Mühtedi Almanlar da tüm şikâyetlerine rağmen dâhil oldukları toplumun genelinden çok farklı değil. Müslüman olmuşlar ama burjuva kalmışlar...
Avrupa'daki Müslümanlar ya da Avrupalı Müslümanlar bugün herkesin ilgi alanında. Aslında konu uzun zamandır tartışılıyor. Fakat İslâm zırhına bürünmüş katillerin Paris'te, kim olduklarına bakmazsızın, onlarca insanı öldürmesi, tartışmayı bir kez daha alevlendirdi ve başka bir yöne çevirdi.
Artık tartışılan Müslümanlar, onların varoluş biçimi veya inançları değil, köşedeki fırından ekmek almaya gidecek anneanneye, akşam işten çıktığında bir kafede oturup bir arkadaşıyla iki çift lâf etmek isteyen yorgun memura veya okula gitmek için sabah metroya binen çocuklara yönelik ani ve somut ölüm tehdidinin nasıl ortadan kaldırılabileceği. Herkes Müslümanlara, önyargıyla olmasa da, ister istemez kuşkuyla bakmaya başladı.
Başka koşullarda olsa, Esra Özyürek’in Müslüman Olmak Alman Kalmak başlığı altında yazdığı kitabı herhangi bir bilimsel bir çalışmanın ürününü okuduğum gibi, güncellikten sıyırarak okuyabilirdim belki. Belki de, iyi veya kötü, bilimsellik iddiasındaki bu kitabın hak ettiği de bu. Ne var ki konusu, yayına çıktığı günlerde dünyanın içinde bulunduğu durum ve yazarın yaklaşımı buna izin vermiyor.
Bunu Özyürek’in iddiası da besliyor. “Bu kitap, Avrupa’ya yabancı görülen bir dini seçen yerli Avrupalıların deneyimlerine odaklanarak, İslâmofobi olarak adlandırılan karmaşık önyargılar ve ayrımcı uygulamalar bütününü anlamaya çalışıyor” diye yazıyor yazar.
Avrupa'da doğmuş büyümüş genç Müslümanların bazılarının başka Avrupalılardan önlerine geleni kurşunlayacak kadar nefret etmesinin ardında İslâmofobinin de rolü olduğu düşüncesi Avrupa’da çok yaygın ve bütün gerçeğin bir kısmının bu olduğundan kimsenin kuşkusu yok. Ancak Özyürek’in çalışmasından, kendisinin iddia ettiği gibi bir “karmaşık önyargılar ve ayrımcı uygulamalar bütününü” anlamak mümkün olmuyor. Sadece İslâmofobinin varlığını bir kez daha teyit etmek ve belki onun nasıl bir şey olduğuna dair ipuçları yakalamak mümkün.
Bu bir yöntem hatasından kaynaklanıyor olabilir. Çünkü nasıl bir ırz düşmanının motivasyonunu, ırzına geçtiği kadını inceleyerek anlamak mümkün olamazsa, İslâmofobi’yi de İslâm’ı ve Müslümanları inceleyerek anlamak mümkün olmuyor. İslâmofobları anlamak için onları merkeze yerleştirmenin zorunlu olduğu ortaya çıkıyor. Ancak bu başka bir çalışmaya kalmış.
Özyürek çalışmasının merkezine mühtedi Almanları yerleştirmiş. Uzun bir çalışma yaptığı anlaşılıyor. Yıllarca Almanya’daki mühtedi Müslümanlarla, yani İslâm’ı sonradan seçen insanlarla uzun görüşmeler yapmış. Onlarla aynı mekânları paylaşmış. Camilerde düzenlenen din derslerine ve seminerlere onlarla birlikte katılmış. Meşakkatli ve iyi bir çalışma.
Mühtedilerin dünyasını Almanya’da ne Almanlar bilir, ne de oraya göçen göçmenler. Kitap, mühtedilerin İslâm'ı tercih ettikleri andan itibaren o güne kadar içinde yaşadıkları toplumda göçmenlerle bir tutulmaktan şikâyet ettiklerini açıklıyor. Bu kadar ani ve büyük bir yabancılaşmanın bu tür tepkilere yol açması olağan. Fakat kalıcı bir ayrımcılık söz konusu değil. Alman olduklarını kabul ettirdikleri anda, diğer Almanların diş gıcırdatmasına ve bu şekilde mühtedilerin canını sıkmasına rağmen yerlerini koruyorlar.
