaşamak ile okumak arasında kurulan benzerlikler oldum olası ilgimi çekmiştir. Mesela dünya okuyabildiğimiz bir kitapsa, kitap da içinde yaşayabildiğimiz bir dünya olabilir, diye düşünürüm. Kendi kaderinin elinde bir oyuncak olan insan, ister atıldığı bu dünyada isterse kuytu raflarında saadeti aradığı bir kütüphanede olsun, her halükârda yaşamak için okumaya mecburdur. Bizim kaderimize paralel olarak kitapların da kaderi varsa, bu kütüphanelerimizin de bir kaderi olduğu mânâsına gelebilir. Peki ama bir kütüphanenin kaderi nedir? Yok olmak veya miras olarak kuşaktan kuşağa aktarılmak mı? Sanırım bir kütüphanenin kurulamayacağını ancak miras alınabileceğini, ilk Çetin Altan’dan duymuştum. O zaman eşitsizliğimizin pek çok göstergesinden belki de en kahredici olanı, kütüphanesi olan bir eve doğup doğmadığımız olabilir.

Hayatı kitaplar içinde çalışma odasında geçen herkes gibi ben de gündelik hayatın ritminde göze çarpmayan ama aslında varlığıyla büyük farklar yaratan kitaplık rafları hakkında sonuna kadar götüremediğim dağınık ve uçucu düşüncelere sahiptim. Fakat geçen hafta kargodan çıkan Lydia Pyne’ın minik kitabı Kitaplık’ı okuyunca, –muhtemelen bu minik kitabın bütün okurları gibi– evin neredeyse her odasına dağılmış kitaplık raflarına üzerlerine düşünebileceğim güvenli bir mesafeden bakmaya başladım.

Pyne, Orta Çağ'ın lafzî mânâda zincirli kitaplarından günümüzün metaforik mânâda zincirli elektronik kitaplarına değişen teknolojiye rağmen bir form olarak kitap ve kitaplıktaki devamlılıkları vurguluyor. Sonra kitaplığa kitaptan başka nelerin konabileceğini ve kitapların raflara nasıl yerleştirileceğini anlatıyor. Çünkü kitaplık raflarının olduğu her yerde ilk baş gösteren sorun daima bir tasnif sorunudur. Sabit kitaplıkların esnek kataloglama sistemi ile hareket eden kitaplıkların sabit yerli kataloglama sistemini mukayese ettikten sonra Pyne, kitaplıkların bir gösterge ve sembol olarak da okunabileceğini gösteriyor. Neticede de bir kitaplığın hayat döngüsünün nasıl bir şey olabileceğine işaret ediyor: Kitaplıklar da doğar, yaşar ve ölür.

Pyne’ın teknik ve büyük ölçüde de tarihî enformasyonla dolu kitabının imâları aslında tek bir cümlede özetlenebilir: Her kitaplığın bir hikâyesi vardır. Bir kitaplığın hikâyesi, mesela raflarında hangi kitapların olduğu ve bu kitaplara kitap-olmayan hangi objelerin eşlik ettiği, o kitaplığın sahibinin hayatı boyunca sürekli verdiği kararlarla şekillenir. Kütüphanelerimiz entelektüel kimliklerimizdir. Pek çok kitabı dışarıda bırakmak pahasına kitaplığımızın raflarına dâhil ettiğimiz kitaplar, bütün bir hayatımızın tercih ve tutkularını yansıtır.

Miras aldığımız, kendi topladığımız, belki çaldığımız kitaplar ve sahaflardan çıkardığımız hayatın kirine ve tozuna boğulmuş merhum kitapları. Bütün bu kitaplar, George Lakoff ile Mark Johnson’ın Metaforlar’da anlattığı “YUKARI” ve “AŞAĞI” yönelim metaforları gereği kıymetlerine göre yukarıdan aşağı ve alfabenin algıya dayattığı şekilde soldan sağa dizildikleri raflardaki yerlerinden ömrümüzün canlı tanıkları olarak bize hem kendi içindekileri hem de onu alırken veya okurken hissettiklerimizi, o günkü umut ve sıkıntılarımızı aynı tazelikleriyle hatırlatır.

