Üç, çok hayırlıdır, çok uğurludur, çok dengelidir ve ayrıca çok da sağlamdır. Ama… Tanrısal ve sihirli olan her şey gibi bir parça tekinsizlik de içerir...
02 Şubat 2017 13:59
Siz ne düşünürsünüz bilemem ama bana göre ‘üç’, en esrarengiz sayılardan biridir. ‘Hayırlı’ bir sayı olarak bilinir öncelikle. Tüm semavî dinler nezdinde bir tür kutsallığa sahiptir. Hint felsefesinde de Tanrı’nın üç yüzü vardır. Yaratıcı-Brahma, Koruyucu-Vişnu ve Yok edici-Şiva… Platon bile ideal olanı üç kavramla açıklar; iyi, doğru ve güzel… Karşımıza olur da bir iyilik perisi ya da bir şişede unutulmuş cin çıkacak olsa, onun da bize ne diyeceğini çok iyi biliriz; “Haydi benden üç dilek dile” Dünyanın kurulduğu ilk yedi günü anlattığı ünlü “La Sepmaine” şiiriyle tanınan 16. yüzyıl Fransız Şairi Saluste du Bartas bile, üç sayısını ayrı bir yere koymuştur. "Teklerin en eskisi, Tanrı'ya yakışan sayı. Cennetin en sevgili sayısı ki, merkezindedir. Her iki uçtan da eşit uzaklıktadır. Başı, ortası, sonu olan ilktir" der onun için. Yani bütün bunlardan ne anlıyoruz? Üç, cennetten çıkma bir sayı olarak çok hayırlıdır, çok uğurludur, çok dengelidir ve ayrıca çok da sağlamdır. Ama… Tanrısal ve sihirli olan her şey gibi bir parça tekinsizlik de içerir. İşte bu yazı ‘üç’ün o tekinsiz hâlini anlatıyor. Üçüncü şahsın şiirini…
Belki de her şey cennetteki Âdem ve Havva’nın arasına giren ağaçtaki yılanla başladı! İnsanoğlu için cennet sonsuza dek kayboldu. Sorumlusu da tabii ki aralarına giren üçüncü şahıs, yani yılan oldu. O yılan bugün de aramızda yaşıyor, kıskançlık suretinde… Edebiyatsa üçlü aşk hikâyelerini ve dolayısıyla kıskançlık canavarının ‘en yeşil’ hâllerini işlemeyi sürdürüyor.
Peter Toohey, Edebiyatta, Sanatta ve Popüler Kültürde Kıskançlık adlı (bence şahane ve kıskançlık verici!) çalışması için “Bu kitap, kıskançlığın hayatımızda oynadığı çeşitli rolleri anlatıyor. Kıskançlık dendiğinde insanların aklına ilk gelen olsa da, kitapta tartışılan yalnızca cinsel kıskançlık değil. Kitapta çocukların, hayvanların, ailelerin, sanatçıların, akademisyenlerin ve iş arkadaşlarının deneyimlediği kendine özgü farklı kıskançlık biçimleri de ele alınıyor,” diyor. Yani, evet ‘tekinsiz’ üçüncü şahıslara illâ ki aşk ilişkilerinde rastlanmıyor. Yer aldıkları hemen her tür ‘masum görünümlü’ ilişkide bile bir arıza çıkabiliyor. Şimdi böyle söyleyince Macbeth’in ünlü üç cadısı geldi aklıma. Onlar gibi biraz kötü haber falcısı oldum. Ama işte üç cadı yerine üç tanrıça bile olsanız fark etmiyor, üçün olduğu yerde işler biraz karışabiliyor. Örneğin, Truva Savaşı’nı başlatan Helen ve Paris’in aşk öyküsünün ardında yatan üç tanrıçanın kıskançlığı gibi… Toohey, bu durumu şöyle tanımlıyor kitabında;
“İÖ sekizinci yüzyıl gibi erken bir tarihte bile popüler olan bu öyküde, bir düğün şöleni düzenleyen Zeus, sakin bir gece geçirmek istediğinden anlaşmazlık tanrıçası Eris’i geceye davet etmez. Bir köşeye itilmeye razı olmayan Eris yine de gelir ve belayı da beraberinde getirir: Üzerinde ‘En güzel kadın için’ yazan altın bir elma. Elmayı şölenin orta yerinde havaya atar. Zeus’un eşi Hera, kızı Athena ve aşk tanrıçası Afrodit elma üzerinde hak iddia eder. Zeus, nihai kararı Truva kralı Priamos’un oğlu Paris’e bırakır. Tanrıçaların her biri Priamos’a rüşvet vermeye çalışır: Hera ona Avrupa ve Asya topraklarını vaat eder, Athena bilgelik ve savaş becerisi, Afrodit de dünyanın en güzel kadını olan Truvalı Helen’i. Galip gelen Afrodit olur (Cranach’ın tablosunda ölümsüzleştirdiği an budur). Aptal Paris Helen’i kocası Menelaos’tan kaçırır ve Truva’ya getirir. Karısını geri almak için büyük bir Yunan ordusu toplayan Menelaos’a kıskanç Hera ve Athena da destek olur. Truva Savaşı’nı başlatan ve destekleyen kıskançlık olsa da –yalnızca Menelaos’un karısını Paris’e kaptırmaktan dolayı duyduğu kıskançlık değil, Hera ile Athena’nın yarışmayı kazanan rakibelerine karşı duyduğu kıskançlık– olayı başlatan daha çok haset duygusudur: Diğer tanrıların eğlencesine imrenen Eris’in eğlenceye davetsiz gelmesi ve üç tanrıçanın birbirinin güzelliğine imrenmesinden kaynaklanan rekabeti.”