Müslüman Olmak Alman Kalmak’ta mühtedilere yönelik tek kalıcı ayrımcılık, Müslüman cemaatlere Hıristiyan ve Yahudi cemaatlerine tanınan statünün tanınmaması, yani finansmanlarının devlet aracılığıyla yapılmaması. Bu noktada yazar iki önemli noktayı tamamen geçiştiriyor ne yazık ki. Birincisi, Müslüman cemaatinin bölük pörçük olmasının ve Türkiye gibi devletlerin bu cemaatlerin organizasyonunu üstlenmiş olmasının teknik olarak bu statünün düzenlenmesini güçleştirmesi. İkincisi ve daha da önemlisi, Almanya'da son yıllarda bu alandaki asıl tartışmanın, dini cemaatlere verilen statünün ve devlet yardımının geniş kesimlerce toptan eleştirilmesi ve kaldırılmasının istenmesi.
Öte yandan Almanya'ya göçen Müslüman işçiler arasında ve onların camilerinde de mühtedilere yer olmadığını kitap çok net gösteriyor. Ancak bu da tek taraflı bir dışlama değil. Hatta muhtemelen bir dışlama niyeti bile yok. Aksine mühtedi Almanların o toplumları ve onların camilerini kendi hak ettiklerine inandıkları nezih seviyede görmedikleri ve kendilerini göçmen Müslüman cemaatlerinden bilinçli şekilde soyutladıkları anlaşılıyor. Birçok mühtedi bu olguyu Özyürek’e açık açık anlatıyor. Eleştirilerin en hafifi, o camilerde ve toplumlarda Almanca konuşulmaması.
Özyürek, çalışmasının ilk bölümünde mühtedi Almanların kendilerini göçmen Müslümanlardan ayıran özelliklerine nasıl vurgu yaptıklarını sergiliyor. İkinci bölümde Doğu Almanya kökenli mühtedilerin de benzer bir çaba içinde olduğunu gösteriyor. Maalesef iki bölümde de İslâmofobi’den ziyade, mühtedilerin din değiştirme motifleri üzerinde duruyor. Üstelik bunu yaparken, bunda psikolojik ve bireysel nedenler arayanların yanıldığını iddia ediyor ama kendi aktardığı söyleşiler, birçok durumda mühtedilerin psikolojik (burada söz konusu olan bir psikolojik hastalık değil) ve bu nedenle de tamamen bireysel bir arayış içinde olduğunu ortaya koyuyor.
Üçüncü bölümde yazar önce genç Alman mühtedilerin kendilerinin hem Müslüman hem de Alman olarak varolabileceği yapılar yarattığını, ardından da, daha sonra değineceğim nedenlerle sınıf atlamış kabul edilebilecek genç göçmen Müslümanların da bu yapılar içinde Almanlarla birarada bulunabildiğini gösteriyor. Özyürek’e göre, “Alman-Müslüman dikotomisini aşmayı başaracak olanlar, muhtemelen günümüzde açıkça hem Alman hem de Müslüman olarak yetişen bu nesil olacaktır.”
Son bölümde de, saf İslâm düşüncesinin Alman mühtedilerini nihayetinde Selefi bir İslâm anlayışına yöneltebileceği çıkarımında bulunuyor. Özyürek'e göre, bu Selefiler Almanya’da bir güvenlik tehdidi oluşturmaktan çok, “hem mühtedilerin hem de göçmen kökenli Müslümanların yaşadıkları çifte bilinç sorununu çözüme kavuşturan tek Sünni inancı” olduğu için, Almanya'daki Müslümanların geleceği için bir umut.
Müslüman Olmak Alman Kalmak kitabının başından sonuna kadar bir motif var: Mühtedilerin göçmen Müslümanlarla ilişkisinin güçlüğü. Ona göre, Müslüman Almanların çoğu, göçmenlerden kendilerini ayırmak için “aynı anda hem Müslüman hem de Alman kimliklerini rahatça kucaklayabilecekleri açık bir alan yaratmaya” çalışıyor. Çünkü göçmen Müslümanların varoluş biçimi mühtedilerin Alman toplumundaki konumunu zora sokuyor.
Bu açık alanı yaratmak için mühtedilerin, “kültürel geleneklerin kirletmediği saf bir İslâm” aradığı anlaşılıyor. Böylesi saf bir İslâm’ın Alman kültürüyle son derece uyumlu olacağına inanıyorlar. Bunun için de Almanca konuşulan Müslüman cemaatleri yaratarak, bir anlamda Almancaya tam hâkim olamayan göçmen Müslümanları kendilerinden uzak tutuyorlar. Üstelik bunu yaparken, biraz da tepeden bakan bir tavırla, asıl kendilerinin o göçmen Müslümanları dışladığını görmezden gelerek, yirmi yıl önce İslâm’ı seçen ve adını Zeynep olarak değiştiren bir Alman'ın anlatımıyla, kendilerinin “çifte dışlanmışlık yaşadığını” hissediyorlar.
