Mutlu günlerimizi hatırladığımızda hepimizin içini korkunç bir melankoli kaplar. Peki ama hatırladığımız günler o kadar da mutlu değilse, hatta düpedüz mutsuzsa ne olur...
20 Eylül 2018 13:28
Her şey tanıdık görünüyor, çabucak gelip geçen selam bile
Dostlardan gelir görünüyor, her yüz hısım görünüyor.
Hölderlin, “Yurdavarış. Hısımlara”
Her şey hatırlamayla başlar. Yurda döndüğümüz için hatırlarız ve hatırladığımız için yurda döneriz. Hafızanın sisi içinde ötekiyle aramızdaki mesafeyi ancak hatırlamak kapatabilir. Husumet için artık çok geçtir ve hısımlık içinse daha çok erken. Dönüşür ve dönüştürürken hatırlarız. Hatırladıkça bir başlangıca ve yurda geri döneriz.
Alberto Manguel’in son okuduğum novellası Dönüş doğrudan bu meseleleri, hatırlamayı ve yurda dönüşü kendine konu edinmiş gibi. 1948 doğumlu Manguel, İngilizce ve Almancanın ardından ana dili İspanyolcayı öğreneceği Arjantin’e, 1955’teki ilk dönüşünden sonra, 2005 tarihli bu novellasıyla ikinci kez dönüyor. Manguel’in kahramanı Nestor Esteban Samuel Fabris, tam otuz yıl önce terk ettiği şehrine, vaftiz oğlunun düğününe katılmak için geri geliyor ve geçen bu süre boyunca yazgısından kaçarken yazgısının özlemini çektiğini anlıyor.
Mutlu günlerimizi hatırladığımızda hepimizin içini korkunç bir melankoli kaplar. Peki ama hatırladığımız günler o kadar da mutlu değilse, hatta düpedüz mutsuzsa ne olur? Aslında Fabris, Roma’da yaşamaktan mutludur ve kaçıp arkasında bıraktığı şehri – Buenos Aires’i (mi?) – hiç de özlemişe benzemiyordur:
Geri dönmek istemiyordu. Ya da daha doğrusu, Roma’nın taş döşeli sokaklarında yürümeye başladığı ilk günden sonra, kendi kendine yemin etmişti; öteki kent, bütün çocukluğu ve gençliği süresince kendisinin olan kent, artık geçmişte kalacaktı; bir zamanlar yaşanmış olan ama artık yaşamayan bir yere, denizin yuttuğu bir yere ait olacaktı. Her öğle sonrası, şık bir kahvenin masasında, o terk ettiği kentin sokaklarını, bir kent plancısının gayretiyle genişleterek, çatlamış kaldırımları onararak, çirkin olan, pis olan ne varsa hepsini binaların güzel renkli önyüzlerinin arkasına saklayarak o kenti düzelten sürgünlerden biri olmak istemiyordu. (Dönüş, s. 8.)
Fakat bu bir istek meselesi değildir. Evet, o günler bir daha geri dönmemek üzere geçip gitmişlerdir. Acımasızca veya değil; ama bir defa o geçmişten artık koparılmışızdır. Kendi şehrimize, kendi mazimize, kendimize bütün uzaklıklardan daha da uzak düşmüşüzdür. Fabris gibi kendi muhayyilesinde şehrini ve köklerini yaşatmaya çalışan sürgünlerden olmasak bile; geçmişimiz onu hatırlamamızı, şehrimiz ona dönmemizi sabırla bekler. Hiçbir pişmanlık, kaçırılanları geri getirmese de bütün nâdimler, kaçırılanların peşinden gitmek için Oddyseus gibi uzun ve çetrefil bir dönüş yolculuğuna çıkmaya mahkûmdurlar.
