Bugün Sur’da bombalar altında, gözleri oyulan, parmakları, kulakları kesilen, burunları kesilen insanların hikâyelerine de gözyaşları kalmış mıdır acaba? Bütün “her şeyi söyleyenler”e selam olsun...
11 Mart 2016 14:00
Murathan Mungan’ın edebiyatı bir yana, “angaje bir toplumsal entelektüel” olarak üstlendiği mühim rol üstüne bir süredir düşünüyorum. Bu rol için İngilizce’de “public intellectual” lafı kullanılıyor, buna “kamusal entelektüel” ya da burada olduğu gibi “toplumsal entelektüel” demek de mümkün.[i]
Türkiye’de bu rolü vefatından önce, hayatının son anına kadar Yaşar Kemal üstlenmiş ve tabiri caizse “her yere yetişmişti.” Nerede bir mağduriyet, haksızlık, şiddet vesaire olsa, Yaşar Kemal orada devreye girer ve ötekiler, görünmeyenler ve mağdurlar adına söz alırdı. Bunun için de vesile gözetmez, bütün açılışları, konuşmaları bu sorunlu ve berbat ülkenin yaralı köşelerini ifade etmek için bir vesileye dönüştürürdü. İstediği ve özlediği şey de, farklılıkların yok edilmesinin milli bir politika olarak sürdürüldüğü bu ülkenin “onbinlerce çiçekli bir kültür bahçesi”ne dönüşebilmesiydi. Naif ama hayati bir özlem.
Son yıllarda Murathan Mungan da bu rolü sürdürüyor, çok cesurca ve müthiş bir zarafetle sürdürüyor. En son SİYAD ödül törenindeki konuşması da buna iyi bir örnekti. Emin Alper’e Abluka için ödülünü verirken yaptığı konuşma siyasi bilinç ve şahsi vicdanı göreve davet eden, insanın içine mevcut baskı ve suskunluk rejiminde su serpen, su serpmekle de kalmayıp, vicdani dalgalanmalar yaratan bir konuşmaydı. Önce senaristlerin bu ülkede, diğer herkes gibi ama sinema “büyük bir sektör” olduğu için diğer kalem erbablarından biraz daha belirgin bir şekilde yaşadığı sansür ve baskıdan söz etti. Sonra da sinemanın sunduğu “duygulanma” araçlarının ülkede şu anda yaşanan zulme ne kadar dokunabileceğinden bahsetti. Şöyle: “Özgürlüğü hepimiz için istiyoruz. İfade özgürlüğünü hepimiz için istiyoruz. Yaşam ve varoluş hakkını hepimiz için istiyoruz. Sinemanın artık sadece Schindler’in Listesi’nde ya da Sophie’nin Seçimi’nde gözleri nemlenen seyircileri; bugün Sur’da bombalar altında, gözleri oyulan, parmakları, kulakları kesilen, burunları kesilen insanların hikâyelerine de gözyaşları kalmış mıdır acaba? Umarım bundan sonra bütün sanatlar olduğu gibi sinema da bize bir arada yaşamanın, kardeşçe yaşamanın; birbirimizin kalplerine, akıllarına, ruhlarına, hikâyelerine dokunmanın imkânlarını daha çok açacaktır. Bizim birbirimize her zamankinden çok daha fazla ihtiyacımız var.”
Şu anda herkese, bilhassa da Kürtlere karşı uygulanan feci ve akılalmaz devlet şiddeti karşısında insanlar sinmiş, mecburi bir suskunluğa ya da bön bir umarsızlığa bürünmüşken, bu sözlerin bir yerlerde yankılanması çok önemliydi. Duygulardan, insanların “hikâyelerine dokunmaktan” bu kadar berrak ve şüphesizce bahsetmek de çok önemliydi. Zira bu temel empatiye yapılan çağrılar güya sarkastik bir tutumla “demode” kabul edilebiliyor günümüz kültür endüstrisi içinde. İnsanların fark etmeden kapıldıkları “kısır ironi” hali, bu tip ironisiz, doğrudan duygu ve görev çağrılarını daha çarpıcı ve önemli kılıyor. Bu bir “pathos” çağrısıydı ve bunu müthiş bir ciddiyetle ama dramatize etmeden yapmak da müthiş bir entelektüel zarafetti.
Geçen sene Mungan bu “toplumsal entelektüel” rolünü yıllardır sürdürmesinin ürünü bir kitap yayınlanmıştı: Güne Söylediklerim. Bu kitapta yazdığı çeşitli “önsözler” ve küçük yazıların yanı sıra, çeşitli vesilerle yaptığı konuşmaları bir araya getirmişti. Bu konuşmaları “güne söylediklerim” diye anıyor ve bunların “zamana yazdıkları”yla (kitapları) beraber yol aldığını söylüyordu. İşte bu beraberlik, sayfa üzerinde kurulan dünyada var olmak ile dış dünyada varlığını sürdürmek arasındaki beraberlik, Mungan’ı tam bir “toplumsal entelektüel”e dönüştürüyor ve toplumsal mevzuya “müdahil” olmayı ziyadesiyle önemseyen Sartre ya da Said gibi “topyekûn entelektüeller”le aynı çeteye dahil ediyor.
