İnsan, kendini tabiattan, tabiattaki diğer canlılardan ateşin mucizesiyle ayırmıştı ve kültürün tabiatla karşı karşıya kaldığı bu sembolik alanda kanamalı kadın, çiğ ile bir paralel kuruyor...
02 Şubat 2017 14:00
“Vah insaniyet!”[i]
Geçen yılın son günleriydi ve Nepal’de bir barakada ölü bulunan genç kız hakkındaki haberler, hâlihazırda türlü yangına durmuş dünyada biraz yankılandıysa da büyük ses getirmedi. Yazılanlara göre Nepal’in bu yöresinde adet gören kadınları köyün diğer sakinlerinden uzak tutmaya yönelik kadim gelenekler hüküm sürmekteydi ve genç kız, bu gelenekler doğrultusunda, her yanı kapalı bir delikten hallice bir barakada bir başına kalmak zorunda bırakılmıştı. Nepal’in bu bölgesinde sıcaklıklar kışın sıfırın altında seyrettiğinden hapsedildiği yerde ateş yakarak ısınmak istemişti, ama bu esnada dumandan zehirlenmişti.[ii]
Menstrüel tabular, ataerkil kültürlerde geçmişten bugüne toplum hayatını sembolik bir düzene oturtmaya yönelik tahakkümün aynası olagelmişti: Kanayan kadın, bir anlamda, kültürle bir kopuş simgeleyerek doğa cenahına kayıyor ve kanı vasıtasıyla insanların mecrasından hayvanlarınkine uzanıyordu. Liminal[iii] bir durumdu, ne orada ne burada; kadının kanıyla ayrı, maddi varlığı ile ayrı bir düzlemde var olduğunun düşünülmesini sağlayan bir hâl, onu insanların âleminden ayırıp eti için kanı dökülen hayvanla akraba kılan bir safha... Kirlilik ve kirlilikle birlikte baş gösterdiğine inanılan tehlikelere karşı alınması gereken önlemler[iv] de, bu safha ile doğrudan bağlantılıydı. Kanamanın tehdit olarak addedildiği toplumlarda âdet gören kadınların yere basmaları, güneşe veya gökyüzüne bakmaları, yemek yapmaları ya da gıdaya dokunmaları, erkeklerle göz göze gelmeleri, vb. yasaktı. İnsan, kendini tabiattan, tabiattaki diğer canlılardan ateşin mucizesiyle, etini pişirerek ayırmıştı ve kültürün tabiatla karşı karşıya kaldığı bu sembolik alanda kanamalı kadın, çiğ ile bir paralel kuruyor, simgesel olarak toplumsal düzeni tehdit ediyordu. Başka bir deyişle, insanın tabiattan kopması, kültürlü bir canlı olarak kendini diğer hayvanlardan ayırması, yemeğini pişirmesiyle gerçekleşmişti[v] ve tabiattan kopuşu sağlayan ateş, yani pişirme edimiydi; ateş, aynı zamanda kirli addedileni dönüştüren, saflaştıran bir kudretti – çiğ olan, kültüre karşı tehditti.
Öte yandan tecrit, salt insanlar arasında rastlanan kültürel bir edimdi.