Özyürek, Alman mühtedilerinin kendilerini Alman aydınlanmasının takipçileri olarak gördüğünü açıklıyor. Onlar bir anlamda dinin aslında ne olduğunu tartışıyor: Din kitap mıdır, yoksa onu her gün yaşayan insanlar mı? Bir saf din-etnik din ayrışması ortaya çıkıyor ve İslâm’ın ilk çıktığı şeklinin de o günün Arap Yarımadası'nda varolan geleneklerden hiç de bağımsız olmadığı gerçeğini tamamen göz ardı eden mühtediler, kayıtsız şartsız ilk şıkkı tercih ediyor.
Bu bir tesadüf değil.
Alman Aydınlanması gerçekten de Emevîler döneminde Arapların Avrupa’ya getirdiği, Antik Yunan filozoflarının Arapçaya tercüme edilmiş yapıtlarının, yüzyıllar sonra Orta Avrupa’daki bazı manastırlarda bulunan kopyalarının Almancaya tercüme edilmesinden çok etkilenmiş, yararlanmıştır. Bir anlamda, Avrupalıların bugünkü kültürlerinin temellerinden biri kabul ettikleri eski Yunan’ı doğrudan orijinal kaynaklardan değil, Müslümanlar aracılığıyla öğrendiği söylenebilir. Bu durumun yarattığı idealist bir İslâm ve Arap hayranlığı sadece mühtedi Almanlarda değil, Almancada “Bildungsbürger,” yani “eğitimli vatandaşlar” denilen kesimde de mevcut.
Bu “eğitimli vatandaşlar” bugün Alman toplumunun kabarık karnını oluşturan orta ve üst-orta sınıf. Yani burjuvazi. Bunların en büyük kısmı Hıristiyan. Yazarın çalışması sırasında konuştuğu ve anlattıklarını kitabına aktardığı mühtedilerin de ezici çoğunluğunun bu “eğitimli vatandaşlar”dan olduğu kolaylıkla anlaşılıyor.
Burada bence işin püf noktasına geliyoruz. Çünkü Weimar Cumhuriyeti yıllarında yaşanan sınıf çatışmalarından sonra, özellikle de Soğuk Savaş döneminde, Almanya’da toplumsal sınıfların varlığının üzeri örtülmeye çalışılıyor. Örneğin, Almanya’da herhangi bir işçi sınıfının olmadığı yolunda yaygın bir inanç vardır. 1960’lı yıllardan itibaren Almanya'ya gelen ve bugün neredeyse bütün üretimi yapan göçmen işçiler ise Alman toplumu dışında kabul edildiklerinden bu inanç daha da pekişti.
Bu güçlü inancın bir pratik sonucu da, Alman toplumunda hemen hemen herkesin alt toplumsal sınıflarla arasına ciddi bir mesafe koymaya çalışması. Çünkü “eğitimli vatandaşlar”a göre, onlar “kültürsüz”dür. Proletarya kelimesinin kısaltılmışı olan “Prol” kelimesiyle aşağılanan insanlardır. Ve bugün bu “Prol” statüsünde olan ama ihmal edilebilir sayıda Alman’ı bir yana bırakacak olursak, Almanya'da hâlâ işçi olarak çalışanlar göçmenler, özellikle de Türk ve Kürt göçmenlerdir.
Daha çok sığınmacı statüsünde Almanya’ya ulaşmış Arap ailelerinin çocukları genellikle daha da ağır koşullarda yaşadığından ve Almanya’nın göçmenlere bile kısıtlı sunduğu olanaklardan daha da az yararlanma şansına sahip olduğundan, Türkçeye Marksist literatürden giren tabirle, bir “lümpen proletarya” yaşamı sürmek zorunda kalıyor ve daha da alt bir statüye sahip.
Bunlar, burjuva olan mühtedilerin kendilerini “prol” olan göçmen Müslümanlardan soyutlama çabasını açıklıyor.
Bunun anlaşılması, Almanya’da Soğuk Savaş’ın ardından başlayan İslâm ve Müslümanlar tartışmasının aldığı biçimleri anlamak için de önemli. Çünkü kitapta da yer yer değinildiği gibi, göçmen işçiler 1970’li yılların sonundan itibaren giderek yoğunlaşan bir hak arama mücadelesine girişti ve çok güçlü örgütlenmeler yarattı. (Burada, yazarın bu döneme ilişkin olarak kitapta değindiği tek örgüt olan Milli Görüş’ün Almanya’nın birleşmesi ve sosyalist sistemin yıkılmasıyla aniden ciddi bir güç kaybına uğrayan sol örgütler kadar etkili olmadığının altını çizmekte de yarar var.)
