Ferit mekân ve eşyaları değiştirerek, Matmazel Noraliya’nın koltuğunda geçirdiği birkaç dakikada metafizik bir gerçekliğe yaklaşır gibi olur. Ferit’in, bir uçtan diğerine yaşadığı bu salınım, dünya edebiyatında da örnekleri çok olan modernlik eleştirisi külliyatına Peyami Safa’nın katkısıdır
05 Aralık 2019 12:00
Peyami Safa, Matmazel Noraliya’nın Koltuğu (1949) romanında mekân boyutuna, kurmaca gerçeklik hissini yaratmak için gerekenin çok ötesinde işlevler yüklemiş, zihnini meşgul eden toplumsal ve felsefi meseleleri, yarattığı özel mekânlara yansıtmıştır. 70. yaşını kutladığımız roman, bugün hâlâ bize üzerinde düşünecek bir malzeme sunuyorsa bunda bu mekân örüntüsünün payı büyüktür.
Romanın baş karakteri Ferit, Londra’da yaşayan bir baba ile Avrupa’da eğitim görmüş bir annenin çocuğudur. Annesi ve iki kız kardeşi veremden ölmüştür, hayatta kalan tek kız kardeşi teyzesinin yanında yaşamaktadır. Ferit, pek ender haberleşebildiği babası ve annesinden almış olduğu, modern Batı kültürünü, pozitivizm ve seküler yaklaşımını benimsediği gibi çağın egemen etik felsefesi olan faydacılığı, bilhassa bedensel hazların tatminini önceleyen hedonizmi içselleştirmiş bir genç adamdır. Tamamlayamamış olduğu modern tıp eğitiminin de etkisiyle, insanı salt bedenden ibaret bir varlık olarak görür ve hastalıkların çaresini de bedeni iyileştirmekte bulur.
Ne var ki, yoksulluk ve yalnızlık içinde süren yaşamında bedeninin ne konfor gereksinimini ne de cinsel arzularını yerine getirebilmektedir. Ailesinden parasal destek bulamayan Ferit, İstanbul’a çeşitli felaketler sonucunda toplanmış birbirinden farklı karakterlerin sefalet içinde yaşadığı bir pansiyonda yaşamaktadır, nişanlısı Selma ondan kaçmaktadır. Ferit’in, yönsüz, amaçsız ve karanlıkta süregitmekte olan hayatı, yaşlı adamların yüklüklere kıvrılıp uyuduğu, gelecekten haber veren uyurgezer kız çocukları ile ne idüğü belirsiz çıplakların geceleri koridorlarda dolaştığı tekinsiz pansiyon ile dejenere ilişkiler barındıran Avrupai salon partilerinin düzenlendiği Şişli’deki bir apartman dairesi arasında geçmektedir. Bu mekânlar ve sosyal ilişkiler ağının içinde Ferit, sürekli kâbuslar ve sanrılar gördüğü, huzursuz edici bir devinim içindedir.
İstemeden bir cinayete yol açtığını öğrendikten sonra yakalanmak korkusuyla çıkış yolu ararken, saklanmak ve bir süre kentten uzaklaşmak için akıl hocası Yahya Aziz’in tavsiyesiyle Ada’da bir ev kiralar. (İstanbullular, başkaca bir isim söylemeyip Ada’dan söz ettiklerinde bu Büyükada’dır.) Ferit’in Ada’da geldiği ev, bir yıl kadar önce ölmüş Matmazel Noraliya’nın evidir ve Ferit burada, 32 yıl dervişane biçimde yoksunluk içinde oturarak bir şifacıya dönüşmüş olan Matmazel Noraliya’nın ruhunun himmetiyle aşırı maddeciliğinden ve dolayısıyla ruhunun ıstıraplarından kurtulacaktır. Hastalıkların çaresini bedeni iyileştirmekte arayan modern tıbba inat, tüm sorunlarından önce ruhunu şifalandırarak kurtulacaktır.
Berna Moran, Ferit’in dönüşümünü inandırıcı bulmaz, Peyami Safa’nın “Ferit’in mistik görüşe geçişini iyi veremediği”ni ve kişiliğindeki değişimin ancak yüzeyde kaldığını söyler: “Doğrusu aranırsa bütün bu Tanrı’ya ulaşmaların, ‘vahdet hissi’ni duymaların Ferit’in üstündeki etkisi çok yüzeyde kalan bir etki. Kafasını en çok işgal eden konu yine Selma” (255). Doğru, kafasını meşgul eden yine nişanlısı Selma’dır ama ona bakışı değişmiştir. Ferit, maddeden ruha doğru bir değişim yaşamışsa da maddî dünyayı tamamen terk edip bir derviş hayatını seçmiş değildir, nişanlısı Selma ile evlenip bir aile kurma hayalini korumaktadır. Sadece maddî arzularını, yeni keşfettiği bir maneviyatla dizginlemiş, dengelemiştir. İkincisi de, bu dönüşümün gerçekçi roman mantığı ile inandırıcı bulunmaması gayet normaldir, Ferit’in yaşadığı, akılla, mantıkla açıklanabilecek bir durum değildir. Ferit, Matmazel Noraliya’nın evinde ve koltuğunda yaşadıklarını akılcı bir biçimde ne anlayabilir ne de anlatabilir. Koltukta yaşadığı, algı ile değil sezgi ile yaşanan (ve belki de ancak sezgi ile kavranabilecek) bir deneyimdir. Bu deneyim özel bir mekânda, bu mekânın etkin rol aldığı bir biçimde gerçekleşir. Biz de burada kısaca Ferit’in ruhunu hasta eden mekânlar ile ona şifa veren mekânlara, bazı kuramsal araçların ışığında bakacağız.
