İmkânsız sınırların ihlali: Kozalak

"Bir meseleler geçidi, listesi ya da yığma roman değil Kozalak. Bilakis, bunlar üzerine düşünen, okuyan, araştıran bir yazarın düşündüğü, beraber düşünmeye, öğrenmeye davet ettiği bir roman izlenimi uyandırıyor okurda. Poz kesmiyor. Temsile, sözcülüğe soyunmuyor."

26 Mayıs 2022 10:16

“Diyorum ki, ben bir kozalak olmak istiyorum.
Her zaman, her yerde yaşayabilen bir kozalak...”
[1]

İçinde bulunduğumuz bu hoyrat çağda, yazılan metinlerin felaketler ya da kıyımlar toplamına dönüşmesi kaçınılmaz olabiliyor. Tasavvura pek de alan kalmayabiliyor. Doğrudan ya da dolaylı tanık olduğunu anlatma arzusu yazarlarda daha ağır basabiliyor. Bazen de canının yandığı yerden konuşurken, acı ve beraberindeki duygular anlatmanın/anlatının önüne geçebiliyor. Bu da hızlı yazılan, yüksek sesle konuşan, hatta bazen bağıran, parmak sallayan metinler ortaya çıkarabiliyor. Bunlar okurundan hem bu hıza ayak uydurmasını hem de kendisiyle benzer ya da aynı düşünmesini bekleyebiliyor.

Söz konusu bu metinlerin kimisi meseleler listesine dönüşüp kendi duyarlık ve değerlerini okura dayatabiliyor. Mehmet Fatih Uslu, Elif Şafak’ın On Dakika Otuz Sekiz Saniye romanını ele aldığı Mesafeyi Aramak’taki[2] yazısında bu metindeki meseleler listesinin dökümünü[3] verdikten sonra şöyle söylüyor:

“Metin bunların hiçbirinin üzerinde durup dinlemez ve kendi düşünmediği gibi okura da bunlar hakkında derinlikli düşünme fırsatı vermez, zira romandaki tahkiye eyleminin ana biçimi yığmadır.” (s. 101)

Ne var ki bu ve benzeri metinler “alıcılarına” ulaşma noktasında pek sıkıntı yaşamıyor. Kimi zaman tam da o can yanıkları, duygular, duyarlıklar, değerler silsilesi açıyor yolu. Son yıllarda seslerinin desibeli, sosyal medya görünürlükleri çok etkili. Yazarının ve yayınevinin edebiyat, yayın politikası ve tavrı da elbette belirleyici oluyor.

Benzer metinler ve isimler gürültüsünde bazı roman ve öyküler, neredeyse doğar doğmaz gölgede kalıyor. Pek çok kitap sayabiliriz belki ama ben yakın geçmişte yayımlanıp da gölgede kaldığını düşündüğüm bir romana dilim döndüğünce ışık düşürmeye çalışacağım. Sema Aslan’ın 2012 yılında İletişim Yayınları’ndan yayımlanan romanı Kozalak. Tabii bu ışığı Aslan da, Kozalak da ister mi, emin değilim, zira gölge ve sükût bazen hiç de kötü olmayabiliyor. Aflarına sığınarak devam ediyorum.

Sema Aslan, Kozalak’ta heteropatriyarkanın “kurum” olarak işleyişini ve beden üzerinde kurduğu tahakkümü, bedene çizdiği sınırları temelde anne-çocuk ilişkisi üzerinden ele alıyor. Romanda aileden mahalleye, okuldan emniyet güçlerine tüm bileşenleriyle toplum ve devlet kurumsallaşmış cinsiyetçilik, homofobi, transfobinin kurucusu ve uygulayıcısı olarak yer alıyor. Yazar bunlarla beraber türlü ayrımcılıkların kesişme noktalarına kadınlar, erkekler ve trans karakterler üzerinden işaret ediyor.

Bir meseleler geçidi, listesi ya da yığma roman değil Kozalak. Bilakis, bunlar üzerine düşünen, okuyan, araştıran bir yazarın düşündüğü, beraber düşünmeye, öğrenmeye davet ettiği bir roman izlenimi uyandırıyor okurda. Poz kesmiyor. Temsile, sözcülüğe soyunmuyor. Estetiği, meramın ve onu anlatmanın şehvetine kapılıp kurban etmiyor. Üslubu olabildiğince mesafeli.