Otuz sene sonra evine dönen Oddyseus-Fabris, geçmişinden kalan her bir ayrıntıya, her bir kıvrıma dokunarak veya ötekileriyle hısımlık kurmaya çalışarak kendi yuvasını arıyor. Bu arayış esnasında hayatı düşlerden ayıran sınır da yavaşça silinmeye başlıyor. Evinden uzaktayken kendini evinde olduğuna inandıran bu sürgün, evine dönüp de bunca zamandır evsiz olduğunu anlayınca dengesini yitirip sağa sola yalpalamaya başlıyor. Tuvalette karşılaştığı temizlikçi kadın, taksi şoförü, otelde kaydını alan resepsiyon memuru; hep Fabris’i bir şaşkınlık ve boş vermişlikten bir başka şaşkınlık ve boş vermişliğe atıyor. Bu savrulmalar, Fabris’in artık Avrupa’da değil de Güney Amerika’da, Descartes ve Balzac’ın gerçekliğinde değil de Cervantes ve Marquez’in “büyülü” gerçekliğinde, gurbette değil de yuvasında olduğunu gösteriyor. Fabris’in gerçek ile hayal arasında yaşadığı gelgitler, onda bir şeyleri yitirdiğine dair bir bilinç ve kaygı uyandırıyor. İçinde bulunduğu an akmaya devam ederken, Fabris kâh geçmiş zamanlara kâh geçmişin kendini şimdide sunduğu bir başka imkâna yüzünü dönüyor. Demek ki asıl yolculuk yurda dönüşten sonra başlıyor; çünkü dönmek, varmak demek değil. Fabris’i yurda getiren yolculuk bittiği anda yerini asıl yolculuğa bırakıyor; Oddyseus’un yolculuğu yurda ulaştığında değil ancak yurda vardığında bitiyor.
Fabris’in belleği, onu rasyonalitesinin kolay kolay tanımlayamayacağı bir yolculuğa çıkarıyor. Bu nedenle pasaport kontrolünde görevlinin “Tempus fugit, arkadaşım. Tempus fugit,” demesi manidar. Zaman uçup gidiyor ama eski şehrinin kalabalık sokaklarında yürürken zamanda uçmamış ve gitmemiş olan ne varsa Fabris’in yoluna çıkıyor. Koku olarak çıkıyor, “William Traş Losyonu” gibi; reklam panosu olarak çıkıyor, “Corcega çikolataları,” “Van Riel Sanat Galerisi” gibi; ve nihayet mekân olarak çıkıyor, “Aristoteles Kitabevi” gibi. Sonsuza kadar yitirdiğini düşündüğü şeyleri aslında yitirmemiş olduğunun ve onları yeniden bulmanın mutluluğu, yorgun ve uykusuz olan Fabris’i yavaş yavaş ele geçiriyor:
“İşte bu,” diye düşündü Fabris, “daha biraz önce geldim ve eskiden âdetim olan şeyi yapıyorum. Buraya gelip de kitaplara bakmak için durmadığım olmazdı hiç. (Dönüş, s. 24.)
İşte o anda Fabris, vitrinin camındaki yansımaya bir kadının yüzünün dâhil olduğunu fark eder. Kadına daha iyi bakmak için geriye döndüğünde, kadının o devasa insan kalabalığının içinde kaybolmak üzere olduğunu görür ve çaresizce ardından “Liliana!” diye seslenir. Evet, kadın gerçekten de Liliana’dır. Hemen oradaki beyaz tuğlalı bir kahveye bir şeyler içmek için otururlar. Bellek tuhaf bir biçimde çalışmaya başlamıştır. Burası eskiden Tonio ve adı biraz daha zor hatırlanan Pablo’yla beraber sık geldikleri bir kahvedir. Mekânlar, isimler, yüzler... Şimdide ansızın peyda olan bu geçmişin girdabı, hızla Fabris’i kendi derinliklerine çeker.