Modern kentte huzursuz devinim: Mekân ve uzam
Mekân yerine uzam (space) terimini tercih eden Alber Cook’a göre insanın, kendisini uzam içinde konumlandırması ve kendi varlığını algılaması, karmaşık zihinsel süreçlerin sonucudur. “Space and Culture” başlıklı makalesinde Cook, uzamın algılanmasıyla bedenin algılanması arasındaki bağlantıya dikkat çeker. Cook “uzamın bedenden dışarıya doğru algılandığını”, bunun da matematiksel uzamla algılanan uzam arasındaki temel farkı oluşturduğunu, matematiksel uzamda bir merkez nokta bulunmadığı halde algılanan uzamın merkezinde, algılayan öznenin bedeninin bulunduğunu vurgular (551). İnsan, içinde bulunduğu uzamı algılarken kendi bedenini merkez olarak görür: “Kişi kaçınılmaz olarak kendi uzamının dünyasının ortasındadır” (Cook 553). Matmazel Noraliya’nın Koltuğu romanının başında, Ferit’i kâbuslar gördüğü bir uykudan uyanmaya çalışırken buluruz. Bu sahnede Ferit’in benlik duygusu ile mekânı algılaması iç içe geçmiş biçimde sunulur: “Sağ yanındaki duvara değen dirseğinin ucundan yukarı doğru yürüyen kireç soğukluğu, yokluğun içinden yavaş yavaş çıkan bir kolunu ona tamamiyle keşfettirdiği anda, nefsiyle dışarda bir madde arasındaki temasın delâletinden gelen taze bir idrak, bütün vücudunu mekân içinde tesis etmesini kolaylaştırdı ve bir derece daha uyandı” (7-8). Daha açılışındaki bu vurgu, romanın tamamını kuşatacak bir mekânsal anlatı düzlemiyle sürdürülecek, Ferit, kendisini huzursuz eden mekânlardan kaçıp, adadaki bir evin koltuğunda yaşayacağı ruhsal yolculukla huzura erecektir.
Ferit’in kendini bulma çabasında içinde bulunduğu mekânlar kadar eşyalardan medet umduğu da görülür: “Çok yorgunum. Oda karanlık. Objelerle münasebetim kesilmiş. Onların beni daima gerçeğe davet eden hazır oluşlarından mahrum kalınca fantezilerimle realite arasındaki hududu bulamıyorum” (134). Ferit’in bu sözleri, Peyami Safa’nın mekânı, bilinçli bir biçimde, etkin bir anlatım ögesi olarak kullandığını ve benlik algısı ile mekân algısının iç içeliği üzerine düşünen bir romancı olduğunu gösteren ipuçlarından biridir. Eşyalar bizi gerçeğe davet ediyorsa, eşyaların değişmesi de gerçeği değiştirebilir. Ferit de mekân ve eşyaları değiştirerek, Matmazel Noraliya’nın koltuğunda geçirdiği birkaç dakikada metafizik bir gerçekliğe yaklaşır gibi olur.
Ferit’in, bir uçtan diğerine yaşadığı bu salınım, dünya edebiyatında da örnekleri çok olan modernlik eleştirisi külliyatına Peyami Safa’nın katkısıdır. Modernlik, insanlığın ilerleme içinde olduğu yönündeki iyimserliğini uzun süre koruyamamış, beraberinde getirdiği “anomaliler, aşırılıklar, çelişkiler ve gerilimler” modernliğin özgüvenini, erken zamanlardan itibaren sarsmıştır (John Jervis, 3-4). Aslında henüz Aydınlanma Çağı hüküm sürerken 1789, Fransız Devrimi’nden hemen sonra ortaya çıkmış olan modernliğe yönelik eleştiriler, daha sonra Romantizm ve muhafazakâr düşünce biçimlerinin temelini oluşturmuştur. Modernliğin insanlığı sürekli ilerleyen bir çizgi hâlinde hep olumlu bir yönde geliştireceğine ilişkin iyimserlik, savaş arası dönemde dünya ekonomik buhranı, iki büyük dünya savaşında yaşanan yıkım ve savaş sonrası dönemin tüm dünya için getirdiği olumsuzluklar sonucunda dağılmıştır.
Yapıtlarını iki savaş arası dönem ve İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda veren Peyami Safa, Avrupa’da esen karamsarlık rüzgârlarından yakından etkilenmiştir. Akılcılık, bireycilik, (kapitalizmin getirdiği tüketim ekonomisi anlamında ve cinselliğin önem kazanması anlamında) maddecilik eleştirisi gibi konular, birçok çağdaşı gibi Safa’nın romanlarında da karşımıza çıkar. Bu olumsuzlukların buluşma noktası ve eleştirilerin ifade bulduğu mekân, modernleşmekte olan bir kent olan İstanbul’dur.
Andrew Thacker Moving Through Modernity (Modernliğin İçinde Hareket Etmek) adlı kitabının merkezine yerleştirdiği “modernliğin mekânlarının izini modernist romanlarda sürme” çabasının çıkış noktasına, mekân, uzam ve coğrafyanın günümüzde edebiyat ve kültür çalışmalarında giderek artan bir önem kazandığı saptamasını koyar. Bugün, postmodernizm bağlamında alıntılanan (Fredric Jameson tarafından modernizm ile postmodernizm arasındaki ayrımı saptamak için kullanılan), “We live in spacious times” (Uzamsal zamanlarda yaşıyoruz) sözünün, modernist yazar ve eleştirmen Ford Madox Ford’a ait olduğunu ve 1905 tarihli, The Soul of London (Londra’nın Ruhu) adlı kitapta yer aldığını belirten Thacker, modernlik ve mekân ilişkisini ilk fark edenlerin modernist romancılar olduğunu vurgular (2).
Thacker’a göre, “modernist metinler, modernliğin maddi uzamlarını anlamlandırmaya çalışan metaforik uzamlar yaratan metinler” olarak incelenmelidir (3). Thacker, romanlarda yer alan uzamları, modernliğin uzamlarına karşı yazarlarca geliştirilen tavırların yapısını ortaya çıkarmak amacıyla, olabilecek simgesel anlamlarıyla ele almak gerektiğini ifade eder (8). Sokaklar, yapılar ve iç mekânlar simgesel anlamlarda kullanılır ve yazarın modernlik deneyimleri karşısındaki düşüncelerinden izler taşır.