Kıskançlık görüldüğü gibi ön planda aşktan, cinsellikten doğuyor gibi görünse de geri planda ne güç kavgaları dönüyor! Yine Toohey’nin kitabına dönersek bu kez de şöyle bir açıklamayla karşılaşıyoruz. “The Anatomy of Melancholy [Melankolinin Anatomisi, 1621] adlı kitabında Robert Burton da aynı şeyi işaret ediyor ve ‘Üç şey kıskançlık yaratır: güçlü bir devlet, zengin bir hazine, güzel bir eş’ diyordu. Burton’un öne sürdüğü üçlüyü daha modern bir şekilde özetlemek mümkün: güç, servet ve seks. Cinselliğin, kıskançlığın en önemli nedenlerinden biri olduğunu zaten biliyoruz, peki ya bu üçlemenin ilk iki öğesi? Onları hasetle ilişkilendirmek daha doğru olmaz mı? Yoksa haset ve kıskançlık arasındaki ilişki tahmin ettiğimizden daha mı yakın?”
Haset, kıskançlık ve tüm bunlar yüzünden başı yanan bir çift denilince benim aklıma hemen Nahid Sırrı Örik’in Kıskanmak’ı geliyor. Romanda hayattaki tüm mutsuzluklarının kaynağını kendi çirkinliğinde bulan Seniha adlı bir kadının dramını okuruz. Seniha, kırk yaş civarında, hiç evlenmemiş, çirkin bir kadındır. Ailesi ağabeyinin ihtiyaçlarına öncelik vermiş, onu yurt dışında okutmuş; Seniha'yı ise ihmal etmiş, hatta ‘çeyiz masrafı çıkar’ diye düşünerek ona gelen evlenme tekliflerini geri çevirmiştir. Seniha, anne ve babası öldükten sonra, İstanbul'a dönmüş olan ağabeyi Halit'le yaşamak zorunda kalır. Halit'in orada iş bulması üzerine onunla Ankara'ya gider. Halit daha sonra Mükerrem adında bir genç kızla evlenir. Mükerrem, ‘mükemmel’ güzellikte bir genç kadındır. Yani Seniha’nın mutsuzluğunun neredeyse ete kana bürünmüş, hedef nesnesi! Seniha önceleri Mükerrem'e iyi davransa da, ağabeyinden intikam almakta onu kullanabilmek için fırsat kollar. Halit bu kez de Zonguldak'ta iş bulunca, aile oraya taşınır. Seniha, bir süre sonra, Mükerrem'in Halit'i, Nüzhet adında bir gençle aldattığını öğrenir ve bu fırsatı kullanarak, durumu ağabeyine anlatır. İnsan son cümlede “Ve Truva Savaşı çıkar” dememek için zor duruyor. Sizce de Seniha karakteri, o üç tanrıçayı ve entrikalarını çağrıştırmıyor mu?