Bu mücadele Alman toplumunun muhafazakâr kesimlerinde büyük rahatsızlığa neden oldu. Alman muhafazakâr siyaseti, Almanya’da “yaşam yalanı” olarak adlandırılan bir yönteme başvurdu ve başarılı oldu. Bu hakların verilmemesi için önce Almanya’nın bir göç ülkesi olduğunu reddetti. Bu retçi yaklaşım, Helmut Kohl’ün uzun başbakanlık dönemine damgasını vurdu ve ancak sosyal demokrat ve yeşillerin kurduğu koalisyonla yavaşça aşılmaya başlandı. Fakat kısa süre sonra tekrar iktidarı yakalayan muhafazakâr Alman siyaseti bu defa da anaakım Alman toplumunun dini ile göçmenlerin dininin farkı üzerinden bir bölünme yarattı. Muhafazakâr siyaset bakımından bu yeni yaklaşımın bir yararı da, göçmenler içinde Müslüman olanlar ile olmayanları birbirinden ayırmak ve göçmen hakları mücadelesini zayıflatmak oldu.
Maalesef Müslüman Olmak Alman Kalmak işin bu yönünü tamamen görmezden geliyor. Hatta aslında reddetmeye çalıştığı muhafazakâr siyasetin kurguladığı yapay dünyayı veri kabul ettiği anlaşılıyor. Öyle ki, kitapta eleştirdiği çevreleri sık sık “genelleme yapmak”la suçlayan Özyürek, benzer genellemeleri kendisi de yapıyor.
Örneğin, Müslümanlara karşı olanlar hep “Almanlar” olarak anılıyor. Ya da “doğuştan Müslümanlar” ve basitçe “göçmen Müslümanlar” dediğinde sadece gerçekten Müslüman olanları kastetmiyor. Müslüman bir ülkeden gelen her göçmenin Müslüman olduğu kanısını oluşturuyor. Ara sıra, kendi içinde çelişkili bir “dindar olmayan Müslüman” kavramı kullanarak belki ikinci genellemesini bir nebze yumuşatmayı deniyor ama bu daha önce oluşturduğu izlenimi değiştirmiyor. Müslüman bir ülkede doğan herkesin ister istemez Müslüman olduğu şeklinde kendi sahip olduğu imajı yeniden üretiyor sadece.
Oysa bugün hem Türkiye’de hem de İslam dünyasının başka ülkelerinde de yaygınlaşan bu iki genellemenin ne biri doğru, ne de diğeri.
“Almanlar”dan söz ederken Özyürek, öncelikle Almanya’da İslâm ve Müslümanlara karşı olan kesimlerin, yani İslamofob olarak nitelenebilecek kesimlerin toplumun hâlâ küçük bir kesimini oluşturduğunu görmezden geliyor. O İslâmofobların düzenledikleri yürüyüşlere her defasında o yürüyüşlere katılandan daha büyük sayıda insanın karşı yürüyüşler yaptığını ve göçmenlerin haklarını savunduklarını ihmal ediyor. Aynı şekilde göçmenlerin, Müslümanlara daha fazla hak verilmesiyle kendi hak taleplerinin yerine getirilmiş olmayacağını düşündüğünü de fark etmiyor.
Bu tür hatalarla ve İslamofob politikacı Bosbach gibilerinin Alman siyasetindeki rolünü abartarak, üstelik bu adamın söylemediği kanıtlanmış lafları, hâlâ söylemiş gibi gösteren özensizliklerle İslâmofoblara çanak da tutarak, yer yer Berlin’in doğusunun göçmenlerin gidemeyeceği bölgeler gibi tanıtmak şeklinde daha başka ciddi olgusal hataları da bunlara ekleyerek Özyürek, Almanya’yı iyi tanıyanlar açısından, kendi eserini kendisi güvenilmez kılıyor. Bu nedenle kitapta çıkardığı sonuçlara güvenmek de kolay değil.
Kitabın sonuç bölümünü de okuyup, kapağını kapattıktan sonra, yukarıda sıraladığım rahatsızlıkları yeniden aklımdan geçirip, kendime şunu sordum: “Okumaya değdi mi? Ne öğrendin bu kitaptan?”
Bu kadar eleştiriden sonra yanıtım şaşırtıcı olabilir. Çünkü okumaya değdi. Mühtedi Almanlar arasında bu denli yoğun bir çalışma yapan ve vardığı sonuçlarda hatalar da olsa, onların bilinmeyen dünyasına ışık tutan fazla çalışma yok.
Öğrendiğim bir şey de var: Mühtedi Almanlar da tüm şikâyetlerine rağmen dâhil oldukları toplumun genelinden çok farklı değil. Müslüman olmuşlar ama burjuva kalmışlar.