David Harvey, The Condition of Postmodernity (Postmodernlik Durumu) adlı yapıtı ile “uzam” ve “coğrafya” kavramlarının kültürel çalışmalar ve edebiyat araştırmalarına kazandırılmasında etkili olmuştur. Öncelikle postmodernitenin coğrafî ve uzamsal niteliklerini araştıran bu yapıt, aynı zamanda modernizm ve modernlikte uzam ve mekân (space ve place) ilişkisi hakkında da ufuk açıcı gözlemler içerir. Harvey modernist sanat ve edebiyatın, modernleşme olgusuna yönelik estetik bir tepki olduğuna dikkat çekerek, bu modernist tepkinin “uzam-mekân” ayrımında kristalleştiğini öne sürer. Harvey, modernleşme sürecinin kapitalist toplumlarda yaşamı hızlandırdığını ve bu hızlanmadan duyulan kaygıların modernist yapıtlarda ifade bulduğunu vurgular. Harvey’e göre bu kaygılar, modernist yapıtlarda, modern “uzamlara” cephe alıp, geleneğe ait “mekânlarla” özdeşleşme biçiminde ifade bulur. Modernleşmenin hız, hareket, akış özellikleriyle örtüşen ve oluşmak (becoming) ile ilintili “uzam” (space) kavramına karşılık; durağanlık, eskiye tutunmak gibi özelliklerle örtüşen, olmak (being) ile ilintili “mekân” (place) kavramı yer alır (aktaran Thacker). Harvey’nin uzam-mekân ayrımı daha önce felsefe dünyasında kavramsallaştırılmış, kökeni Heidegger’in çalışmalarında bulunabilecek bir ayrıma dayanmaktadır. Uzam, yapılan edimlerle, akış ve hareketle belirlenen bir alan; mekân ise durağan, sabit bir varoluşun alanı olarak görülür. Ferit’in yoksul bir kira evi, Suzylerin evindeki partiler ve Selma’nın peşine sokaklarda geçen faydasız hareketliliğinden sonra Ada’daki bir evde ve bir koltukta oturarak ruhsal sağlığına kavuşması bu bağlamda okunmalıdır.
19. yüzyılda Osmanlı modernleşmesi ile başlayan uzun bir yenileşme süreci yaşanmıştır ve Peyami Safa’nın romanları ile düşünce dünyası bu sürecin çeşitli veçheleriyle hep yakın ilişki içinde olmuştur. 1940’ların Türkiye’sinde yazılan bu romanda Ferit, anlık fiziksel hazlarının tatminine odaklı yaşarken, modernliğin mekânlarında bir türlü bulamadığı huzuru, Ada’da bir evde bulacaktır. Evin sahibi Matmazel Noraliya, dünyevi arzularının hiçbirine kavuşamadığı için kendisini tasavvufa vermiş, İslam ve Hrıstiyan tasavvufunun temel kaynaklarını incelemiş bir kadın mistiktir. Noraliya aynı zamanda bu süreçte hastaları doğaüstü yollarla iyileştirme yetisi geliştirmiş bir şifacıdır. Ferit’in ruhsal sorunlarla boğuşarak huzursuz bir devinim içinde olduğu pansiyondan, Noraliya’nın evindeki durağan yaşama ve en nihayetinde bir koltukta oturarak elde edeceği iyileşmeye doğru gelişen öyküsü, Harvey’nin işaret ettiği gibi bir mekânsal karşıtlık sergilemektedir.
Ferit’in huzura ermeden önce kısa bir süre kaldığı ve buhranlarını azdıran kira evi çok ilginç bir mekândır. Kira evi veya pansiyon olarak adlandırabileceğimiz bu bina, gerçekten oteli andıran, farklı insanların dairelerinde yaşadığı bir yerdir. Peyami Safa, her bir kiracının yaşam öyküsünü, bu sefalet içine nasıl sürüklendiklerini az çok görmemizi sağlar. Sonuç hepsi için aynıdır, yoksulluk ve ümitsizlik. Kentin yoksul bir sokağında, kötü durumda bir yerdir; “sarhoşların mesanelerini boşalttıkları mundar” bir sokakta bulunan “harap” bir evdir (12). Kiracılarının hepsi yoksul insanlardır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ülkede yaşanan büyük ekonomik durgunluk sırasında İstanbul’da bu çeşit birçok kira evinin bulunduğu anlaşılmaktadır.
Antropolog ve etnolog Marc Augé, her uzamın, üzerinde yaşayan insanların kültürleriyle sıkı sıkıya bağlı olduğunu vurgulayarak, bir uzamı “yer” (place) olarak adlandırabilmemiz için onun “ilişkisel, tarihsel ve kimlikle ilgili” olması gerektiğini kabul ediyorsak, bunlarla hiçbir bağlantısı olmayan uzamları, “yok-yer” (non-place) olarak adlandırmayı önerir (77). Augé’nin hipotezine göre, “süper modernite” olarak adlandırılan olgular bütünü yok-yerler yaratmaktadır (78). Yok-yerler, antropolojik yer özellikleri taşımayan, insanların uzun bir süre üzerinde yaşamadıkları, köklü ilişkiler kurmadıkları, bir tarih oluşturmadıkları alanlardır. Hiçbir geçmişin izini taşımayan, her yönüyle anonimleşmiş otel, hastane, havaalanı gibi alanların dünyanın her yerinde birbirine benzerliği ile çoğalan yok-yerlerdir bunlar. Ferit’in yaşadığı pansiyon, bu tür bir “yok-yer” olarak düşünülebilir mi? Köksüz ve tarihsiz olmasıyla, her ne kadar Ferit ile diğer kiracılar arasında bazı ilişkiler kurulsa da bunların geçici olmasıyla bu ev bir yok-yer olarak düşünülmeye elverişli görünüyor. Ama, bu okuma, Peyami Safa’nın yarattığı bu ilginç yapının sadece tek bir katmanını aralayabilir, Ferit’in kaldığı evde bundan daha fazlası vardır.