Aşk üçgenlerinden doğan kombinasyonlara kafa yoran bir diğer yazar ise Alberto Mussa… Mussa, Aşk Üçgenlerinin Tipolojik Tarihi adlı bir hayli sıra dışı romanında, asıl olarak aşk üçgeni kavramına dair matematik temelli genel bir teori oluşturmaya sıvanıyor. Kastî yanlışlar, matematiksel ölçütlere göre sınıflandırılmış oyunlar ve başta farklı üçgen teorileri olmak üzere edebiyata uyarlanmış geometrik modellerle, Antik Yunan'dan Amazon'a, Venedik'ten Babil'e uzanarak zinanın evrensel tarihini anlatıyor. “Kitabın, dağınık kaynaklardan rastgele derlenmiş zina hikâyelerinin gelişigüzel şekilde bir araya getirilmesinden ibaret olduğunu sanmak yanılgı olur,” diyor Mussa. “Gerçekte bütün bu hikâyeler bir sistem oluşturmaktadır. Sırayla okunduklarında, bir aşk üçgenleri teorisi ortaya koydukları görülür. Bu hikâyelerin çoğunu ben de yaşadım ve biri hariç, hepsi doğrudur."
İşin içine zina ve farklı üçgen teorileri girince, benim aklım bu sefer de doğrudan Anna Karenina’ya gidiveriyor. Edebiyat otoriteleriyle sıradan okurun nadiren aynı fikirde olduğu bir şey varsa, o da Anna Karenina’nın edebiyat tarihinin en büyük ve etkileyici aşk hikayesini anlattığıdır. Ama bir yandan da evliliğinden feci hâlde sıkılmış, duygusal ve asi, aynı zamanda güzel kontes Anna ile yakışıklı asker Vronsky arasındaki sonu feci biten yasak aşk hikâyesi olarak da kısaca özetlenebilir elbette. Bazılarıysa yan karakterler olan Levin ile Kitty’nin aşkını, biraz soğuk buldukları Anna ve Vronsky’ninkine yeğler. Ancak unutulmamalıdır ki romanın başında Vronsky’ye âşık olan Kitty’dir, Anna ise onu teselli eden kişi. Sonrasında araya ‘aşk’ girer ve Anna hem kocasını hem de Kitty’yi aldatmış olur. Bakınız iki farklı üçgen! Ancak sonrasında Vronsky, Anna’yı o kadar çok kişiyle aldatacaktır ki üçgenleri saymak zorlaşır.
Yaşlı kocasıyla genç ve çekici âşığı arasında kalan genç ve güzel kadın denilince, Aşk-ı Memnu’nun Behlül ile Bihter’ini anmamak mümkün müdür peki? Üstelik burada da bir başka üçgen olarak Bihter’in kocası Adnan Bey’in, Behlül’e âşık kızı Nihal’i unutmayalım lütfen.
Ama bazen de talih, üçgenin şanssız âşıklarına gülebilir. Tıpkı Gabriel Garcia Márquez’in Kolera Günlerinde Aşk’ının Florentino ve Fermina’sında olduğu gibi… Yalnız ufak bir detayı atlamamak lazım, yaklaşık yarım asır bekledikten sonra! Kolera Günlerinde Aşk, bırakılmış bir sevgilinin, yeniyetmelik yıllarından başlayarak yaşlılığın alacakaranlığına dek süren yarım yüzyıllık aşkının öyküsünü anlatır. Florentino görür görmez âşık olduğu Fermina’dan, Fermina bir başkasıyla evlense de ömrü boyunca vazgeçmez. Hayatı boyunca sayısız kadınla beraber olsa da Fermina onun için tek vazgeçilmez kadındır. Nihayet yaşlılıklarında muradına erer. Roman sayesinde “Bir erkek ne kadar bekleyebilir?” sorusunun da cevabını almış oluruz bir anlamda! “Oysa Florentino Ariza, bir-iki uzun ve acılı gönül serüveninin ardından Fermina Daza ansızın onu bıraktıktan sonra bir an bile onu düşünmekten geri kalmamıştı. Aradan tam elli bir yıl, dokuz ay, dört gün geçmişti. Unutmamak için bir hücrenin duvarlarına her gün bir çizgi çekmek zorunda kalmamıştı; çünkü tek bir gün bile geçmemişti ki onu anımsatan bir şey olmasın.”