Fabris, evvela Liliana’nın hiç yaşlanmadığını fark eder. Onu en son sıcak bir Ocak ayında – Latin Amerika’nın Avrupa-merkezci mevsim anlayışına bu spontane meydan okuyuşuna oldum olası bayılmışımdır – görmüştür. Aradan geçen onca zamanda sadece alıp götürüldüğünü ve bir daha ondan kimsenin haber almadığını duymuştur. Ona hayranlıkla bakarken siparişlerini alan garsonu da hatırlar. Kahveleri beklerken Fabris, geçen otuz sene boyunca ne yaptığını anlatır. O anlatırken, Liliana da hiç kımıldamadan dinler. Fakat kahveler bir türlü gelmek bilmez. Kahveleri sormak için seslendiği garsonun peşinden mutfağa giren Fabris, boş mutfakla karşılaşınca, arka kapıdan çıkmış olabileceğini varsayarak kendini sokağa atar. Sonra geri dönüp Liliana’ya başka bir kahveye gitmeleri gerektiğini söylemeyi düşünür. Çünkü o hiç konuşmamıştır. Oysa Fabris de onun başına gelenleri öğrenmek istiyordur. Fakat bir türlü o beyaz tuğlalı kahveye dönemez. Sanki yer yarılmıştır da kahve içine girmiştir. Kahvenin yolunu tutturabilmek için yeniden kitapçıya dönmeye karar verir ama şimdi de kitapçıyı bulamamaktadır.
Yoldan geçen birine Aristoteles Kitabevi’nin yerini sorduğunda aldığı cevapla kafası iyice karışır. Adamın söylediğine göre Aristoteles Kitabevi yıllar evvel kapanmıştır, o nedenle kendisinin aradığı kitapçı muhakkak ki Arşimed olmalıdır. Fabris bu korkutucu detayın üzerinde nedense durmaz. Çünkü bir an önce Liliana’nın yanına dönmek istiyordur. Hızla kitapçıya ulaşmaya çalışırken şehrin meşhur anıtının yanında geçer ve özlemin bile güzelleştiremeyeceği şeyler olduğunu tecrübe eder. Sonra Arşimet Kitabevi’ne girer ve sahibine Aristoteles Kitabevi’nin yerini sorar. Adam sakince şimdi yerinde yeller esen o kitapçının, vakti zamanında nerede olduğunu tarif eder. Fabris aceleyle dükkandan çıkmak üzereyken, Roma’ya döndüğünde bu kitapçıyı hatırlamak için raftan rastgele bir kitap alır. Sokağa çıktığında kitabın, üniversitedeyken çok sevdiği tarih hocası Profesör Grossman’a ait olduğunu görür. Yoluna devam eder ve kahveyi bulur. İçeride sadece garson vardır. Liliana’yı nerede bulacağını kara kara düşünürken arkasından biri ismiyle seslenir. Uzun boylu, miyop gözlü bu genç adam Tonio’dan başkası değildir.
Bu sefer de Tonio’yla baş başa çay içip rahatça sohbet edebilmek için caddedeki insan selinin içine girerler. Yine Tonio’dan çok Fabris konuşsa da ilk defa Marta’nın bahsi geçer. Ardından üniversitedeki bir gösteri esnasında polisin saldırısından kaçıp kurtulan tek kişinin Fabris olduğu da anlaşılır. Fabris öyle bir kaçmıştır ki iki gün sonra soluğu Roma’da almıştır. Ve oradan buraya tekrar dönmesi ise tam otuz sene sürmüştür. O kaçış, varış ve ayrılış sırasında bir daha Marta’yı hiç görmemiştir. Bildiği tek şey Marta’nın o gruptan biriyle yaşadığı, bir oğlunun olduğu, güneye götürüldüğü ve güneyden hiç dönen olmadığıdır.
Karşılarına çıkan ilk çayevine girip otururlar. Bu mekân da tanıdıktır. Gençliğinde pek çok yoldaşıyla, Gambera, Lopez, Bullosa, Busatti ve diğerleriyle burada vakit geçirdiğini hatırlar. Hatta Marta’yla da...
Kimler hâlâ yaşıyordu? Kimler kendisi gibi sürgüne –ya da yurtdışına diyelim isterseniz– gitmişti; sürgün sözcüğünde örtük olarak geri dönüş düşüncesi bulunduğu için ve Fabris geri dönüş olasılığının hiçbir zaman bulunmadığını, dönüşün bir tekrar anlamına geldiğini, zamanın tekrara hiçbir zaman izin vermediğini bildiği için yurtdışı diyordu; evet, kendilerine yeni bir hayat kurmak için, belki de geride bıraktıkları dünyayı, artık birer posta kartına, fotoğrafa, kullanılmayan eski püskü telefon defterlerine, çok eski bir tarihte hepsinin genç olduğu, büyüdükleri zamanki kişilerden çok farklı biri oldukları, yüzyıllar sonra şimdi aptalca, üzüntü verici derecede acıklı görünen şeyleri söyledikleri hayali bir geçmişte kendisinin arkadaşları olan kişilerin adlarından oluşan anlaşılmaz listelere dönüşmüş bütün o yerleri hatırlamak bile istemedikleri için yurtdışına gitmişlerdi. (Dönüş, s. 42.)