Matmazel Noraliya’nın Koltuğu karşıt uzamlar barındıran ve roman baş kişisinin birinden diğerine yolculuğu ekseninde kurgulanan bir romandır. Bu kez Fatih ve Beyoğlu karşıtlığı gibi dış gerçeklikle büyük ölçüde örtüşen bir karşıtlığın yerine, simgesel anlamlarla yüklü iki uzamın karşıtlığı söz konusudur. Fredric Jameson’ın, üçüncü dünya romanının kaçınılmaz olarak alegorik nitelikte olduğu ve modernleşme karşısındaki sancıları yansıttığı görüşünü doğrularcasına Peyami Safa, toplumsal krizleri bireysel ve mekânsal krizler olarak kurgular. Ferit’in yaşadığı kira evi, farklı toplumsal kökenlerden gelen insanların yan yana ama birbirlerinden habersiz olarak küçük dairelerde yaşamlar sürdükleri bir yapıdır. Çok yoksul dört kişilik bir aile küçük bir odayı paylaşır; öyle ki ailenin büyüğü olan yaşlı adam, Tahir Bey, grotesk bir imge oluşturarak yüklükte uyur. Yüklükte uyuyan ihtiyar imgesi, bir siyah köpek tarafından takip edildiği sanrısıyla kıvranan Ferit’in peşini bırakmayacak diğer bir imge olacaktır: “Beni peşime düşen siyah köpek değil, Tahir Beyin yükte yatması çıldırtır” (198). Bir başka odada, zenginden alıp yoksula veren bir seri katil yaşar ve bu adam, Ferit’in, para canlısı teyzesini, ondan habersiz öldürerek kendisine bir miras kalmasını sağlayacak ve böylelikle Ada’da bir ev kiralayacak imkânı verecektir.
Pansiyon, gerçeküstü olaylara sahne olan, tekinsiz bir mekân olarak simgesel değer taşıdığı izlenimini verir. Pansiyonun simgesel bir mekân olduğunun bir kanıtı, bu binanın, Ferit’in sorunlarının nedeni olarak gösterilmesi ve ona bir binanın gerçekte sahip olabileceği özelliklerin ötesinde güçler yüklenmesidir. Ev, Ferit’in buhranlarını artıran, korkularını azdıran garip bir etkiye sahip gibidir. Ferit buradan “cin yatağı bir ev” (97), “Vafi’nin kuburu” (147), “tımarhane” gibi nitelemelerle söz eder (148). Ferit burada yaşadığı günlerde huzursuzdur, sanrılar ve kâbuslar görür. Ferit’in geçirdiği sinir krizlerinin bu evde arttığı—Ferit’in zihnine odaklı biçimde—vurgulanır: “Bu evde çoğaldı krizler. Ne zaman geldi bu odaya? Geçen Pazartesi. Bugün Cumartesi. Altı gün” (192). Bu altı günün Ferit’in üzerinde etkisi sarsıcıdır: “Demin hesapladım. Altı gündür burada imişim. Bana altı ay gibi geldi. Hayatımın en büyük hayretlerini bu altı günde yaşadım” (195). Uyurgezer küçük kızın saate bakmadan zamanı bilmesi ve delici gözleriyle Ferit’in rüyalarına girmesi, gece koridorda yürüyen belli belirsiz bir çıplak. Binanın sorumlusu Vafi Bey’in tüm bu kişilerden ayrı, kendi içine dönük, titiz ve uhrevi yaşantısı. Hepsi bir arada Ferit’e dehşet vermektedir. Pansiyonun roman boyunca sezdirilen tuhaflıkları Ferit’in şu sözleriyle vurgulanır: “Çıldıracağım söyleyin bana nasıl bir dünyadayız biz? Vazgeçtim, söyleyiniz, nasıl bir evdeyiz?” (195).
Buradaki kontrolden çıkmış yaşantıyı şirazesine oturtmaya çalışırcasına çabalayan Vafi Bey dikkate değer bir kişidir. Ferit’in zihnine odaklı anlatıcının ifadesiyle evde, “bu mundar sokağa ve kiracılarının refah seviyelerine göre fazla bir temizlik” vardır ve bu temizlik odabaşı Vafi Bey’in titizliğinden kaynaklanmaktadır (12). Ayrıca, Vafi Bey, dindar bir adamdır ve binayı sadece kirden, pislikten değil, dualar ve namazla cinlerden de temizlemeye çalışır: “Sen, dedi, içine girdiğin bu evin taife-i cin yatağı olduğunu bilesin. Ben buraya geldim geleli iki bin üç yüz doksan iki Âyet-i Kürsî okudum ve taifeyi bir nebze teskine muvaffak oldum” (97). Aksayan bir modernleşmenin yoksullaştırıp üst üste yığdığı hayatlar, bunların toplamının yol açtığı kötü ruhu duayla temizlemeye çalışan dindar bir adam ile sergilenen karmaşık bir tablo, Augé’nin “yok-yer” kavramında yer almayan bir “eski-yeni” birlikteliğini içermektedir. Süper moderniteye ait bir yok-yer değil, eski-yeni, Peyami Safa’nın terimleriyle Doğu-Batı çatışmasının orijinal bir temsili gibidir. Yok-yer okumasını tamamen geçersiz kılmamakla birlikte, Vafi Bey’in temsil ettiği değerler açısından bakıldığında, bu binanın yorumlanmasında Henri Lefebvre’ın “sosyal uzam” kavramının yardımcı olabileceği akla gelmektedir.