Sartre bu “topyekûn entelektüel” (total intelectual) lafını kültürün her alanına doğru yayılabilen, disiplinler arası fark gözetmeyen entelektüel anlamında kullanıyordu. “Asıl” alanı tiyatro, sinema, edebiyat, resim, felsefe, mimari, her ne olursa olsun entelektüel her vesileyle söz almalı ve o temel siyasi ve toplumsal vicdanı hatırlatmalıydı. Sartre “Entelektüel üstüne vazife olmayan şeylere bulaşan insandır” gibi bir tanım da yapmıştı. Sartre’ı entelektüele yüklediği bu “kapsayıcı” anlamdan ötürü eleştirenler oldu ama ben burada kendi disiplini dışında da söz almaktan çekinmeyen, aslında “disiplinler-arası uzmanlaşma” ve bunun getireceği yalıtılmışlığı reddeden bir entelektüel tanımı olarak görüp, bunu olumlu bir tanım olarak kullanıyorum.
Bahsettiğim küçük kitapta Mungan bu olumlu kapsayıcılığı hakikaten sergiliyor. Ezidilere dair bir fotoğraf albümü vesilesiyle Ezidilerin görünmeyen tarihini anlatırken, Kadınlar Günü vesilesiyle Nezihe Muhiddin’den Sevgi Sosyal’a, Berfo Ana’ya kadar “Türkiye’nin mücadeleci kadınlarını” anlatıyor, oradan bir edebiyat festivalinde edebiyatın temel işlevinin ayrıştırıcı, hiyerarşik yapılar karşısında birleştirici, yatay yapılar kurmak olduğunu söylüyor, sonra Sevim Burak’tan ve “çizgi-dışı” edebiyat yapmaktan bahsediyor, akabinde Hrant Dink’i anıyor, sonra da Dünya Öykü Günü için bir bildirge sunup öykünün kadim gücünden söz ediyor. Bütün bunlardan bahsederken lafı “dünyanın hali”ne de sık sık getirerek, bir “dünya vatandaşı” duyarlılığıyla konuşuyor. Entelektüel olmak biraz da dünyada evsiz olmak ya da her yeri evi olarak görmek olsa gerek. Ya da entelektüeli bir sürgün figürü olarak gören Edward Said’in söylediği gibi: “Artık kişinin evindeyken, kendini evinde hissetmemesi bir ahlak meselesidir.” Mungan’daki bu kapsayıcılık, bu her şeyi dert edinebilme hali, insana hakikaten iyi geliyor. Özellikle de dertli olmanın pek “cool” olmadığı bu devirde.
Bu ciddi ve müdahil tavrı, birkaç hafta önce Mungan’ın Hanif Kureishi’yle birlikte yaptığı konuşmada da görmüştüm, ondan da biraz bahsedeyim. Konuşmanın daha başlarında “Edebiyat ne işe yarar, birilerinin hayatını değiştirebilir mi?” diye büyük bir soru atıldı ortaya. Kureishi biraz alaycı bir tavırla (malum, günümüz ironisi) benim kendime bile hayrım yok, bir şeyi de değiştirdiğimi düşünmüyorum diye lafı kestirip attı. Mungan ise çok zarif bir ciddiyetle ve kendini de övmeden “evet, benim edebiyatım bir şeyleri değiştirmiştir, gaylerin, Kürtlerin, kadınların ve bilimum ötekilerin kendilerini daha yalnız hissetmelerini sağlamıştır” gibi bir cevap verdi. Durumu dramatize etmeden ve “bathos”a da kaymadan yüklendiği bu ciddiyet, ilginçtir, Kureishi’nin kendi alaycılığından biraz “utanmasına” yol açtı. Sonra o alaycı Kureishi, bugün burada edebiyatın işe yaradığını tekrar hatırladım, gibi ciddi ve berrak bir açıklama yapmak zorunda hissetti. Mungan’ın konuşmasını dinlerken, her an her şeyle alay etmeye hazır olan dinleyiciler de (ben dahil) ciddiyetin güzelliğini hatırlamış oldu. Dünya ve ülke bu kadar feci bir haldeyken ironik ve sarkastik bir mizantropinin alemi olmadığını, siyasi angajmanın da “sıkıcı” bir şey olmadığını herkese hatırlattığı için Murathan Mungan’a bir teşekkür borçluyuz.
Son olarak Foucault’nun çok sevdiği “parrhessia” mevzusundan bahsedelim. “Parr-hesia” “her şeyi söylemek” demek ve Foucault’ya göre Antik Yunan’dan bu yana “parrhesia” uygulayan “parrhesiastes”ler (“her şeyi söyleyenler”) statüko ve iktidara karşı gerçekleri dile getirerek, toplumsal düzende bir sarsıntıya, bir ayılmaya, bir kırılmaya vesile olurlar. Bunlar toplumsal düzenin “delileri”dir ve bu yüzden hapsedilir ya da yok sayılırlar. Ama tarih ve kültürün denetim altına alınamayan gizli bir kanalı daha vardır; bu kanalda bu “parrhesia” erbaplarının söyledikleri akmaya devam eder ve daimi bir muhalefeti şekillendirir. Mungan’ın söyledikleri de işte bu muhalefet kanalının daim olmasına katkıda bulunuyor. Bu muhalefeti benzer şekilde sürdüren iki diğer “müdahil” yazı insanını, Latife Tekin ve Karin Karakaşlı’yı da bu vesileyle anmak isterim. Bütün “her şeyi söyleyenler”e selam olsun.