“Yapmamayı tercih ederim.”[vi]
Edebiyat tarihinin belki de en iyi bilinen anekdotlarından biridir; Franz Kafka, günün birinde, Berlin’de, bir akvaryumun önünde durur ve balıklara şöyle der: “Artık size gönül rahatlığıyla bakabilirim, çünkü sizi yemiyorum.” Yakın dostu Max Brod’un tanıklığıyla aktarılan bu olay, Kafka’nın sıkı bir vejetaryen olarak beslendiği dönemde gerçekleşmiştir ve yazarı, gırtlağı ve vicdanı arasında hassasiyetlerini dışa vuran bir tercih kullanırken resmettiğinden dolayı mühimdir. Kendiyle çatışmasının izlerini yazınına da yansıtmış olan Kafka’nın, atipik bir anoreksiya vakası olduğu, beslenme sorunları bulunduğu, hatta o dönemde gözde bir akım olan ve sindirimin temelinde çiğnemenin olduğunu savunan Fletcherizm’i benimsediği de iddia edilir. Ne var ki, yazar, yaşamının ilerleyen yıllarında, tüberkülozu[vii] denetimden çıktıktan sonra larinksinin ağır tahrişi nedeniyle değil bir şeyleri çiğneyerek sindirmek, bir şey yiyemez hale gelecektir. 3 Ocak 1912 tarihinde günlüğüne yeme, içme, sevişme gibi konularda “diyet” yaptığı, bu alanları tamamen ihmal ederek kendini sadece yazı ile doyurduğu yolunda bir not düşer. Açlık, midevi olan değil de, yaşama dair asla dinmeyecek bir yoksunluk, bir hasret olarak karşımıza çıkan soyut ve bastırılamaz açlık, Kafka’nın edebiyatına sinmiş bir duygudur. Kafka, kendini yazıya bütünüyle adamak için diğer her türlü bedensel hazdan çekilir ve hasretini yazını için itici bir güce çevirir. En sarsıcı öykülerinden biri olan Açlık Sanatçısı’nda insanla (açlık sanatçısı) tabiatı (panter) karşı karşıya getirecek ve tabiatın insan karşısındaki mutlak zaferini ilan edecektir.
Kitlelerin tüketimi uğruna kendini tüketen bir kahramanın öyküsüdür Açlık Sanatçısı; tam olarak neyin, nasıl tüketildiğini biraz da bulandıran, Kafka’ya özgü çelişkilerle örülü bir öykü. Sanatına duyulan ilgi azaldığından iyiden iyiye gözden düşen, fakat elinden başka bir iş, başka bir şey gelmediğinden ölene dek icraatını sürdüren birinin öyküsü. Açlık sanatçısı, onu ölmek üzereyken bulan bekçiye, “hiç durmadan, açlığıma hayran olmanızı istedim,”[viii] dedikten hemen sonra kendisine hayran olunmaması gerektiğini, çünkü başka bir şey yapamadığını söyler; damağına uyan lezzeti bulmuş olsa kendini aç bırakmayacak, herkes gibi yiyecektir o da. Öldükten sonra kafesine bir panter yerleştirilir ve hiçbir şeyin, özgürlüğün dahi eksikliğini çekmiyormuş gibi görünen bu hayvan, bütün yırtıcılığı ile, yaşama sevinci adeta ağzından sıcak bir kor halinde fışkırırcasına etini yemeye başlar – hayvan yerken karşısında büyülenmiş gibi onu seyreden kalabalıklar birikir. Açlık sanatçısının bedeni misali cılız olan anısı, panterin saçtığı vahşi hayat pırıltısının ışığında çabucak silinecek, unutuşa terk edilecektir.
Açlık sanatçılarının on yedinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyılın sonlarına değin panayır ve sirklerde sanatlarını icra ettikleri biliniyor; Prag şehrinde adını taşıyan kafe, restoran ve barlar, sağlığında işgal ettiği alanların toplamından çok daha fazla yer kaplayan Kafka, gerçek bir açlık sanatçısını burada izlemiş olabilir pekâlâ. Bedenini ele geçirmiş olan bir ruhun yemek yemeden yaşayabilmesine izin verdiğini iddia eden Giovanni Succi adlı sanatçının, 1890’larda Avrupa’nın bütün büyük şehirlerinde otuzun üzerinde gösteri yaptığı düşünülürse,[ix] Kafka’nın bu gösterilerden birine denk gelmesi; bu gösterilerden birini izlemediyse bile o zamanlar gazetelerde epey yer bulan hikâyeleri takip etmiş olması, mucizevi denecek denli uzun süreler boyunca ibadet amaçlı aç[x] kalan ve seyirliğe dönüşen zamane aziz ve azizeleri hakkında bir şeyler bilmesi muhtemel... Bizim çağımızın son meşhur açlık sanatçısı ise, kırk dört gün boyunca Times nehri kıyısında havaya asılı şeffaf, pleksi bir küpün içinde kalan ve bu süreçte hiçbir şey yemeyen illüzyonist David Blaine olsa gerek. Blaine’in 2003’te gerçekleştirdiği bu gösteri sonrasında ciddi bir tedavi görmek zorunda kaldığı ve gösterisinin en tehlikeli kısmının tecridine son verip yemek yemeye başladığı zamanki kısım olduğu söyleniyor; açlık vasıtasıyla kendini konumlandırdığı ara durumdan çıkıp da yeniden iştahla yaşayanların arasına dönmek istediği zaman, yani gösterinin bitiminden sonrası.