Modernliğin ve geleneğin uzamları, mekânlar üzerinde etkileşim hâlindedir ve insanlar da bu heterojen yapıların kesişim alanında var olurlar, bazen birinden diğerine savrulur, bazen çoklu etkiler sergilerler. “Sosyal uzam” kavramını ortaya atarak uzamın, içi boş bir geometrik alandan ibaret olmayıp ideolojik ve politik olarak belirlendiğini öne sürmüş olan Henri Lefebvre, The Production of Space (Uzamın Üretimi) adlı kitabında, her toplumun kendi uzamını yarattığını vurgular (31). Her uzam bir ideolojinin ürünüdür ve içinde yaşayan insanları o ideolojiye uygun olarak biçimlendirir. Uzam, her somut, maddî mekânın üzerinde etki eden, onu biçimlendiren soysal arka plandır. Her mekânın üzerinde etkileşim hâlinde bulunan birden fazla sosyal yapı ya da uzam bulunabilir. Bu çoğulluk ve melezlik, modernlik çalışmalarının en geniş inceleme alanlarından biri hâline gelmiştir.
Andrew Thacker da mekân ögesinin, modernist romanlarda metaforik kullanımından söz ederken benzeri bir çoğulluğa vurgu yapar; modernist romanlarda bir uzam çoğulluğunun bulunduğunu, çok sayıda toplumsal uzam tipinin bir arada, çatışma hâlinde ya da iç içe barındıklarını belirtir (7). Raymond Williams, “Metropol Algıları ve Modernizmin Doğuşu” başlıklı yazısında, “19. yüzyılın yeni ve genişleyen kentine karşı özgül tepkiler”in edebiyat ve sanatta izlenebildiğini belirterek, bu tepkilerde yansıdığı biçimiyle modern kentin temel özelliklerini beş grup altında ele alır (19). Bu gruplandırmaya göre, edebiyatçıların gözünden modern kent, bir “yabancılar kalabalığı”, kalabalıklar içinde bireyin yalnız ve soyutlanmış olduğu, nüfuz edilmez ölçüde karmaşık, aynı zamanda insanların bir arada bulunması için yeni olanaklar vaat eden bir alandır. İncelediğimiz roman bağlamında da Ferit’in yaşadığı kira evi sıkıntılı biçimde üst üste yığılmış hayatlar barındırmaktadır. Bu tablo, Osmanlıdan Cumhuriyete, iki yüzyıldır yaşanan modernleşme hamlesinin, İkinci Dünya Savaşı’nın ülkede yarattığı ekonomik buhran ve yoksullukla sekteye uğradığına ilişkin bir gözlemi de yansıtmaktadır. Ferit’in huzurunu kaçıran, tatmin edemeyeceği maddî arzularını azdıran kalabalık bir mekândır. Buraya, Lefebvre ve Thacker’ın dediği gibi çeşitli sosyal uzamların iç içe olduğu, Williams’ın vurguladığı gibi insanların kalabalıklar içinde yalnız olduğu bir karmaşa hâkimdir. Ama yine Williams’ın işaret ettiği gibi ortak hedefleri ve zevkleri olan insanlar arasında, kent öncesinde düşünülemeyecek paylaşımların yaşanabileceği bir yerdir aynı zamanda kent. Yahya Aziz’in Ferit’le tanışması ve ona akıl hocalığı yaparak Noraliya’nın Ada’daki evini kiralamaya ikna etmesi, evde buldukları günlüklerinden Noraliya’nın yaşam öyküsünü ve mistisizm serüvenini öğrenmeleri, insanların ancak kent dokusunda yaşayabilecekleri türden karşılaşmalardır.
Ferit’in ruhsal tekâmülü, (buna tam bir tekâmül diyebilirsek) ancak bu tekinsiz pansiyondan ayrılıp, Büyükada’ya taşınmasıyla gerçekleşecektir. Tensel zevklere düşkün, hiçbir inancı olmayan Ferit, adada çam ağaçları arasındaki bir evde, Matmazel Noraliya’nın koltuğunda metafizik bir deneyim yaşar; Noraliya’nın hayaleti ona yol gösterir, kadının ruhunun “Allah” diyen nefesiyle Ferit’in ruhsal bir yol kat ettiği ima edilir. Bu deneyimden sonra aydınlanmış, sinir krizlerini geride bırakmış, en önemlisi sevdiği kadın Selma’yı sadece beden değil, aynı zamanda ruh olarak görmeye başlamış, bambaşka bir Ferit olduğunu söylemektedir.
Pansiyon’un çok çeşitli insanları (ve cinleri) barındıran, sürekli devinim hâlindeki görünümünden sonra Ferit, bir adada, doğanın içinde eski bir konağın üst katında, eşyasız bir odada, küçük bir koltukta huzura kavuşmuştur. Pansiyonun devinimine karşılık adadaki evin dinginliği ve getirdiği huzur bir karşıtlık oluşturur. Romanın başında kendi bedenini ve içinde bulunduğu mekânı aynı anda algılayarak benliğinin farkına varan Ferit, bu evde “maddeyi ve kendi maddesini aşmak”tan söz eder hâle gelmiştir (278). Şüphesiz adadaki konağa bu özellikleri veren, evin (bir yıl önce ölmüş olan) sahibi Matmazel Noraliya’dır. Bu kadın, İtalyan Katolik anneanne ile Müslüman Türk babaannesinin etkileri arasında yetişmiş; Müslüman olmayı seçmiş bir kadındır (277). Nuriye olan adını İtalyan annesi Noraliya olarak kullanır. Noraliya, hiçbir dünyevi isteği gerçekleşmemiş, hiç evlenmemiş, 32 sene boyunca bu evdeki odasında adeta bir derviş gibi yaşamış, hastalara şifa dağıtan bir kadındır. Dolayısıyla Ferit’in aydınlanmayı bu evde yaşaması, romanın kuruluşunda etkili olan düşünceler hakkında açıklayıcıdır. Ferit, pansiyonun huzursuz deviniminden, dolaştığı Beyoğlu semti ile Batı hayranı dostlarının apartman dairesinde verilen partilerin ortamından kaçarak, sükûnetine sığındığı evde, tahminlerinin ötesinde bir ruhsallıkla karşılaşır.