Edebiyatın tek yılmayan âşığı Florentino değildir bu arada. F. Scott Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby’si de onunla rahatlıkla yarışabilir. Naif olduğu kadar hüzünlü, pırıltılı olduğu kadar zarif de bir öyküdür bu. Fakir ama hırslı olan Jay Gatsby, savaş sırasında tanıdığı zengin ve güzel Daisy’i unutamaz. Savaş sonrası inanılmaz bir servet elde eden Gatsby’nin tek düşü Daisy ile birlikte olmaktır. Daisy ise zengin Tom Buchanan ile evlidir. Gatsby, Daisy’nin villasının tam karşısına bir villa yaptırır. Komşusu Nick’in yardımı ile Daisy ile yeniden görüşmeye başlar. Öykü, Gatsby'nin muhteşem rüyasının peşinden koşmasını adım adım takip ederken hayal ve gerçek arasındaki büyük farklılığa da güzel bir örnek verir. Ve sonunda görürüz ki Daisy’e takıntılı, onu hayat boyu bekleyen Tom, elde ettiği tüm servetine rağmen trajik sonundan kaçmayı başaramaz. Mutsuz son!
En çarpıcı bölüm ise Nick’in ağzından romanın bitiş cümlelerinde saklıdır: “Orada oturmuş o eski, o unutulmuş dünyayı kara kara düşünürken, Daisyler’in rıhtımının oradaki yeşil ışığı Gatsby’nin ilk defa gördüğünde duyduğu o hayranlık düştü aklıma... Onca zaman ardından koştuğu düş, uzatsa hani elini, tutacak. Ne çare bilmiyordu o düşün çoktan gerilerde kaldığını...”
Biz yeniden Peter Toohey ve kitabı Kıskançlık’a dönelim… “Ölümcül aşk üçgenleri, cinsel kıskançlığı ve dezavantajlarını görmenin en popüler yolu olmalı,” diyor yazar kitabında ve “Bu duygunun en iyi bilinen ve en çok sempati duyulan iki kurbanı, Paolo Malatesta ve Francesca de Rimini’dir. Dante’nin İlahi Komedya’sının V. Kanto’sunda karşımıza çıkarlar,” diyerek anlatıyor. “Francesca sakat ve yaşlı savaş kahramanı Gianciotto Malatesta’yla evliydi; politik bir evlilik yapmıştı. Paolo’nun yengesi oluyordu. Paolo da evliydi. Bir kitaptan Lancelot’un Guinevere’ye duyduğu aşkı anlatan pasajları okurken, birbirlerine âşık olmuşlardı: “Arzulanan gülümsemenin / gerçek bir âşık tarafından nasıl öpüldüğünü okuyunca / benden asla ayrılmayacak olan sevgilim / bütün bedeni titreyerek öptü beni ağzımdan. / O gün daha fazla okumadık artık.” Gianciotto’nun uşağı tarafından yakalanana dek on yıl sevgiliydiler. Uşak efendisine haber verince, Gianciotto çıktığı bir iş gezisinden gizlice döndü ve ikisini Francesca’nın yatak odasında yakaladı. Kılıcını Paolo’ya saplayacakken Francesca kendini sevgilisinin önüne attı. Kılıç böğrünü deldi geçti ve Gianciotto ondan sonra Paolo’yu da öldürdü. Dante, onlara hiç sempati duymadan ikisini edebi cehenneminin ikinci çemberine yerleştirmişti. Ancak yolcu, hayaletlerin anlattığı öyküden öyle etkilenmişti ki kendinden geçti: ‘Acıma duygusuyla bayıldım / sanki ölümle karşılaşmış gibi / Bir ceset gibi devrildim yere.’ Bu sevgilileri gösteren, özellikle romantik dönemden kalma pek çok tablo vardır. En etkileyici olanlardan biri, Ingres’in 1819 tarihli resmidir.”
Öte yandan kıskançlık ve şiddet denilince ilk akla gelen isim Toohey’in de altını çizdiği gibi Othello’dur kuşkusuz! “En Kıskanç On Kişi Listesi yapılması istense, Shakespeare’in Othello’su bu listede üst sıralarda yer alırdı. ‘Othello sendromu’ faydasız, marazi, patolojik veya kuruntusal kıskançlığın en uç biçimini anlatmak için kullanılan bir terimdir. Bu tür kıskançlık beyin hasarı veya beyinde belli bozukluklardan kaynaklanır; dolayısıyla İago’nun zehirli sözcüklerine ve mahirane kötücül planına kanan Othello’yu bu sendromun isim babası yapmak aslında pek doğru değil. Ancak bazı psikolog ve psikiyatrlar tuhaf tepkilerini açıklamak için Othello’nun kafatasının içine göz atmaya çalışmaktan vazgeçmediler. Oyunda onun ‘bir tür transa girdiği’ ve ‘ikinci kez bir epilepsi nöbeti geçirdiği’ söylenir.”