Aslan okuru duygudan duyguya savurmuyor, ki böylesi tuzak anlar yok değil. Çok temelde bedende olmakla beraber hayatta, hayalde, hakikatteki yaraları açmasına rağmen kızgınlık, öfke, kırıklık, üzüntü, acıma duygularının peşi sıra sürüklemiyor bizi. Karakterler ve duygular arasında hiyerarşi de kurmuyor. Olup bitenleri farklı bakışlarla görebilmeyi denerken bunların dile gelebilmesi için öznelerine “alan aç”maya çalışıyor. Anlatıcılar değişiyor. Sesler birbirine karışıyor. Takip bazen zorlaşıyor, ancak sesler değişse de söylenenin ya da tonun çoğu zaman değişmediğini, köklü ve yerleşik eril dilin ne denli içselleştirilmiş olduğunu yazar bu anlatım tercihiyle de düşündürüyor. Yaşananı ve doğurduğu duyguyu farklı açılardan tanımaya, görmeye, duymaya olanak sağlıyor. Öznelerin nasıl ve ne yaşadığını, duyduğunu gösterirken, yazar onlar adına konuşmuyor.

Sanattan siyasete, bilimden felsefeye, akademiden medyaya hemen her alanda bilen öznelerin yüksek perdeden konuşmalarını; öğretmekten, ahkâm kesmekten vazgeçmediklerini deneyimlerimizden biliyoruz. Bu sadece alanlarda, sosyal medyada, kürsülerde, programlarda değil, edebiyatta da bir “hastalık” olarak sıkça nüksediyor. Sema Aslan’ın anlatıcısı, üslubu ise tersine, alçak tondan konuşuyor, tanımaya, duymaya çalışıyor.Okura, karakterlerine nefes aldırıyor.

Yazar yer yer bilinç akışı, yer yer iç monolog tekniğiyle kişileri derinlikli bir karaktere dönüştürüyor. Bir hamamda, anne babasız büyümüş Çiçek (anne), LGBTİ’lerin peşine düşen emniyet mensubu kocası (baba-paşa), üstünün emri üzerine onun uygun gördüğü kişiyle erken yaşta zorla evlendirdikleri kızları (anne), onun oğlu (Bedir Uğur-Dolunay Uğur) ile daha çok iç sesini duyduğumuz, Dolunay’ın ve hikâyesinin peşine düşmüş olan gazeteci kadın ve röportaj için gittiği transseksüel L. Hemen her biri baştan, sondan, kesik, parçalı kendi hikâyelerini anlatıyor. Dolunay, Mıstık, Şafak ve aralarındaki ilişkiyi ise daha çok L.’den öğreniyoruz. Cinsiyet ve cinsel yönelim temelli baskı ve zorbalık görüyor, dışlanıyor, yok sayılıyorlar. Dilsiz ve görünmez kılınıyorlar. Eksikler, yaralılar, parçalanmışlar. Ama elbette arzuları, tutkuları, hayalleri de var. Kahramansız bu romanın kurbanı, mağduru da yok.

Roller, kurumlar, cinsiyet ve beden Kozalak’ta bir hapishane olarak çiziliyor. Sema Aslan heteronormatif sınırlarla belirlenen toplumsal cinsiyet algı ve rollerini anne-çocuk ilişkisi üzerinden sorguluyor. Yaşanmış olduğunu hafızamızın hatırlattığı trans cinayetlerine yer veriyor. Ancak ne bunları ne LGBTİ’lerin yaşadıklarını özetlemiyor, aktarmıyor. Bunu bazen olay yeri incelemeye giden emniyet amirinin, bazen transseksüel L.’nin, bazen medyanın, bazense çocuğunun ölü bedeniyle karşılaşmaktan korkan annenin gözünden veriyor. “Kadın” tanımını biyolojik cinsiyetle sınırlandırmıyor, pek çok farklı kadın oluş deneyimini bizzat öznelerin kendisi dile getiriyor. Bunların yanı sıra baba/polis/devlet üzerinden de erkekliği tartışmaya açıyor. Bedenin kimlik, deneyim, haz ve arzular etrafında sürekli ve başka biçimlerde inşa edilebileceğini, bunun aile ve toplum tarafından bastırılmasının sebep olduğu şiddeti ele alan Kozalak, salt ikili cinsiyet normları dışındaki oluşları görünür kıldığı için değil, tercih ettiği edebi araçlar bakımından da queer “potansiyeller” taşıyan romanlardan.