Ferit’in Noraliya’nın evinde nasıl bir dünyaya adım attığını görebilmek için önce kısaca Noraliya’nın öyküsüne bakmak, sonra da sırasıyla doğa, ada ve koltuk bileşenlerinin rolü üzerinde durmak gerekiyor.
Matmazel Noraliya da, gençliğinde, Ferit’in yaşadıklarına kısmen benzer biçimde, maddeden ruha doğru bir yolculuk yaşamıştır. Ayrı olduğu babasına kavuşmak, evlenmek, istediği yerde bir ev sahibi olmak gibi hayattaki bütün istekleri karşılıksız kalan Noraliya, Büyükada’da satın aldığı bahçe içindeki köşkte, dünya nimetlerinden uzaklaşarak kendisini Tanrı’ya adamıştır. Ormanda uzun yürüyüşler yapan Matmazel Noraliya, çamların arasında doğayla iç içeyken düşüncelere dalar.
Noraliya geceleri bahçede, ağaçların arasında uzun yürüyüşler yapar ve bu yürüyüşler Noraliya’yı Allah’a yaklaştırır, günlüğüne kaydettiği notlarda, evinden sadece geceleri, evin arkasındaki çamların arasında dolaşmak için çıktığını belirtir. Bir gece ağaçların arasında gözlerini kapayarak Allah’a seslenir: “Yarabbi dedim, al beni artık. Beni dağıt. Zerrelerimi şu çam dallarının üzerine şebnem gibi yağdır. Benim ruhumla şu yaprakları yaldızla. Sana olan aşkımı bir sabah rüzgârı gibi estir. [. . . ] Kalbimi ez. Milyonlarca zerreye ayırıp her birini nevmit bir kalbin içine bir ümit tohumu gibi at. Orada büyüyeyim” (273-74). Noraliya, panteizm izleri taşıyan bu seslenişiyle doğanın ortasında evrenin sonsuzluğuyla bir olma arzusunu dile getirir. Görünenin ötesine geçmek bütün mistik ekollerde ana hedeftir: “Bütün mistiklere göre mutlak hakikatin varlığı aşkındır fakat aynı zamanda mutlak hakikat zaman ve mekânda bulunan bütün bir evrenin esasen tek olan iç ve zatî varlığıdır. Bu, ilk bakışta bir panteizm izlenimi uyandırsa da mutlak hakikatle evren arasında tam bir ontolojik özdeşlik olduğu anlamına gelmez.” (Kutluer, 189). Tam bir özdeşlik olmasa da nefsini ve Ben’ini tamamen yok edip doğaya karışmayı, Ada’daki çamların üzerine yağan şebnem ve sabah rüzgârı olmayı dileyen Noraliya, ümitsiz kalplere ümit tohumları ekmek ister. Ferit de Noraliya’nın bu şekilde iyileştireceği insanlardan olacaktır.
Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’nda, mistik coşkuyu doğada duyma izleği, sadece bu sahneye özgü değildir. Romanda, doğa ile dinî duyguların kesişmesini yansıtan başka bölümler de vardır. Ferit, adadan önce yaşadığı pansiyondaki sorunlu günlerinde, buhranlar içinde bir muhallebicide otururken, yaşlı bir adam yanına gelerek içinden “Allah” diye tekrar ederse sıkıntısının hafifleyeceğini söylemiştir, Ferit denileni yaptığında içinde bir “dağ başı ferahlığı” hissetmiştir (64). Yine aynı romanın son sahnesinde, gerilimlerin ardından bir araya gelen Ferit ile Selma, Noraliya’nın konağının arkasındaki çamlığa doğru ilerlerler: “Ferit ve Selma arka yoldan çamlığa doğru yürüdüler” (314). Modern kentin üzerlerine bindirdiği yüklerden kurtulmak isteyen kişiler hep çamların arasında, denize karşı, doğayla iç içe dolaşırlar.
Matmazel Noraliya’nın Koltuğu iki bölümden oluşur ve bu bölümleri birbirinden ayıran temel özellik, iki ayrı ve birbirine zıt uzamda olanların anlatılmasıdır. Birinci bölümde, Ferit’in modern varoşun sefaletini temsil eden otel ya da pansiyon odasında, ikinci bölüm ise Ada’da geçer. Birinci bölümde hazlarına düşkün, hedonist ve inançsız bir kişi olarak ağır bunalımlar, sanrılar içinde acı çeken Ferit, Ada’da Matmazel Noraliya’nın ormanlar arasındaki evinde, yaşadığı transandantal deneyimin sonucunda iyileşir. Bu bir modern hayat eleştirisidir. Safa bu eleştiriyi yalnızca roman kişilerinin ve anlatıcının ağzından doğrudan yapılan konuşmalarla değil, romanın mekânlarına simgesel anlamlar yükleyerek yapar.