Onca yoksullukla kuşatılmış dünyada açlığa, yokluğa, yoksunluğa dair imgeler günbegün karşımızdayken, tıpkı Kafka’nın öyküsünde olduğu gibi açlık gösterilerinin eski hükümlerinin kalmadığı söylenebilir gerçekten. Blaine’in gösterisi, belki de açlık değil, dayanıklılık başlığı altında incelenmeli; zira devir değişti, seyirlik anlayışı da devirle birlikte evrim geçirdi. Açlığın değil, aşırılığın izlenme değeri daha yüksek şimdi: Duymadıysanız eğer, YouTube’a girin ve The Diva ile tanışın mesela... Asıl adı Park-seo Yeon olan Güney Koreli internet fenomeni, akşam yemeklerini canlı yayında yiyor ve geçimini, bu esnada bağış yapan izleyicilerinden sağlıyor. The Diva, Kore’nin son yıllarda büyük fırtına koparan akımı muk-bang’ın[xi] temsilcilerinden sadece biri ve bu çocuksu görünümlü, ince yapılı kadın, alandaki diğer fenomenler gibi her akşam, tencereler dolusu yemeğin başına geçiyor. Abartılı bir şov bu sahnelenen, zira tüm bu video’larda, bir kişinin değil de daha ziyade yirmi kişinin tüketebileceği miktarda yemek yer alıyor ve yayın yapan kişinin izleyicilerle yemek odaklı sohbet etmesi ve mümkün olduğunca ses çıkarması –bol bol ağzını şapırdatması, yutkunması- bekleniyor. İzleyiciler, bu seslere ve sohbete karşılık sanal bir para birimi ile bağış gönderiyor ve fenomenleri sevgi dolu mesajlara boğuyor. Vitrinde yaşamanın tezahürlerinden biri, yenecek yemeğin fotoğrafını sosyal medyada paylaşmaktan sonraki adım; sosyologlar, Kore’de gastronomik röntgenciliğe yönelik ilginin büyük artışını yalnız yaşayan bireylerin artışıyla doğru oranlı görüyor.[xii]
“... Doğru düzgün yediği yok bunun, vejetaryen olsa gerek...”[xiii]
Margaret Atwood, 1969 yılında yayımlanan The Edible Woman (Yenebilir Kadın) adlı romanında hayatına giderek yabancılaşan bir kadın kahraman yaratır. Marian adlı bu kahramanın huzursuzluğu, nişanlandıktan hemen sonra belli şeyleri yiyemez hale gelmesiyle baş gösterir. Marian, nişanlısının tabağındaki bifteği kesişini izlerken eti kan kırmızı bir kas yığını olarak tahayyül eder ve ineğin bedenini yenecek kısımlarıyla resmeden diyagramları düşünür; bu olay, bir kırılmanın başlangıcı olur. Marian, o geceden sonra kemiği, tendonu, kas dokusu olan “gıda”lardan başlayarak pek çok şeyi yiyemez hale gelecektir. Marian’ın biftek karşısındaki rahatsızlığı, bir uyanış vesilesidir ve zincirlerinden kurtulmasına neden olur, öte yandan uygarlık sahnesinde çoğu kanlı hikâye, Nepal’deki genç kızınki gibi mesela, kurtuluşla noktalanmaz. Güney Koreli yazar Han Kang’ın romanı Vejetaryen’de kahramanın benzer biçimde ilkin et, ardından herhangi bir şey yemeyi reddetmesi, insanların alanından topyekûn bir çekilmeye, bir kaçış özlemine işaret eder; bu da bir uyanıştır uyanış olmasına, ama Yonğhe, bir kâbusa uyanmıştır. Orta yerinde bir buzdolabının durduğu bir kâbustur bu; ateşin mutfağa girişiyle başlayan, bitmek nedir bilmeyen bir kâbus...
Ve ateş yanmayı sürdürür; arınmaksa ancak güzel bir rüyadır şimdi.