Edebiyat tarihinde, kıskançlık yüzünden türlü hâllere giren çok sayıda erkek karakterle karşılaşırız. Proust’un Swann’ların Tarafı’nda, Charles Swann’ın kıskançlık şimşeği, metresi Odette’nin cinsel açıdan ne kadar serbest davrandığını anlamaya çalıştığı sırada çakar. Swann’ın işittikleri ya da işittiğini sandığı şeyler, metresinin itirafları ve anlattıkları arasındaki sessizlik anlarında “Onu yeniden mahvetti ve kıskançlık, sorunun koşullarını yeniden değiştirmesini sağladı” ama ona bir çözüm sunmadı. Swann, Odette’yle seviştikleri ilk gece, genç kadının daha erken saatlerde Forcheville’le birlikte olduğunu öğrenir: “Baltasını havaya kaldıran bir cellat şiddetiyle indirdi darbesini genç kadın.”
Vladimir Nabokov’un Lolita’sında ise tiksindirici Humbert Humbert, sadakatsizliği haber aldığı ilk an, aynı zamanda üvey kızı olan ve henüz reşit olmayan sevgilisiyle birlikte kaçıp geldiği “Champion’un çimenlik bahçesinde bir kriz” yaşar. “Bir şeyler söylemeye çalıştım,” diye anlatır, “ama sonra göğsümde korkunç bir ağrıyla çimenlere oturdum ve yediğimi anımsamadığım kahverengi ve yeşil bir şeyleri dalga dalga kustum... [Lolita’nın] nazik bir hanımefendiye babasının sinir nöbeti geçirdiğini söylediğini duydum.”
Kıskançlığın en yaygın görülme biçimi, acıyla karışık bir endişedir. Endişe de kolayca daha sinsi bir şeylere dönüşebilir. Graham Greene’in Zor Tercih romanı, bir aşk üçgenindeki kıskançlığın neden olduğu entrikaları anlatır. Ancak bu kez kıskançlığın pençelerinde kıvranan koca değil sevgilidir! Anlatıcı Maurice Bendrix, “kıskançlığının şiddetini aşkının ölçüsü kabul ettiğini” itiraf eder (biyografi yazarına göre Graham Greene için de aynısı geçerlidir.) “Zihnim, iradem dışında acının başladığı ana dönüyor” der Maurice. Sarah’yla sevgili oldukları zaman hissettiği kendi kıskançlık “şimşeğini” anımsıyordur. Maurice’in şiddetli kıskançlığı, iktidarsız devlet memuru kocası Henry’den boşanmayı reddeden Sarah’yla ilişkisinin bitmesine neden olur. Maurice, sonradan Henry’nin de “benim kadar kıskanç olduğunu fark ettim” der. “İlk defa Sarah’nın yakınlığını yitirdiğini hissediyordu.” Maurice, sürekli kıskançlığını doğrulayacak ipuçları peşindedir: “Aşk anlarında bile” der, “henüz işlenmemiş bir suçun ipuçlarını arayan bir polis gibiydim.” Maurice, Sarah’nın sadakatsizliğinden kuşkulanır kuşkulanmaz kaygıdan kendini yiyip bitirmeye başlar: “Evden ayrıldığında işimin başına geçemiyordum. Birbirimize söylediklerimizi tekrar tekrar aklımdan geçirip duruyordum. Öfkemi pişmanlıkla alevlendiriyordum. Durumu zorladığımı biliyordum elbette. Sevdiğim tek şeyi hayatımdan çıkmaya zorluyordum.” Maurice ile Sarah’nın ilişkisinin aniden bitmesinden sonra bile geçmez kıskançlık; Maurice, Sarah’nın yeni sevgilisinin kim olduğunu öğrenmek için, tuhaf bir adam olan özel dedektif Mr. Savage’ı kiralar.
