Mahir Ünsal Eriş: Dil iktidardır. Dili de iktidar belirler o yüzden. Kendi dilini kurmak iktidarın dayattığı dilin yanında ya da karşısında durmaya bağlıdır.
30 Mayıs 2019 10:30
Yazar, çevirmen Mahir Ünsal Eriş, nisan ayında Sarıyaz ve Kara Yarısı isimli iki öykü kitabıyla birden okurla buluştu. Daha önceki kitaplarında 60’ların, 12 Eylül’ün, 90’ların sosyo-politik iklimindeki karanlık çehreleri ve toplumsal meseleleri anlatmaktan geri durmasa da, “üstüme çöken bir lanet" dediği "nahif öykülerin yazarı" imajını bu kez yerle bir ediyor ve okura, nostalji duyulan taşranın ve memleketin "kara yarısı"ndaki hikâyeleri gösteriyor. Cinsel istismarı, sınıf ayrımcılığını, linç kültürünü, doğa katliamını, depremi, hapishanelerdeki işkenceleri, erkek şiddetini, nefret cinayetlerini anlatan hikâyelerle, “Biz hangi ara böyle toplum olduk?” serzenişine, “Biz zaten böyle bir toplumduk ve hâlâ da öyleyiz” cevabı veriyor.
Toplumsal gerçekleri bir yanda edebiyattan kopmadan anlatırken bir yanda da kapı önünden sesle okuru etrafına toplayan Eriş’le, edebiyattan toplumsal meselelere, yayıncılık dünyasındaki sömürüden dilin hakimiyetine, önceki kuşak edebiyatçılardan “Bizim bizden başka kimimiz var?” dediği çağdaşlarına kadar uzunca sohbet ettik.
Sarıyaz ve Kara Yarısı aynı anda okurla buluştu. Kitapların arka kapağında, “altı yıl sonra yeniden okurların karşısına çıkıyor” yazıyor. İlk öykü kitabın Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde 2012 yılında çıktı, hemen sonraki yıl Sait Faik Hikâye Armağanı kazanan öykü kitabın Olduğu Kadar Güzeldik geldi. Ardından Dünya Bu Kadar ve Öbürküler romanları yayımlandı. Aslında, çevirilerin de dahil olmak üzere farklı türlerle hep okurun karşısına çıktın. Yine de öykücülüğüne hususi bir vurgu görüyor musun?
Bu her zaman olacak muhtemelen. Ama buna dertlenmiyorum. Öyküyle başlayan ve öyküye çok uzun vakitler soluk veren çok sayıda yazara otomatikman sergilenen bir yaklaşım bu. Ben roman yazmayı daha eğlenceli buluyorum kendi deneyimim özelinde. Ve inatla da roman yazmaya devam edeceğim. “Aman, acaba ne derler,” diye düşünmek, yazanı biraz cendereye alıyor çünkü. Buna kapılmamam lazım, anlatacağım çok hikâye var daha.
Sarıyaz, aynı yerde geçen ve bir deprem etrafında birbirine değen öykülerden oluşuyor. Kimi okur novellaya benzetmiş, kimisi tamamen roman olarak görmüş. Bana, bir masalın “arkası yarın” parçaları gibi geldi. Hem birbirine bağlanan öykülerden hem de güçlü mekân ve zaman tasvirinden ötürü aynı zamanda sinematografik yapıya da sahip. Sarıyaz’ı nasıl kurgulandın?
Sarıyaz’ı, aynı günlerde, ufak bir memleketin başına peş peşe hadiseler gelirken orada bulunan bir kameraymış gibi düşünerek kurdum kafamda. Her nereye baksam başka bir hadise, başka bir hikâye görüyormuşum gibi. Ülke geneli için haberlere dahi konu olmayacak önemsizlikte ama o memleket için her biri devasa büyüklükte, yıllarca konuşulacak olaylar kurdum. Önce çatısı canlanmıştı gözümde. Sonra öyküler geldi ardı ardına. En severek yazdığım kitaplarımdan biri oldu.