Fakat konuşan Tonio olmaz. Fabris bir kez daha son otuz senesinin tarihçesini anlatırken bulur kendini. Tam anlatmayı bitirdiğinde yan masada genç bir adamın uyuduğunu fark eder. Bu Pablo’dur! Fabris bu tesadüfe çok sevinir. Çünkü yakalandığını, ona bir şeyler enjekte edildiğini ve ardından da bir uçaktan denize attıklarını duyduğu için ne zaman Pablo’yu düşünse Fabris’in içi acımaktadır.
Garson sanki bir Godot’ymuş gibi yine gelmek bilmez. Pablo uyumaya kaldığı yerden devam eder. Tonio ve Fabris yeniden sokaktaki insan seline karışırlar. Fabris şimdi de otelin yolunu bulamaz. Adres sormak için bir grup kadına seslenir ve o kadınlardan biri Marta’nın tâ kendisidir. Fakat Marta, Fabris’i tanımaz ve yoluna devam eder. Tonio da bir randevusu olduğunu söyleyerek Fabris’i bir başına bırakır. Fabris tek başına kalınca ceketini ve paltosunu çayevinde unuttuğunu fark eder. Oraya geri dönmek ister. Ama bu defa da çayevini bulamaz. Ne çayevini ne oteli, ne Marta’yı ne Liliana’yı, ne önünü ne arkasını, ne geçmişini ne şimdisini bulamaz olduğu bu kargaşanın en yoğun ânında, önünde bir otobüs durur. Otobüsün şoförü, üniversitedeki maaşıyla geçinemediği için ikinci bir iş yapan Profesör Grossman’dır. Böylece yolculuğun bitişinde çıkılan asıl yolculuk başlar. Seneler sonra ulaştığı yurdunda, yuvasına varmak için Fabris’in çıkacağı son bir yolculuk daha vardır. Üstelik bu otobüs son duraktan önce de durmayacaktır.
Yolculuğun ne kadar süreceğini bilemeyen Fabris, önce biraz uyur ve uyanınca da şoför-profesörün kitabından rastgele bir sayfa açıp okumaya başlar:
Bu nedenle diyorum ki geçmiş, belleğin bir icadından başka bir şey değildir, kalıcıdır, onu değişmez bir şey olarak kabul ederiz. Eskiler için Troya öyküsü hiç değişmedi; değişen şey o öykünün tahayyül edilme biçimidir. Bu yüzden geçmiş, o geçmişi anlatanların icadıdır. Hal böyleyken zamanın ulaşılması olanaksız bir diliminde elmas ve çelikten yapılmış bir öykü vardır, çamur ve taştan yapılmış Troya, o kör şairin, Augustus’un kulunun dizeleri için ne ise bizim uyarlamalarımız için de o öykü odur. (Dönüş, s. 62.)
Sonunda görünürde hiçbir binanın olmadığı bir yerde otobüs durur ve Profesör Grossman, Fabris’e aşağı inmesini söyler. Burası belki de hepimizin varacağı asıl yurttur. Orada bütün ötekiler artık hısım ve tanıdıktır. O kadar ki artık adlarını hatırlamaya bile gerek yoktur.
