Memet Baydur ve Gözün Kahverengi Suyu

"Memet Baydur'un oyunlarındaki keskin zekâ daha süzülmüş, katışıksız ve mizahi bir biçimde öykülerine de taşınmıştır. Oyunlarda olduğu gibi öykülerde de 'zaman'la kurulan ilişki temel bir varoluş biçimidir."

26 Mayıs 2022 19:00

 

K24’ün kadri bilinmemiş, sükût suikastına uğramış yazarlar soruşturmasına yanıt vermek için düşünürken ilk aklıma gelen Memet Baydur oldu. Baydur ülkemizde hâlâ az okunan yazarlar arasında. Elbette “satış rakamları” edebiyatta nitelik konusunda tam bir fikir vermez; nitelikli edebiyat hep iyi satar diye bir kural yoktur ve Türkiye’de hem yerli edebiyatı hem de dünya edebiyatını yakından izleyen “nitelikli” okur sayısı herhalde bin beş yüz-iki bini geçmez. Yine de Baydur’un öykülerinin bir, oyunlarının iki-üç baskıda kaldığını görünce insanın yüreği burkuluyor.

Baydur bugün daha çok tiyatro oyunlarıyla hatırlanıyor. Onu edebiyatımızın “gelmiş geçmiş en büyük tiyatro yazarı” sayanlar var. Tiyatro, adı üstünde, öncelikle göze ve kulağa hitap eden bir sanat dalı. Bu, Eski Yunan’da ya da Elizabeth Çağı’nda olduğu kadar bugün de geçerli. Özellikle klasik tiyatroyu, Shakespeare’in Hamlet’ini yahut Christopher Marlowe’un Faust’unu kâğıttan okumakla Globe Tiyatrosu’nda, aslına uygun bir ambiyansta seyretmek hâlâ çok fark ediyor. Ses ve ambiyans, sahne ve dekor, oyuncu seçimi ve seyirci etkileşimi tiyatronun önemli öğeleri. Ama çağdaş tiyatronun bir o kadar önemli bir boyutu daha var: Tiyatro modern dönemde bir açık hava etkinliği olmaktan çıktıkça metnin özgül ağırlığı en az sahnedeki işlevi kadar belirleyici hale geldi ve seyredilmeden okunabilen metinlerin sayısı arttı. Memet Baydur’un oyunları da seyredilmeden zevkle okunabilecek metinler.

***

Baydur tiyatrosunun önemli bir özelliği “eşyaya aşinalığı”. Fotografik bir belleği var Baydur’un. Sevdiğim oyunlarından Kadın İstasyonu şöyle başlar:

“Beş masalı bir istasyon lokantası. Eski püskü ama şık, eprişim maroken kaplı iskemleler… Madeni tuzluklar, biberlikler. Dumanını savurarak yola çıkmış bir lokomotif resmi, bir büyük ayna… siyah üzerine altuni yazılmış, eski Türkçe, çerçeveli bir cümle… V biçimi su bardakları… bir sinek tembel tembel uçuşur…”

Fotografik bellek Baydur tiyatrosunda zamana ve anlara takıntılı bir duyarlıkla bilenmiştir. Karakterler adeta bir müzede dolaşırlar. Kadın İstasyonu’nda Sevin yirmi yaşındayken yetmiş yaşındaki Hamdi Bey’e kaçar. Aradaki yarım yüzyıllık farktan ötürü ona kızanlara aldırış etmez. Hamdi Bey’in yüzünü güzel, eski haritalara benzetir. Sevin ve Zeynep anları yakalamak için sürekli birbirlerinin portrelerini çekerler. Akıp giden zamanın girdabından, hayatın hayhuyundan kaçabilmek için kendini bir gar lokantasına kapatan garson Halis, gelip geçiciliğin ortasında hazzın anlamı üstüne düşünür: “İşte bütün bu gelip geçiciliğin sonunda ya da ortasında, en çabuk gelip zıp diye giden nedir? Hazdır. Sürekli bir zevk almak ya da vermek, bir insan için ne korkunç olurdu, düşünebiliyor musunuz? Anlık olan şeylerin en güzelidir haz.” Zeynep, çektiği fotoğrafların bir resme ya da şiire dönüşmesini istemeyen Sevin’e “Sen kontrol edemezsin onu, zaman fotoğrafı halleder, fotoğrafın zamanı hallettiği gibi” der. Baydur metninde sevişmeye en yakın eylem fotoğraf çekmektir ve karakterlerin suretleri seslerin yavaş yavaş durulduğu, dindiği, yittiği, sessizliğin büyüdüğü bir zamana yerleşir: “Sonunda özlemler kalır, insanlar gider.”

Kadın İstasyonu, özellikle ilk perdesiyle, edebiyatımızın en başarılı yapıtlarından biridir.

***

Baydur’un bir Edip Cansever dizesinden esinle Gözün Kahverengi Suyu adını verdiği öykü kitabında on altı kısa öykü yer alır ve öyküleri oyunları kadar iyi bilinmediği (daha doğrusu oyunlarından da az bilindiği) için bugün Baydur genellikle bir öykü yazarı olarak tanınmaz. Ancak oyunlarındaki keskin zekâ daha süzülmüş, katışıksız ve mizahi bir biçimde öykülerine de taşınmıştır.