Romanın ve Ferit’in iç dünyasının tüm düğümlerini çözecek deneyimin bir adada gerçekleşmesi tesadüf değildir; böylelikle, ütopya edebiyatıyla bir ilişki kurulmaktadır. Thomas More’un Ütopya’sından itibaren edebiyatta ütopyaların çoğu bir adada kurulmuştur. Ada: İngiliz Yazınında Ada Kavramı adlı çalışmasında Akşit Göktürk, yüzyıllar boyunca insanlığın evrensel özlemlerinin, doğal güzellikler içinde, mutlu ve huzurlu bir yaşam vaad eden bir adada toplandığını (11-12), insanların mutluluk, düzen ve ölümsüzlük dileklerinin ada kavramında bir araya geldiğini belirtir (12). Göktürk, İlkçağ’dan modern zamanlara kadar her dönemin özelliklerine ve duyarlıklarına göre değişen anlamlar yüklendiğini vurguladığı adanın (15), edebiyat yapıtlarında yoğun anlamlar kazandığına işaret eder (13). Aynı zamanda yine çağlar boyunca insanlığın ideal yaşamın hüküm sürdüğü alan olarak düşündükleri ütopyaların da, Thomas More’un Ütopya’sından itibaren, hep bir adada kurulu olduğunu söyleyen Göktürk, bu yöntem sayesinde, gerçek dünya düzeninden uzakta, dışarıya kapalı ve sadece kendisiyle sınırlı bir uzamda kurulan örnek bir toplum modeliyle yazarların içinde yaşadıkları topluma eleştiri getirdiklerini belirtir (17). Matmazel Noraliya’nın yol göstericiliğinde Ferit’in yaşadığı iyileşmenin de bir adada gerçekleşiyor olması bu bağlamda anlamlıdır. Üstelik romanda ada, büyük şehirden belirli bir uzaklıkta ama orasıyla bağları tamamen kopuk olmayan bir alandır; vapurla sürekli gidiş geliş vardır ve sonunda Ferit yine şehre döner.
Peyami Safa, toplumsal ve felsefi meselelerle ilgili düşüncelerini, eleştirilerini ve çözüm önerilerini, kurmaca evreninde inşa etme yolu olarak ütopyacı düşünceyi denediğinin sinyalini Matmazel Noraliya’nın Koltuğu ile verecek ve bu yapıttan hemen sonra 1950’de yayımlatacağı Yalnızız romanında, ayrıntılı olarak betimleyeceği bir ütopyaya geniş yer vermiştir.
Öte yandan, Ferit’in serüveninin, edebî bir tür olarak ütopya ile kurduğu bağlar kadar, İstanbul’un kent dokusu ve tarihsel-toplumsal gerçekliği ile de bağlantılı yönleri vardır; Büyükada bir şifa merkezi geçmişine sahiptir. Ada’nın yerli halkının, 1950’lere kadar ağırlıklı olarak Rum nüfustan oluştuğunu kaydeden Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi’nde, Ada’daki “manastırlara dinî amaçlarla ve sağlık nedeniyle” gelenlerin bulunduğu vurgulanmaktadır (351). Aynı kaynakta belirtildiğine göre, Ada’nın en yüksek tepesinde bulunan Aya Yorgi Manastırı ve Kilisesi, 6. yüzyıldan itibaren tedavi amaçlı hizmet görmüş, “ruh hastalarının, hem çevrelerinden uzaklaştırmak hem de tedavi edilmek için getirildikleri” bir dinsel merkezdir (353). Belli ki, Yahya Aziz, kâbuslar ve hezeyanlar içindeki Ferit’i buraya getirirken ne yaptığını gayet iyi bilmektedir. Noraliya’nın İslâm ve Hristiyan inanışlarındaki mistisizm geleneklerinin ortak yönlerinden beslenen melez bir ruhani figür olması da Büyükada’nın bu dokusuyla örtüşmektedir.
Ferit’in Ada’da şifasını bulduğu asıl yer ise bir koltuktur. Matmazel Noraliya’nın, çile dolduran dervişler gibi günlerce biraz su ve kuru ekmekle oturup mistik deneyimler yaşadığı, tavan arasındaki koltuk.
Mehmet Tekin, Peyami Safa’nın romanlarında mekân ögesinin, “anlatımcı (expressionist) karakteriyle yer aldığını”, böylelikle mekânın sadece olayların üzerinde gerçekleştiği dekoratif bir öge olmaktan çıkıp romanın bileşiminde “başlı başına bir anlam ifade eden dinamik bir” öge hâline geldiğini vurgular (298). Tekin, Peyami Safa’nın, böylelikle mekân ögesinden, “gerçeği sezdirmek” amacıyla yararlandığını söyler (298). İşte gerçeği sezdirmek için mekânın dilini ustaca kullandığı yapıtlarından biri de Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’dur ve romana ismini veren koltuk, olduğu yerde sabit duran bir eşya olsa da üzerine oturanı görünenin ötesine taşıyabilen bir araca dönüşür.
Ferit, bir yıl önce ölmüş Matmazel Noraliya’nın evine geldikten hemen sonra burada bir takım tuhaflıklar fark edecektir. Noraliya’nın, salondaki duvarda asılı olan portresine bakarken portrenin gözleri oynar, gözler Ferit’i takip eder. Bu esrarengiz olaydan sonra gece yataktayken nereden geldiği anlaşılamayan bir sesin çağrısına uyarak, Noraliya’nın ölmeden önce uzun yıllar yaşadığı odaya doğru yürür. Noraliya’nın ruhu ya da hayaleti ona yol göstermekte ve kendi odasına götürmektedir. Ferit’in gözlerinden odanın betimlenmesi şöyledir: “Bomboş bir oda. Pancurlar kapalı. Köşede, iki pencere arasında alçak ve ufarak bir koltuk. Siyah maroken kaplı, arkası yarım daire biçiminde, kolları geniş ve yassı, hiçbir stili olmayan koltuk bomboştu” (226). Boş bir odanın içinde, hiçbir kimliğe ait olmayan bomboş bir koltuk.
Yukarıda söz ettiğimiz, Marc Augé’nin süper modernite bağlamında anonimleşen otel, hastane gibi mekânlar için kullandığı ama Ferit’in yaşadığı kira evi için her yönüyle açıklayıcı olmayacağını saptadığımız “yok-yer” kavramı belki de burada, bu koltukta karşımıza çıkıyor. Boş bir odada bulunan bomboş bir koltuk, Augé’nin kavramlarıyla bakarsak hiçbir ilişkiselliği, hiçbir tarihi ve hiçbir kimliği olmayan bir oda ve aynı ölçüde boş bir koltukta Ferit, bu dünyaya ait tüm gündelik-yatay yaşantısını bir süre için unutup ruhani-dikey bir yaşantıya geçerek sonsuzlukla, aklın ve duyuların ötesinde bir alanla temasa geçebilecektir. Noraliya’nın hayaleti Ferit’e şöyle anlatır: “Ben bu koltukta otuz iki sene oturdum. Kaçtım insanlardan. Her şeyi sildim. Ruhumun dibine indim ve… O’nu gördüm. Şimdi… Sen de göreceksin” (227). Ferit, koltukta o kadar uzun seneler oturmayacaktır; çok daha mütevazı bir hedefi vardır; ruhsal sıkıntılarından kurtulup kent yaşamına geri dönecektir.