Kütüphaneler sürekli büyür ve her yıl yeni kitaplık ihtiyacına yol açarken, yani sonsuzluğa dair derin imâlarda bulunurken, diğer taraftan unutuşa terk ettiği başka kitapların gölgesinde her an kitaplar arasında tercih yapmaya zorlamasıyla da insanı ölümlü ve sonlu bir varlık olduğuna ikna eder. Yaşamak tam da budur zaten: Tercihte bulunmak, vazgeçmek, terk etmek, unutmak, yeni heyecanlar peşinde koşmak, sürekli yeni başlangıçlar yapmak ve nihayet ölmek. Bir kütüphanesi olmak demek, ölümlü olduğunu idrak etmek demektir. Ya okuyamayacağın kadar çok kitabın olduğunu fark ettiğinde yahut da sağlığındayken gözünün nurunu döktüğü kitaplarının vefatının arkasından evlatlarınca kiloyla satıldığı bir merhumun sahaftan kurtardığın kitabını eline aldığında insan kendi ölümüne de hazırlanır.

Teorik olarak cebinde kâfi miktarda parası olan herkesin her kitapçıdan alabileceği kitaplar; pratikte ancak tesadüfler, keşifler, tutkular, meraklar, arayışlar, can sıkıntıları ve başkalarını etkileme kaygıları gibi pek çok farklı etkenin birleşimiyle bir okurun kütüphanesinde yan yana gelebilir. Her kütüphaneyi biricik kılan hikâye, aslında her okuru da biricik kılan bir hikâyedir. Karakterimiz ve kaderimiz kütüphanemizde, kütüphanemiz de karakterimiz ve kaderimizde vuku bulur.

Büyüklüğü hiç fark etmeksizin bir kütüphaneye sahip olan her okur, kendi çapında bir Linnaeus sayılır. Çünkü kitaplarını nasıl düzenlemesi ve tasnif etmesi gerektiği sorusuna bir cevap vermek zorundadır. Her kütüphane bu soruya verilmiş bir cevap denemesidir. İster Dewey’nin “onlu sınıflandırma sistemi”ni kullanın, isterse istatistikçi Nate Silver gibi kitapları –beyaz kitaplar en üst raflarda yer alacak, sonra kırmızılar, turuncular ve renk spektrumunun diğer katmanları gelecek ve en altta da siyah kitaplar duracak şekilde– renklerine göre  düzenleyin hiç fark etmez; her raf ve her tasnif bir dünya görüşünü ve karakteri yansıtacaktır.

Üstelik hiçbir tasnif ve düzenleme de mükemmel değildir ve her tasnif kütüphanenin oluşumunun bir momentinde iflas etmeye yazgılıdır. Diyelim ki kitaplarınızı önceliği konulara vererek raflara dizmeye başladınız, hemen oradan Umberto Eco pis pis sırıtmaya başlayacaktır. Bir kitabı çağdaş romanların yanına, başka bir kitabı teoloji, etik, medya, dil felsefesi, göstergebilim, mizah, tarih ve estetik kitaplarının yanına yerleştirilmek durumundadır. Konularına göre gayet güzel tasnif ettiğiniz kütüphanenizde Eco için bir ayrıcalık yapmak ve bütün kitaplarını en az iki raf tutacak şekilde bir arada tutmak muhtemelen en iyisidir. Shakespeare ile Cervantes’i veya Steinbeck ile Hemingway’i yan yana raflara dizmek çoğumuza makûl gelecektir ama Sartre, Camus, Cioran, Borges, Pessoa gibi pek çok yazar da Eco gibi sizin tasnif sisteminize meydan okumaya sanki yeminlidir. Bütün tasnifler son tahlilde keyfidir ve hiç kuşkusuz bir kütüphane öyle değil, böyle de tasnif edilebilir. İnsanın kütüphanesinden öğrenebileceği yalın bir gerçek de budur: Tercihlerimiz hakikatlerimizdir ve dünya asla bizim tercihlerimize ve dolayısıyla hakikatlerimize indirgenemez. Hakikati tekeline alanların bir kütüphaneleri olmaması veya bir kütüphaneleri olsa bile raflarda kendi karakterlerini ve tercihlerini yansıtmayan pek çok pahalı ve okunmamış kitapla ancak fotoğraf verebilmeleri bir tesadüf değildir.