Deprem, Dünya Bu Kadar’da olduğu gibi Sarıyaz’da da ana karakterlerden biri. 1939 depreminden Gölcük ve Van depremlerine kadar, Türkiye yakın tarihinde büyük depremler yaşandı, toplumsal travmaları, kayıpları kuşaklar boyunca sürdü. Aynı zamanda iktidarların kendine alan açtığı bir sömürü aracına da dönüştü. Fakat bu kadar mühim olmasına rağmen edebiyatın çok içine aldığı bir mesele olamadı. Bu anlamda depremi hususi bir karakter olarak seçmenin nedeni nedir?
Birtakım felaketleri anmanın o felaketi yeniden çağırmak gibi bir lanete yol açacağına inanırız genelde. Nedendir bilmem. Bu tür şeyleri, “o olay,” “o şey,” “falancadan önce,” gibi gürültüye getiririz konuşurken bile. Sanırım edebiyatta da karşılığını böyle buluyor bu tavrımız. Ama ben yaşadığımız her sancı hikâyemizden hariç sayılmasın istiyorum. En büyük travmalar da, devasa toplumsal hadiseler de yer alsın, konuşulsun istiyorum. O yüzden de çabalıyorum elim erdiğince.
Daha önceki kitaplarında Bandırma ve Erdek kadar Ankara’da geçen öyküler de ağırlıktaydı. Kara Yarısı’nın, bir cüzdan eşliğinde pavyon etrafında dönen ve dört bölümden oluşan “Dört Şehir” öyküsü, okuru Bursa, Ankara, İzmir ve İstanbul arasında seyahate çıkarıyor, yol üstündeki dağları gösteriyor, dört şehrin mekânlarını gezdiriyor. Sarıyaz’daki öykülerin hepsi çocukluğunun Bandırma’sında geçiyor. Yazarken mekânı nasıl kurguluyorsun, mekân anlatısını edebiyatta nerede görüyorsun?
Açıkçası ben anlatmanın coşkusuna, onun bende yarattığı iştaha düşkün biriyim ve anlatmayı, anlatının kendisini en öne koyuyorum. Mekânı biraz daha tali görüyorum. Öyle sanıldığının aksine Bandırma’yı anlatmayı kendime bayrak ya da amaç edinmiş bir tavrım yok. Bildiğim bir dünyayı anlatırken mekân kendi kendini dayatıyor. Şu hikâyem de Erdek’de geçsin, gibi bir saikin peşinden gitmiyorum hiç. Anlatıyorum ve bilinçaltım, arkaya dekoru kuran sahne işçileri gibi mekânı getirip koyuyor hikâyenin içine.
İlk kitabının ardından daha ziyade “nahif öykülerin yazarı” olarak anıldın. Bunu biraz da anlattığın 80 ve 90 kuşağının taşrasına, sıcak insan hikâyelerine duyulan nostalji olarak görüyorum. Oysa o kitaplarda, 12 Eylül’ün iki kuşak boyunca tesiri altına aldığı bir toplum gerçeği vardı, sert ve karanlık hikâyelerle, yok olan hayatlarla karşılaştık. Benzer bir yerden, Sarıyaz’daki “Sarı” isimli öyküde, “insanın başkasının felaketinden şükür çıkaran karanlığına,” da işaret ediyorsun. Anlattığın öykülere yapılan nahiflik vurgusunun, bazı hikâyelerdeki toplumsal gerçekliği gölgelediğini düşünüyor musun?
Bu galiba benim üstüme biraz yapıştı. Nahif biri değilim, öyle öyküler de anlatmıyorum. Aslında bilakis, öfkeliyim, kavgacıyım, kindarım, suskun ve içe kapanığım, sosyal bir kazayım. Ama bu algıya yol açan şey galiba Melisa Kesmez oldu. İlk kitabım çıktığı zaman, Radikal Kitap’ta bir tanıtım yazısı yazmıştı. Orada nahiflik ve taşra vurgusu çok hakimdi. Bizde işler genelde en kısa yoldan giderek yapıldığından ondan sonra yazı yazan ve röportaja gelen hemen herkes Melisa’nın bu yazısını okuyarak gelmişti. Dolayısıyla hep nahiflik, nostalji ve taşra konuşan, anlattırılan birine dönüştüm imaj olarak. Dediğim gibi bu üstüme çöken bir lanet. Çağan Irmak’ın Babam ve Oğlum filmi de çok keskin ve can yakıcı bir 12 Eylül gerçeğini anlatıyor örneğin, ama insanlar bu filmi, “Ay çok duygusaldı, çok ağladık,” diye övdüler hep. Belki de ben kendimi iyi ifade edemiyorumdur, kim bilir.