Profesör Grossman ile onun yeni tanıştırdığı Hector’un mihmandarlığında Fabris etrafı gezer ve vardığı yeri tanımaya çalışır. Hector’un anlattığına göre burada hiç kimsenin sabit bir adresi yoktur ve herkes için en bol olan şeyse zamandır; meyve bahçelerinde, su kıyısında, kırlıklarda yaşayan buranın yerlileri doğanın eliaçıklığından yararlanmaktadırlar. Bu insanların arasında işkenceci bir asker; bu işkenceyi denetleyen ve her şeyi kuralına göre bulup onaylayan bir tıpçı ve bir hukukçu; muhtemelen bu işkencelere kurban giden, başka insanların hayatlarını sefil bulan ve bu nedenle silahlanıp dünyayı kurtarmaya kalkan devrimci gençler; hiçbir şeye karışmayan, hiçbir şey olmuyormuş gibi davranmakta ustalaşmış, yakınlarda biri bağırarak yardım istiyorsa müziğin sesini daha da açan onurlu ve soylu insanlar; başkalarının felaketi ve sefaleti üzerinden zenginleşen fırsatçı ve rüşvetçi yeni milyonerler vardır. Hepsi de her zaman yaptıkları şeyleri yapmaya devam ederek aynı şekilde yaşamaya devam etmektedirler. Bütün bu kalabalığın ardında duran kadınların arasında Fabris, Marta ve Liliana’yı tekrar görür. Artık yüzleşme zamanıdır. Marta’yı ne kadar az tanıdığını anladığı anda, Fabris kendisini de ne kadar az tanıdığını anlar.
Profesör Grossman gelip ona gitme vaktinin geldiğini söyler ve rozetinin olup olmadığını sorar. Sabah havaalanında temizlikçi kadının yakasına takmaya çalıştığı rozeti hatırlar Fabris ama artık çok geçtir. Gözü kör olanlar için rozetlerin de nedenlerin de önemi yoktur. Yolculuk esnasında önemsiz görülen şeyler, yolculuk bitip varıldığında da hâlâ önemsiz görülmeyebilir.
Bu belirsiz ve sert novella, bir arayış ve varış hikâyesi. Sert diyorum, çünkü Manguel’in ancak bu kadar sert olabileceğini düşünüyorum. Askerî dikta yönetimlerinin darmadağın ettiği her ülkede çok iyi bilinen bir hikâye bu. Bütün ülkeyi kurtaracak hakikati bulduğunu sanan iyi niyetli ve masum gençlerin dahil oldukları şiddeti ortadan kaldırmak için yukarıdan aşağıya dayattıkları zulümle bütün bir halkın üzerinden buldozer gibi geçen sivil veya üniformalı diktatörlüklerin, hem toplumun hem de bireylerin ruhunda açtıkları yaraları, Manguel kendi kaçışı ve dönüşü üzerinden görünür kılmış.
Manguel bu küçücük anlatıda, edebiyat tarihinin iyi anlatılarından leziz bir karışım meydana getirmeyi becerebilecek kadar büyük bir ustalık sergiliyor. Öyle ki “madlen”in değil de Marta’nın izini süren hatıralarının ardında koşan, sürekli bir belirsizlik içinde daimi bir kâbus yaşayan, hiç gelmeyecek garsonları bekleyen, kaybolan, arayan, birbirinin peşi sıra yolculuklara çıkan ve nihayet varan Fabris’in hikâyesinde Kayıp Zamanın Peşinde de Godot’yu Beklerken de Şato da Dava da Oddyseus da yer yer bize göz kırpıyorlar.
Dönüş ancak iyi bir okurun; sürekli arayan ve iyi hikâyelerin peşine düşüp yurdundan uzaklarda ömür geçiren, şimdiki zamandan çok muhayyel geçmiş ve gelecek zamanların peşinde koşan, kendini asla evinde hissedemeyen bir sürgünün yurduna duyduğu özlemle daima yolda olan bir okurun yazabileceği bir novella. Tam da bu nedenle Manguel, adlandırmakta güçlük çekeceğimiz bize yabancı pek çok duygu ve düşünceyi bizim için tanıdık kılıyor.
Bunu fark edince, ben de yıllar önce Manguel’e sorduğum bir soruyu ve aldığım cevabı hatırlıyorum. Ona “okur Manguel, yazar Manguel’i nasıl buluyor?” diye sormuştum. Aldığım cevap da “okur Manguel, yazar Manguel’le ilgilenmiyor,” olmuştu. Dönüş’ü okuyunca bir kez daha üstada hak veriyor ve yazar Manguel’den çok, okur Manguel’i sevdiğimi anlıyorum.