Bir kitaplığın raflarına hangi kitapların hangi kriterlere göre yerleştirileceği sadece bireysel değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel bir tercihtir de. Bazen toplumların kaderi, bir kütüphanenin içine doğmamış karakterlerin tercihlerine teslim olur. İşte öyle zamanlara dair bir hatıram var. Şimdi yazdıklarımı hayal ve tecrübe etmekten çok uzak olduğum 80'li yılların başında afacan bir okurken, çalışan anne-baba çocuklarının tümü gibi okul sonrası bir annemin, bir babamın iş yerine gidip onlarla beraber mesainin bitmesini beklerdim. Eğer bana sorulsaydı tercihim edebiyat öğretmeni olan babamla birlikte Balıkesir Endüstri Meslek Lisesi’ne gitmek olurdu, çünkü gördüğüm ilk büyük kütüphane oradaydı ve o kütüphanenin boş masalarında istediğim her kitabın sayfalarını saatlerce karıştırıp okuyabiliyordum. Yıllar sonra babama o kütüphanenin hakikaten hatırladığım kadar büyük olup olmadığını sorduğumda, babamın cevabı çocukluk hafızamın beni yanıltmadığı olmuştu. Lakin o koridorlarda babamın başka bir öğretmen arkadaşıyla konuşurken kahkaha atarak anlattıkları bir hikâyeyi karıştırmış olduğum ve o kütüphanede yaşanmış sandığım da o cevapla meydana çıkmıştı. Olsun, her hikâyenin kendi gerçekliği vardır nasılsa diyerek, yanlış hatırladığım şekliyle de olsa o kütüphanenin hakikati tekeline alan güdük bir zihince nasıl tasnif edildiğini anlatacağım. Çünkü Pyne’ın kitabını elime aldığımdan beri aklımdan çıkmıyor.

12 Eylül darbesinden sonra bir general liseyi teftişe gelir. Koridorlarda heyeti ve mihmandarlarıyla gezerken –ilk aşkım olan– kütüphaneye de girer. Girer girmez de büyük bir öfkeyle kütüphane memuruna bağırıp çağırmaya başlar: “Ne bu kütüphanenin hâli! Ne bu dağınıklık!” Kütüphane memuru gayet düzenli olan raflara şaşkınlıkla bakarken ezile büzüle “aman efendim ne dağınıklığı,” demeyi dener. Ama ne mümkün! Darbeci general hiçbir itiraz dinlemez ve kendi güdük zihninin hakikat sandığı safsatayı kütüphane memuruna emreder: “Bütün kitapları boy sırasına göre dizin! Küçük kitaplarla büyük kitaplar iç içe duruyor. Böyle dağınıklık istemem. Her şey aynı boyda ve hizada, jilet gibi olacak. Bir daha geldiğimde burayı derli ve toplu göreceğim, ona göre.” Ne yapsın kütüphane memuru, emir demiri keser, el mahkûm, oturup bütün kütüphaneyi dağıtır ve kitapları boy sırasına göre raflara yeniden dizer. Aylar sonra başka bir darbeci general okulu teşrif ettiklerinde yine kütüphaneye girer ve kütüphaneciden bir kitap ister. “Şevket Süreyya Aydemir’in Tek Adam’ı var mı?” Kütüphaneci saygıyla “var efendim,” der. Keyiflenen general “iyi, getirin de bir bakalım,” diye kitabı ister. İşte o zaman kütüphaneci yine ezilip büzülerek cevap verir: “Var ama getiremem.” General kükrer: “Ne demek var ama getiremem? Sen nasıl kütüphane memurusun?” İşte o zaman kütüphane memuru aylar önce aldığı emri anlatır ve biraz da alaycı bir dille şunları söyler: “Ancak kitabın boyutlarını biliyorsanız getirebilirim. Bana künyesini değil, uzunluğunu söylemeniz lazım efendim.”

Hikâyenin sonrasını bilmiyorum ama bütün bir toplumun hizaya çekilip boy sırasına sokulduğu günlerde insanın teselliyi ancak kendi iç dünyasının yansıması olarak tasnif ettiği kütüphanesine çekilerek bulabileceğini biliyorum. Tornaya sokulma tehlikesi altında insan karakterini, bir nebze de olsa kütüphanesini muhafaza ederek koruyabilir. Bunu bilen Calibanlar, Prosperoları öldürmek için daima aynı kusursuz yönteme sarılırlar: “Unutmayın, önce kitaplarını almalısınız, /Çünkü onlarsız şapşala döner benim gibi.” [Fırtına, III: 2.] Onun için bütün Dr. Kienler yan odadaki kitapların hâlâ hayatta olup olmadıklarını gidip kendi gözleriyle görmek isterler. Çünkü bir kütüphane öldüğünde hakikat yelpazesinden bir renk solar.