Aynı zamanda da “okurla müzakereye” açık, “belli bir okur tipinin suyuna gitmek, onun kayıtlı arzusuna nesne sunmak”[4] için yazılmamış bir roman. Hem anlatıcı hem okur için kendi sınırlarında bir “keşif metni”. Zira “anlatıcı pozisyonu bir zirveden, somut ve açık değerlerle kurulmuş bir zirveden okura bak”mıyor. Okurun kabul-ret arasında gidip gelme, seçmeme, üçüncü yol hakkı var. Tüm acımasızlığına rağmen kimi zaman babayı, sessizliğe rağmen anneyi anlamaya çalışabiliyor okur. Anlatıcı, “duyarlıklar listesi”[5] de oluşturmuyor. Homofobinin, transfobinin mahalleden devlete ne denli güçlü bir kurum olarak işlediğini görüyor. Çocuğun bedenli bir varlık olarak özneleşmesinin anne-çocuk ilişkisinde nasıl sınır bir mesele olduğunu…

Bir değer, duygu, doğruya işaret etmeyip kendi arayış, düşünüş, tartışmasını okura açmasıyla da yersiz yurtsuz, aidiyetsiz kalan, belki de oldukça kırılgan bir zeminde konumlanan Kozalak’la bilhassa tüm “verimsiz ruhlar” umarım bir an evvel buluşurlar.

“... Kozalaklar... Kendiliklerinden düşüyorlar, düşünce de ölüyorlar sanırdım. Belki de öldükleri için düşüyorlar. Ama gördüm dede. Dalından çok zaman önce düşmüş bir kozalağın o oduna benzeyen tuhaf yapraklarını bazen taç gibi açtığını, bazen de yumru gibi kapattığını gördüm. Demek cansız değilmiş kozalaklar. Demek ağaçlarından ayrıyken bile yapraklarını açıp kapayabiliyorlarmış.

Ne alakası var şimdi bunun benim anlattıklarımla?

Diyorum ki, ben bir kozalak olmak istiyorum. Her zaman, her yerde yaşayabilen bir kozalak...”

 

NOTLAR: 


[1] Sema Aslan, Kozalak, İletişim Yayınları, İstanbul: 2012, s. 43.

[2] Mehmet Fatih Uslu, “Bir Küresel Roman Olarak On Dakika Otuz Sekiz Saniye”, Mesafeyi Aramak, haz. Jale Özata Dirlikyapan, Metis Yayınları, İstanbul: Mart, 2022.

[3] “Öte yandan, şahsi hikâyesini oluşturan bu yığın ülkenin bir kısmı tarihî, bir kısmı güncel olan büyük meselelerine bağlanır: Çokeşlilik, ataerkil toplum, tecavüz, ensest, pedofili, yok sayılan engelliler, Ermeni Soykırımı, radikal İslam, seküler otoriterlik, sol-sağ çatışması, kadın istismarı, LGBT meselesi, göç ve göçmenlik diye uzayıp giden bir liste var elimizde. (...) Oluşturulan listede, Türkiye’nin ezilmişleri içine iki de göçmen kahraman karışmış olduğunun altını özellikle çizmek gerekir.” (a.g.e, s. 100-103)

[4] a.g.e, s. 109.

[5] Mehmet Fatih Uslu, Elif Şafak’ın romanı için yaptığı değerlendirmede bu listeyi şöyle ifade eder: “Her yanı değer yargılarıyla dolu bu duyarlılıklar yığını aslında apaçık bir ideolojik koda tekabül etmektedir. Ortada olan tutarlı ve tam da kitabın yayımlandığı şimdiye ait bir Batılı liberal değerler listesidir aslında. Özgürlükçü, çoğulcu, bireyin farklılıklarını önemseyen, cinsel yönelimlere ve dinî farklılıklara saygılı gibi birçok temel nitelikten oluşma bir listedir bu.” (a.g.e, s. 108)