Haruki Murakami’nin Yaban Koyununun İzinde’sinde ise belki de edebiyat tarihinin en tuhaf kocalarından biriyle karşılaşırız. Dört yıllık eşiyle caz gitaristi olan en yakın arkadaşının ilişkisi olduğunu öğrenen, canı çok sıkılan isimsiz anlatıcı, kıskançlık duymak için enerji bile toplayamaz. Bir cinsel ilişki üçgeninin ortasında olmasına rağmen kıskançlık duyumsayamaz bile. Derken, bir kadınla tanışır. Bu kadın yarı zamanlı bir düzeltmen, “kulak fotoğrafı modeli” ve zenginlere hizmet veren bir fahişedir. Onun kulaklarını gördüğü zaman, pes eder anlatıcı: “Hiçbir yerimden herhangi bir ses çıkartamıyordum. Beyaz badanalı duvar, bir an dalgalanır gibi oldu.” Kusursuz kulaklar ve onların maceraları anlatıcının sıkıntısını hafifletir ama onu tamamen rahatlatamaz. Kayıtsızlık ve sadece kendisiyle ilgilenme hâli sürer. Genç kadının fahişelik yapmasına itiraz bile etmez. Kıskançlık, hatta güceniklik nedir bilmez.
“Aşk üçgenleri, şiddetle değilse nasıl dışa vuruyor kendini?” diye soruyor Peter Toohey. “Böyle durumlarda aldatılan genellikle, aşk üçgeninin kıskanç kışkırtmalarına pasifçe karşılık verir. Böyle erkekler çoğunlukla ahmak gibi gösterilir edebiyatta. Maurice Bendrix’in söylediği üzere, kıskanç sevgililer kıskanç kocalardan daha saygın, daha az gülünçtür. Edebiyat onların arkasındadır. İhanete uğrayan sevgililer trajiktir, asla komik değil. Fakat John le Carré’nin çirkin, sıradan karakteri George Smiley de gülünç değildir. Kendisinden daha genç ve güzel karısı Lady Ann Sercomb’un sayısız ilişkisi karşısında kıskançlığını kontrol altında tutabilmesi onu yüceltmese de sempatik yapar. İlk Smiley romanında, züppe Ann, George’u kolları kıllı, Kübalı bir araba yarışçısı için terk eder. Smiley ihanete uğramış hisseder kendini. Ama kıskançlığı yalnızca ima yoluyla anlatılır: ‘Ann’den sadakat beklemek boşunaydı,’ der. Ann’in sadakatsizliğinin ve George’un ıstırabının zirve noktası 1974 tarihli Köstebek’te ortaya çıkar. Artık MI6’nın başı olan ve güvenliği için Ann’den ayrı yaşayan Smiley, bir gece karısının evinin önünden geçerken onu yatak odasının perdeleri arkasında başka bir adamla görür: ‘Ah, olamaz,’ diye düşündü Smiley umutsuzlukla, ‘Lütfen! Ben gidene kadar bekleyin bari!’ Bir an için, belki biraz daha uzun süre kaldırımda durup inanmaz bakışlarla karartılan pencereye bakar ve sonra öfke, utanç ve sonunda kendinden iğrenme duygusu fiziksel bir acı gibi içini parçalayıp ortaya çıkar. Dönüp aceleyle, nereye gittiğini görmeksizin King’s Road’a doğru ilerler. ‘Bu seferki kimdi?’ Ann’in hem ‘Sirk’e hem Smiley’ye ihanet eden Bill Haydon’la ilişkisi, kitabın temel taşıdır. George’un kıskançlığı yine yalnızca ima edilir: Bill, onun ‘Iago’su’ olarak tarif edilir. Smiley bir Othello olabilir ama Shakespeare’in kahramanının aksine, o yalnızca tahammül eder. Kıskançlığıyla başa çıkmayı başarır. Son Smiley romanı Smiley’in Dönüşü ‘yanılsamaları olmayan adamın son yanılsaması’ diye nitelendirdiği Ann’den ayrılır, en büyük düşmanıyla yüzleşmeye hazırlanmaktadır. İradeli bir aldatılan karşısında kıskançlığın hiç şansı yoktur.
Richard Strauss’un operası Der Rosenkavalier’nin (Pembe Şövalye) sonunda, beklenmedik bir biçimde bir aşk üçgeni ele alınır. Yaşlı Markiz genç sevgilisi Octavian’ı Sophie’ye verir. Artık kendi zamanının geçtiğinin farkındadır: ‘Onu doğru bir şekilde, iyi bir kadının yapması gerektiği gibi seveceğime yemin ettim, hatta başkasına duyduğu sevgiyi bile sevmeye söz verdim. Ama gerçekte, bu görevin bu kadar çabuk geleceğini düşünmemiştim... Şimdi burada duruyorum; ve bugün bulduğu yeni sevgiyle mutluluğa kavuşacak, biliyorum... Olan oldu, iyi de oldu.’ İlişki üçgeni, Octavian ve Sophie arasında bir düete dönüşür.