“Eşyaya aşinalık” öykülerde de göze çarpar ve bu kez Afrika’ya dek uzanan geniş bir coğrafyaya özgü canlılar ve nesneler konuşturulur. Baydur, Türkiye’nin büyükelçilerinden olan karısı Sina Baydur’un görevi nedeniyle 1982-86 arasında Nairobi’de yaşamıştır ve edebiyatımızda pek görülmeyen bir özellik olarak Afrika’yı iyi bilir. Gözün Kahverengi Suyu’nda yer alan “Afrika” öyküsü sulandırılmamış ve egzotizme bulandırılmamış Afrika betimlemeleriyle eşsizdir:

“Yorgan döşek turistlere bakıp içimizin kanlı gözleriyle gülerdik. Sıtma mı olmuşlar, ishal mi, sedef rengi kabuklu yaralar mı çıkıyormuş ellerinde, virüs mü diyorlar? Vah vah…”

Afrika, Baydur edebiyatına tüm duyumsallığıyla girer:

“Dağ başında sıçıyordum bir filin çene kemiğine oturmuş gece yarısı. Gök gürültüsü gibi geldi bir arslan, oturdu karşımdaki kaya parçasına… Tezgâhın üstünde zehir yeşil mamba yılanları. Yatakta gazete okurken bir bukalemun düştü üstüme. Gözlüğümün yarısı kadar örümcekler. Gecenin konukları…”

Oyunlarda olduğu gibi öykülerde de “zaman”la kurulan ilişki temel bir varoluş biçimidir. Modern hayatın çizgisel ve kazanç odaklı zamanıyla Afrika’nın mevsimlere ayarlı döngüsel zamanı iki ayrı düşünce ve duyuş evreninin habercisidir:

“Şehrin büyük ve eski otellerinden birinde Eski Saatler Sergisi açılmıştı. Afrikalı için hiçbir anlamı ve önemi olmayan bir gösteri. Zaman kavramını çok seven ve (nedense) çok sayan beyazlar, bütün incileri, bütün şapkaları, bütün Daimler’ları, bütün martinileri, bütün barbar medeniyetlerinin kemikleşmiş kalıntıları, bütün varisleri… bütün dişsiz ağızlarıyla geldiler serginin açılışına… Bu Afrika kentinin lüks otelindeki Saat Sergisi, hiçbir zamanı bildirmiyordu.”

Oyunlarda nesneler, anlar ve fotoğraflarla ölçülen zaman öykülerde doğayla, yağmurlarla, hayvanlarla ölçülür. Zamanın saatlerle ölçülmesine Baydur’un yüreği elvermez.

Öykülerde o dönem (1980’ler ve ‘90’lar) için yeni sayılabilecek bazı anlatım tekniklerini de dener Baydur. Gün Gece/Oyun Ölüm’de öyküye Memet Baydur olarak girer ve vapur yolculuğunda karşılaştığı Aydın Pekmezci diye bir emekli edebiyat öğretmeniyle sohbet eder. Ancak sohbet sırasında Baydur ile Pekmezci’nin kimlikleri birbirine karışır, kâh Pekmezci Baydur’a kâh Baydur Pekmezci’ye dönüşür. Vapur seyir halindeyken birbirine geçen kimlikler vapur iskeleye yanaştığında sabitlenir. Bu geçişkenlik, tahmin edilebileceği üzere, varlığının ayrımına daha iyi varabilmek için kendi içinden gelen sesleri, fısıltıları, homurtuları, hıçkırıkları sık sık bakış açısı ve anlatıcı değiştirerek aktarmanın yollarını arayan bir yazarın bilinçli tercihidir. “Kaza Okları”nda da benzer bir anlatım tekniği denenir: Kardeşinin rolüne çıkan öykü kahramanı kimlik karışıklığından ötürü “kaza kurşunları”na hedef olur. Şimdiye dek kendi kendilerinin, daha içerde oturan benliklerinin taklidini yaparak yaşamış olan karakterlere bir nevi “tiyatro oynatır” Baydur. Başka birinin kimliğine özenen, başka birinin yerine geçen karakterler kurmaca anlatının içinde yeni bir kurmaca role çıkarlar.

Nairobi’de ya da gezgin Çingenelerin sirkinde, Baydur’un her öyküsü bir Türkiye eleştirisi içerir. Baydur, o aydın duyarlığı, güngörmüşlüğü ve sağaltıcı mizahıyla “köklü alışkanlıkları”mıza eğilir:

"Ne yazık, ülkemizde içtenlik birtakım itiş kakışla belirleniyor. Enseye bir tokat, yanaktan acıtıcı bir makas, mideye nedense dostça görünen hafif bir yumruk, burnunun ucuna bir fiske, sonra yine enseye bir tokat! İçtenlik, dostluk, yakınlık belirtileri. Sanki sürekli itişip kakışmak zorundayız. İşte tam bunları düşünürken bir şaplak da enseme yedim. 'Daldın yine hoca efendi. Dalmaa! Hakikatler âleminde yaşıyoruz. Hamlet mamlet kimsenin umrunda değil. Hayat teatro değildir.'”

Baydur, öykülerinden birinde yaşamakla yazmak arasındaki farkı anlatırken “yaşadıklarını yırtıp atamıyorsun” der. İyi ki, yaşadıkları dışında yazdıklarını da yırtıp atmaya kalkmamış. Memet Baydur’un bir yazar olarak değeri şimdilik yeterince bilinmese de, geleceğin okuru onda gürül gürül akan bir keskin zekâ ve duyarlık bulacaktır.

•