Peyami Safa’nın, Budist, Hrıstiyanlık ve İslam mistisizim anlayışlarını ele aldığı Mistisizm adlı kitabındaki tanımıyla mistisizm “insan ruhu ile varlığın esası arasında birleşme imkânına inanmaktır. Mahrem ve dosdoğru (vasıtasız) bir birleşme” (7). Ferit’in kendi benini unutmaya çalışarak koltukta yaşadığı deneyim, yukarıdaki mistisizm tanımıyla örtüşür:
Ne ile, ne üzerine ve nasıl tesir ettiğini bilmeden uğraşıyordu. Elini tutan avucu hissetmez oldu. Nerede olduğunu da bilmiyordu. Arada bir şuurunda belirip kaybolan kaçak idrak anlarında “Ben kimin?” diye kendi kendine sorarken kendi kendini tanıyordu. Bu anlar seyrekleşti. Gayret ediyordu. Bir daha gelmediler. Artık şuurunda kendi ben’ini değil, başka ve geniş ve her şeyle birleşmiş, sonsuz bir kendi vardı. Bu, kendinden çıkan ve onu aşan, her şeyi kavrayan ve her şeyle bir olan bir kendi şuuruydu. Bu bir mutlak birdi. Ansızın gözleri kör edecek kadar keskin bir ışığa benzeyen ve hududu görünmeyen büyük bir aydınlık parladı; ve ansızın her şey karardı ve sonsuz derinliklere iner gibi bir duygu bütün ruhunu sardı. (228).
Burada betimlenen, bütün kültürlerin mistisizm anlayışlarından bir parça bulunabilecek evrensel bir mistik deneyim görüntüsü sergilemektedir. Peyami Safa’nın Ferit için bulduğu yol, Neriman’ın Harbiye’den Fatih’e dönmesi gibi bir eskiye dönüş değildir. Bena Moran haklıdır, Ferit bambaşka bir insana dönüşmemiştir ama içindeki çatışmaları çözümlemiş, beden-ruh dengesini ruha daya yakın bir dengede ayarlamış, bilinç dışında birikmiş sorunlarını yine bilinç dışına hitap eden bir yöntemle iyileştirmiş bir modern bireydir. Buradan hemen sonraki sahnede, sabah olmuştur ve Ferit’in, yatağında gözünü açıp karşısında Yahya Aziz’i bulduğu uyanma ânı, romanın başındaki karanlık ve kasvetli pansiyon odasındaki uyanmanın tam karşıtı nitelikte, aydınlık ve ferah bir uyanmadır: “Aziz yüzüne baktı. Onun gözlerinde hayret ve sevinç vardı. Kendisinde de aynı şey: Hayret ve sevinç. Fakat çok daha büyük” (228). Yüzündeki bu hayret ve sevinç, iyileşmenin belirtisidir; yeni ve aydınlık bir gün doğmuştur.
Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’nda madde ile ruh arasındaki karşıtlığın, mistisizmin yardımıyla çözülmesine tanık olunur. Ancak, yazarın Doğu-Batı sorunsalını taşıdığı düzlem, sadece felsefi ve metafizik tartışmaların soyut alanı değildir. Modernlik, gündelik yaşantının somut mekânlarında deneyimlenir ve Peyami Safa’nın romanlarında modernliğin biçimlendirdiği uzamlarla, modernlikten kaçış olanağı tanıyan, geleneği koruyan uzamlar arasındaki ilişkiler, anlatının etkin bir katmanıdır. Dolayısıyla Peyami Safa’nın kurmaca evreninin beslendiği düşünsel arka planı açıklıkla görebilmek için ilk romanlardan itibaren bulunan ama anlatım teknikleri bakımından giderek gelişen uzamsallığın üzerinde durmak gerekir.
Kaynakça:
Marc Augé, Non-Places: Introduction to an Anthropology of Supermodernity, Çev. John Howe. Londra, New York: Verso, 1995.
Süreyya Elif Aksoy, “Peyami Safa’nın Romanlarında Modernleşme ve Mekân”.
Yayımlanmamış doktora tezi. Ankara: Bilkent Üniversitesi, 2009.
“Büyükada”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi 2, İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı, 1994. Ed. Nuri Akbayar ve diğer. 350-53.
Albert Cook, “Space and Culture”, New Literary Historyi 1998, 29: 551-572.
Akşit Göktürk, Ada: İngiliz Yazınında Ada Kavramı, İstanbul: Adam, 1982.
John Jervis. Exploring the Modern: Patterns of Western Culture and Civilization. Oxford: Blackwell, 1998.
İlhan Kutluer, “Mistisizm”. İstanbul: TDV İslâm Ansiklopedisi, 2005.
Henri Lefebvre, The Production of Space, Çev. Donald Nicholson-Smith. Oxford: Blackwell, 1994.
Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1. İstanbul: İletişim, 1991.
Peyami Safa, Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, İstanbul: Ötüken, 2004.
Peyami Safa, Mistisizm, İstanbul: Bâbıâli Yayınevi, 1961.
Mehmet Tekin, Romancı Gözüyle Peyami Safa. İstanbul: Ötüken, 1999.
Andrew Thacker, Moving Through Modernity: Space and Geography in Modernism, Manchester ve New York: Manchester University Press, 2003.
Raymond Williams, “Metropol Algıları ve Modernizmin Doğuşu”. Çev. Taciser Belge. Birikim 35 (Mart 1992): (19-24).