Herkes Smiley’nin ya da Markiz’in sahip olduğu kararlılığa sahip olamaz tabii. Sarah’ın devam eden aşk hayatının anıları ve hayalleriyle işkence çeken Maurice Bendrix intiharı düşünür: “Gün içinde elli kez, üstelik gece uykumdan uyandığımda, bir perde kalkar ve piyes başlardı: her zaman aynı oyun: Sevişen Sarah, X’le birlikte olan Sarah, birlikte yaptığımız şeyleri başkasıyla yapan Sarah, kendine özgü yöntemiyle öpen Sarah, seks sırasında sırtı gerilen, acı çekiyormuş gibi haykıran, kendinden geçmiş Sarah.”
Kıskançlık sonunda gerçekten silinir gider ve geride tuhaf bir dermansızlık bırakabilir. Bazen gittiğinde hayat daha sıkıcı bir hâl alır. Zihnin kıskançlık sonrası durumu hemen hiç tartışılmaz, çünkü sıkıcıdır. Charles Swann, Odette’yi unutur unutmaz sıkıcı birine dönüşür, Proust onu unutup Kayıp Zamanın İzinde’nin geri kalan 2000 sayfasını yazmayı sürdürür. Kıskanç olmak daha mı iyidir yani?”
Ne ilginç bir soru değil mi? Yoksa sıkıcılık yerine kıskançlığı mı tercih ederiz? Kıskançlık aynı zamanda hayat amacımız, başlı başına bir meşgale konumuz olabilir mi?
Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ında da benzer bir durumla karşılaşırız. Galip, çok sevdiği karısı Rüya bir sabah ortadan kaybolunca, onun yakın akrabası köşe yazarı Celâl’le birlikte olduğundan ve ikisinin birlikte ortadan kaybolduğundan şüphelenir. Bu andan sonra hayattaki tek amacı onları bulmaktır ve bu amaçla şehrin sokaklarında takıntılı bir arayışa girişir. Bu arada kendisi de giderek her zaman hayran olduğu Celâl’e dönüşmeye başlamıştır. Sonuçta bu arayış da, dönüşüm de, artık hangisini bir diğerinden daha çok kıskandığını karıştırdığı kayıp çifti bulmasından daha ilginç bir hâle dönüşecektir.
Arzu nesneniz olan sevdiceğinizle aranıza giren üçüncü şahısla mücadele etmek her ne kadar asap bozucu bir durum olsa da, nihayetinde her zaman bir galip gelme şansına da sahipsinizdir. Peki ya bir hayaletle mücadele etmek zorunda kalsanız, ne yapacaksınız?
Biz bu konuda da yine Peter Toohey’ye kulak verelim ve konunun belki de en güzel örneği olan Rebecca romanını ondan dinleyelim. “Daphne du Maurier’nin Rebecca romanının anlatıcısı, şöyle hayıflanır: “Maxim’in sevdiği kadın Londra’da olsa, onunla mücadele edebilirdim. Koşullarımız eşit olurdu. Ondan korkmak zorunda kalmazdım. Öfke ve kıskançlık baş edilebilir şeylerdir. O kadın da bir gün yaşlanır, yorulur, bıkardı veya Maxim artık onu sevmezdi. Ama Rebecca asla yaşlanmayacak. Rebecca hep aynı kalacak. Onunla mücadele edemem. Benden çok daha güçlü.”