Diğer kitaplarında da değindin ama Sarıyaz ve özellikle Kara Yarısı, edebiyatın toplumsal meselelerden kopmadığı, bilakis güçlü bir ses verdiği yerde duruyor. Kara Yarısı, cinsel istismardan linç kültürüne, erkek şiddetinden nefret cinayetlerine, memleketin ismiyle müsemma kara yarısını üstünden atlamadan edebiyata konu ediyor. Gramsci, iktidar hegemonyasının toplumun bütününde oluşturduğu bir rızadan bahseder. Pek çok alanda bazen rıza bazen de suskunlukla karşılanan bu meselelerin edebiyatta politik olarak yer almasını “karşı mücadele” olarak görüyor musun?
Buna ne cevap versem çok iddialı, çok beylik olur Sibel. O yüzden bu çabayı Yiğit Özgür’ün bir karikatürüne referansla anlatayım. Bu sosyal rıza karşısındaki edebiyatın tavrı ancak, “Yıkılmadım ama ayakta da değilim,” düzeyinde bir direniş olabilir. Çünkü bence direniş, Gezi’den gördüğümüz gibi, kitapta değil sokakta olur. Bak, yine de çok beylik oldu işte.
Kara Yarısı bu bağlamda, Necati Cumalı’nın Ay Büyürken Uyuyamam kitabındaki toplum yapısını hatırlattı bana. Buradan bakınca Refik Halid Karay, Necati Cumalı, Leyla Erbil, Sevgi Soysal gibi memleketi, kendi dönemini sosyo-politik anlamda derinden inceleyen edebiyatçıların, seneler evvel de şimdiye benzer bir karanlıktan bahsettiğini görüyoruz. Önceki kuşakların yazdıklarına eğilen, hem de yaşadığı dönemi analiz eden bir yazar olarak, “Biz hangi ara böyle bir toplum olduk?” sorusunun sendeki karşılığını merak ediyorum. Çünkü o taşralar, aynı zamanda Kara Yarısı’ndaki gibi çocukları istismar eden esnaftan, linçle insanların ölümüne sebep olan komşulardan, nefret cinayeti işleyen homofobik insanlardan da oluşuyor…
Biz böyle bir toplum olmadık. Biz zaten böyle bir toplumduk ve hâlâ da öyleyiz. Sadece medyanın üretim aşamasında da tüketimde de son derece kişiselleşmesi ve cep telefonu ile sosyal medya kanallarının her yere girebilmesi bu işi biraz daha ayan kıldı. Biz iyi insanlar değiliz. Bunu kabul etmek zorundayız. Biz, öyle bir toplumuz ki bizde iyi insanlar parmakla işaret edilir. O yüzden, “Hiç kedi sevmemiş gibi kötüsünüz,”, “Yahu siz ne ara bu kadar zalim oldunuz,” türünden romantik çıkışlara kapılıp enseyi karartmak manasız. Biz kötüyüz ve kıyamet bir türlü kopmuyor. Özeti bu.
Sarıyaz’da okuru en çok etkileyen öykülerden biri “Dedemin Turnası.” Öyküdeki dede karakteri üzerinden, insanın hayvanlar üzerinde kurduğu tahakküm eleştiriliyor. Aynı öyküde, “köydeki arazilere çöreklenerek fabrikalar dikecek, doğayı çöplüğe döndürecek endüstriyel felaketten,” söz ediliyor. Yakın zamanda Latife Tekin, büyük bir itirazla bu zifiri karanlığı anlattı. Özellikle yirmi yıla yakındır doğanın katledilerek yerine fabrikalar, termik santraller kurulduğu, talandan rantlar elde edildiği iktidar politikasıyla karşı karşıyayız. Artık neredeyse önlenemez boyuta ulaşan bu duruma edebiyat yeterli itirazda bulunuyor mu?
Elbette bulunuyor. Hep de bulundu. Ama dediğim gibi, bu gidişi durduracak olan şey edebiyat değil. Hatta edebiyat yoluyla bu politik duruş kendi kendine marjinalleşiyor bile denebilir. Bu işi çözecek olan insandır. O da şimdilik pek rahatsız görünmüyor. Ya da şöyle diyelim, şikâyetçi ama müdahil değil.
Bu politik duruşun edebiyat yoluyla kendi kendine marjinalleşmesinden kastın nedir?
Yani nesillerdir, uğrunda birçok insanın canından, hayatının konfor ve düzeninden feragat ettiği, kuşaktan kuşağa aktarılarak bir bayrak gibi elden ele taşınmış kimi devrimci ve muhalif değerlerin, yalnızca romanlarda, öykülerde sıkışıp kalmasından, sokaktaki adam içinse “bohemlerin, entellerin,” can sıkıntısından öteye gitmeyen bir şeye dönüşmesinden tedirgin olurum hep. Siyasî iktidar Gezi için bile zorladı bunu ama oradaki direniş ruhu çabuk köklenmiş bir ruhtu ve bu tufaya düşmedi. Yine de günümüz edebiyatının sınıfla temasının zayıf olduğunu inkâr edemeyiz. Bunun sebebi edebiyatçıların doğrudan sınıf temsiliyetinden uzak olması, işçi sınıfından çıkmaması mıdır, yoksa siyasî iktidarın edebiyat okuru olmayı marjinalleştirmesi midir bilemem, muhtemelen buna cevabı olan sosyologlar, siyaset bilimciler vardır. Rahatsızlığı görüyorum ama teşhise muktedir değilim.
Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan Sevgi Soysal’a, Nazım Hikmet’e kadar önceki kuşak edebiyatçılara okur ve yazar olarak hürmetin büyük, çok kez andın. Fakat kendi çağdaşına da aynı ilgiyle yaklaşıyor, edebiyatınızı iç içe alıyorsun. Sarıyaz ve Kara Yarısı’yla okuru, Melih Cevdet Anday’la birlikte, şair İnanç Avadit’in “Buradan Kurtulmak Bize Kaldı” kitabından dizelerle buluşturdun. Üstelik “Beyefendi” isimli öyküyle Melih Cevdet Anday’ı Sarıyaz’a konuk ettin, “Şengül” isimli öyküyü yazar Deniz Poyraz’a ithaf ettin. Bu buluşmaların sendeki anlamı nedir?
Eski edebiyata düşkünlüğümü, senin de dediğin gibi, her fırsatta dile getiriyorum zaten. Kendi çağdaşım edebiyatçılarla olan ilgimi de şuna benzetiyorum. Yeni Türkü’nün, Çağdaş Türkü’nün albümlerine, şarkılarına bakıyorum hep aynı kuşaktan şairlerin bestelenmiş şiirleri. Yaşar Miraç’lar, Turgay Fişekçi’ler, Ahmet Telli’ler, Ahmet Erhan’lar… Bunlar hepsi aynı sofralara diz çökmüş, aynı masalarda ders çalışmış, aynı yer yataklarında uyumuş gençler. Ve sanatlarını da birlikte, birbirlerinden güç alarak kurmuşlar. Onları değişilmez yapan şey de bu. Biz kuşak olarak biraz daha havalı, biraz daha kibirliyiz. Bizim aramızda böyle şeyler yok. Ama ben İnanç’ın şiiri kitabımda olsun istedim. Çünkü orayı anlatan şiir oydu. Olsun istiyorum hep, Aslı Serin olsun, Cihat Duman olsun, Ömer Şişman olsun, Gonca Özmen, Mihrap Aydın, Dilek Mayatürk; hep konuk olsunlar benim öykülerime, romanlarıma istiyorum, teveccüh buyururlarsa. Şeref verirler. Bizim bizden başka kimimiz var?
Daha önceki kitaplarında da kadın karakterler ve kadın öyküleri anlattın. Verdiğin söyleşilerde, bu karakterlere dair olumlu-olumsuz eleştiriler aldığını söylemiştin. Ben şu iki örnek üzerinden gitmek istiyorum: İlk kitabındaki “Kimi Sevse Gülderen” isimli öyküde, babasının sevgisizliğinden, annesinin ilgisizliğinden kaynaklı “birinin onu sevmesi için çırpınan” bir kadın vardı. Son kitabın Sarıyaz’daki “Gül Özlem Gül” isimli öykü ise benzer hikâyeyle başlayan fakat daha sonra kocasından sıyrılarak kendine yeni bir hayat armağan etmeye çalışan Özlem’i anlatıyor. Böyle bir öyküyü yazmaya iten neydi seni?
Bunu hiç bilemiyorum inan. Keşke karşılaşma şansımız olsa da bunu Özlem’e sorabilsek. Özlem gülsün istedim belki sadece. Ama kadının gülmesinin tek yolunun bir erkek tarafından sevilmek ve onun şefkatli, koruyucu kanatları altına girmek olmadığını söylemekte ısrar ederek.
Fakat Özlem’in kendi hayatını kurmaya çabalarken, Fazıl’ın yanı başındaki karısından aslında nasıl da uzak durduğu, bu kopuşun nedenini bile anlamayarak perde arkasında nasıl bir erkeklik krizi yaşadığı başka bir yerde okura aktarılıyor. Kadının önce hayatına mâl olan, sonra da kopuşunu, kendi gücünün farkını varışını, anlamaya ve görmeye tahammül edemeyen bu erkeklik krizini bir erkek olarak nasıl açıklıyorsun?
Erkekliğin kendisi bence ömür boyu süren bir krizdir başlı başına.
Bunu yalnızca tek bir cümleyle mi açıklamak istiyorsun?
Evet.
Öyküde, Özlem’in kendine soyisim seçtiği kısımda, biri babasından biri kocasından gelen soyisimler için şöyle bir ses yükseliyor: “Kadının nüfus kağıdında bile erkekler çarpışıyordu.” Tam da bu cümleden yola çıkarak edebiyat dünyasının erkek egemenliğini de sorgulamak gerekiyor. Çünkü erkek yazarların ezici çoğunlukla akıl veren, hegemonik dil kurarak eril söylemi yeniden üreten cinsiyetçi, makbûl, edilgen kadın öyküleri yazarak birbirleriyle “çarpıştırdığı” da başka bir gerçek. Erkek yazarların, kadın öykülerinde bu şekilde didaktik, eril bir anlatı oluşturmasına, son tahlilde yine kendini, anlatının ve kadının üzerinde iktidar olarak görmesine nasıl bakıyorsun, bu noktada nasıl bir özeleştiride bulunuyorsun?
Dil iktidardır. Dili de iktidar belirler o yüzden. Kendi dilini kurmak iktidarın dayattığı dilin yanında ya da karşısında durmaya bağlıdır. Şöyle düşünelim, bin yıllık “tesadüf”, AKP iktidarı ve Fethullahçı sultası ile birlikte “tevafuk” oluverdi. “Dedikodu”nun suyu mu çıktı da artık onun yerini fıkhî de bir kavram olan “gıybet” aldı. Anadolu’nun birçok yerinde, “İyi günler,” diye girdiğiniz dükkânda size “hayırlı günler” diye karşılık verirler had bildirmek ister gibi. Çünkü dilin heykeltraşı iktidardır. Hâliyle iktidar da erkek olduğu için kadını, erkeğin lokmasına muhtaç bir acuze olarak tarif etmeye bayılıyor. Bunu şu anki siyasî iktidar özelinde söylemiyorum tabii ki. Hep böyle. İster istemez de kendimizi ifade ettiğimiz bu dil ve düşünce dünyası da edebiyata siniyor. Ben de yapıyorumdur muhakkak, ne kadar dikkate çabalasam da. Ama bunu parçalamak lazım. İnsan olmanın önündeki engel erkek olmaksa onu bile eskimiş bir ceketi çıkarır gibi üstünden atıp askıya asmayı bilmek lazım. Benim için de, oğlum için de, tüm erkek edebiyatçılar için de böyledir. Benim fikrimce diyeyim.
Gelelim yayıncılığa. Son dönemde yayıncılık dünyasındaki sorunların büyük ölçeğinin çevirmenleri etkilediği bir gerçek. Döviz ve kâğıt krizi faturasının çevirmene kesilmeye çalışıldığını belirten Çevirmenler Birliği (Çevbir), yayınevlerini karşısına alarak, “Kölelik sözleşmelerine hayır!”* dedi. İzinsiz kitap çoğaltımı, bandrol usulsüzlüğü, korsan kitapla eser sahibinin emeğinin ve kazancının hiçe sayılması da yayıncılık dünyasındaki diğer sömürü sorunu. Hem hayatını yazarak ve çeviriler yaparak sürdürdüğün için hem de her iki meseleye de zamanında söz söylediğin için görüşlerini merak ediyorum.
Baştan sona rezillik. Siyasî iktidar bulaşıcı bir hastalık gibi dokunduğu her şeyi kendine benzetiyor. Yayıncılık gibi insanlığa yeni ufuklar vadeden bir sektörde bu türden alicengizlerin yaşanıyor olması inanılmaz. Neyse ki Çevbir gibi meslek örgütleri var. Çevbir, bu ülkenin yazın dünyası için çok kıymetli bir kazanım ve esaslı bir direniş odağıdır. Değerinin bilinmesi ve desteklenmesi elzemdir. Dilerim yazarlar, editörler, çeşitli alanlardaki yayın emekçilerinin tamamı için böyle bir güç birliği tesis etme imkânı olur. Ama içimden geçeni söyleyeyim mi, ayıp sayılmazsa? Bence kitapla ilgili bir iş yapan insanın her şeyden önce kitabı sevmesi lazım. Parayı kitaptan çok seviyorsan bunlar oluyor işte.
Yazdığın kitaplar, yazılar, çizgi hikâyeler ve senaryoların yanı sıra birçok dilden çok sayıda kitap çevirdin, çeviriyorsun. Hem hâlihazırdaki çalışmaların hem de geleceğe dönük planların arasında neler var?
Çevirilere, biraz da geçim derdi saikiyle devam ediyorum ve edeceğim aklım erdiğince de. Yeni kitaplarıma çalışmaya da başladım, hatta kısım kısım yazdıklarım bile oldu. İlk elden bitirmeyi planladığım kitabın adı Diğerleri. Daha önce Öbürküler diye bir kitap yazmıştım. Oradaki ailenin ortanca çocuğunu bu yeni kitabın başkarakteri aldığım bir başka hikâye anlatacağım. İlki 1964 yılında geçiyordu, bu 1976’da geçiyor. Eğer gücüm yeter, ömrüm vefa ederse bunu bir üçlemeye dönüştüreceğim. Bir sonraki hikâye de 80’lerde geçecek ve adı Ötekiler olacak. Ondan hariç, bir romana başladım. Önümüzdeki yıl onunla meşgul olmak niyetindeyim. Yakın zamanda Devrim Erbil için hazırlanan kitaba bir öyküyle konuk oldum, o yayımlanacak. Bir de çeviri var, basımını beklediğim. İletişim Yayınları’nın çocuk klasikleri dizisinden, Alice Harikalar Diyarında. Eli kulağında, çıkacaktır. Büyükşehir çalışıyor.
Son sorum, yazarın bizzat sıklıkla sorduğu soruya dair. Dünya Bu Kadar, Ah Muhsin Ünlü’nün “Burası dünya yahu, burası bu kadar işte,” sözüyle başlıyor. Sarıyaz, okuru “Bu dünya neden?” sorusuyla karşılıyor. Kara Yarısı’nda, İnanç Avadit’in “Dünyayı ölmüş birini hatırlar gibi hatırlayarak” dizeleri canlanıyor. Kitabında İnanç’tan alıntıladığın başka bir dizeyi önüme koyarak şunu sormak istiyorum: “Filmin sonu bu kez de değişmeyecek” ama aynı zamanda yazan biri olarak senin bu dünyayla ilgili derdin nedir?
Bizim ömrümüz dünyanın dibine denk geldi. Tarihin dişlerinin döküldüğü, saçlarının seyreldiği çağa geldi. O yüzden de felaketlerle, medeniyet kayıplarıyla kalbimiz kalınlaştı. Dünyadan görüp göreceğimiz şu, geldik, eh, bir şeyler gördük, ve hiç kimsenin hatırlamadığı yığınlar olarak da ölüp gideceğiz. Belki azota dönüştüğümüz zaman çiçeğe böceğe faydamız dokunur da dünya belki bizi o zaman daha çok sever. Yoksa niye yaşadık bütün bu hayatı? Neden oldu bütün bunlar? Bu dünya neden yoksa? Değil mi?
*https://cevbir.org.tr/duyuru-arsiv/kitap-cevirmenlerine-cagri-kolelik-sozlesmelerine-hayir