‘Yeni’ Bayan de Winter, kocası Maxim’in ölmüş eşini şiddetle kıskanmaktadır. Roman, yeni eşin, kocasının karizmatik, sofistike ve güzel eski eşi Rebecca’yı saplantı haline getirmesini anlatır. Bayan de Winter, Maxim’in Rebecca’yı aklından çıkarıp atamadığını düşünür ve rakibesinin gölgesiyle savaşır. Aynı zamanda Güneybatı İngiltere’nin Cornish bölgesindeki Manderley Malikânesi’nin çalışanlarıyla da mücadele etmek zorundadır. Malikâne kâhyası Bayan Danvers, ‘gerçek Bayan de Winter’ın’ Maxim’i kıskandırmak için hafta sonu eve erkek konuklar davet ettiğini anlatır ona: “Tabii hepsi hanımefendinin peşindeydi; nasıl olmasınlardı ki? Onlara güler geçer, gelip bana yaptıkları, söyledikleri şeyleri anlatırdı. Umurunda değildi, onun için bunların hepsi bir oyun gibiydi. Bir oyundu. Kıskanmamak mümkün müydü? Hepsi onu kıskanıyordu, onu tanıyan herkes, Manderley’ye gelen herkes, hepsi onun için deli oluyordu…”
Yüzleşemediğiniz, savaşamadığınız bir rakiple nasıl mücadele edersiniz? Maxim ‘Hayattayken de onu kıskanıyordu, ölümünden sonra da.’ Maxim kıskançlığını eyleme de dökmüştü: "Manderley’yi gayrimeşru bir varise bırakmakla tehdit eden karısını kayıkhanede silahla vurup öldürmüştü. Yeni Bayan de Winter’ın kıskançlığın pençesinden kurtulması için Rebecca hakkındaki gerçekleri öğrenmesi ve Rebecca’nın varlığı yüzünden neredeyse canlı bir organizma hâline gelen malikânenin yanarak yok olması gerekiyordu.
Seksen yıl önce yayımlanan Rebecca, kıskançlık hakkında yazılmış en popüler İngiliz romanıdır. Baskısı hiç tükenmeyen roman pek çok kez tiyatro ve sinemaya da uyarlandı. Bu, bize kıskançlık duygusunun, ayrıca popüler psikolojik gerilim kitapları ve gotik aşk hikâyelerinin eskimeyen büyüsü hakkında fikir veriyor. Yazarının 'Kıskançlık hakkında bir inceleme' diye tanımladığı Rebecca, aynı zamanda kıskançlıktan doğan bir romandır: Yazar du Maurier’nin kocası Binbaşı Tommy 'Boy' Browning, gençliğinde Jan Ricardo adında cazibeli bir kadınla nişanlıydı, bu genç kadın İkinci Dünya Savaşı sırasında bir trenin önüne atlayarak intihar etmişti. Daphne du Maurier, Tommy’nin ona duyduğu bağlılığın hâlâ sürdüğünden şüpheleniyordu. Dolayısıyla, romandaki aşk üçgeninin bir hayaleti andıran fakat oldukça güçlü üçüncü ayağının kökeni gerçek hayattan geliyordu. Roman, oldukça tipik bir cinsel kıskançlık hikâyesi aslında. Romanda anlatılan kuşkuyu, saplantılı kıyaslamaları, boğaza oturan yumruyu, tehditkâr duyguları bilmeyen var mıdır?”
Biri gotik, malikâne ve kıskançlık kelimelerini mi kullandı? Evet, tahmin edeceğiniz gibi akla hemen Charlotte Brontë’nin Jane Eyre’i geliyor şimdi de…
Charlotte Brontë’nin, kendinden sonra pek çok yazara ilham verecek mürebbiye ile patron aşkının ilk örneğini sergilediği bu benzersiz şaheserinde, önce klasik bir ‘zengin ve olgun adamla’, ‘genç ve yoksul kadın’ aşkıyla karşılaşırız. Ama sonra işin rengi değişir, çünkü aniden çatıda yaşayan, tekinsiz bir deli kadın çıkar ortaya (kocası tarafından çatıda saklanan yaşlı ve deli eş metaforuna dikkat çekelim bu arada!). Ortam romantizmden gerilime doğru kayarken, bu deli kadının Bay Rochester’ın saklı tuttuğu karısı olduğunu, zavallı Jane’le birlikte öğreniriz. Hikâye, 19. yüzyıl İngiltere'sinde, her türlü tutuculuğun kol gezdiği Victoria döneminde geçer. Önce zengin kuzenlerinin yanında, sonra da Lowood Okulu'nda öksüz ve yetim bir yaşam süren Jane Eyre, daha sonra Bay Rochester'ın malikânesinde küçük kızının dadısı olur. Bay Rochester ile yaşadıkları aşk, Jane'in, Thornfield Malikânesi'nin çatısında gizlenen korkunç sırrı öğrenmesiyle bambaşka bir yöne çevrilir. Kıssadan hisse; deli bile olsa kıskanç eşin şiddetinden çekinin, evinizi yakıp küle çevirebilir, sizi kör bile edebilir!
Öte yandan herkes böyle korkunç durumlarla karşılaşacak diye bir şart da yok elbette. Bazen de âşıklar yalnızca iyi kalpleri nedeniyle acı çeker ve aşklarını masumiyete kurban ederler. Tıpkı Edith Wharton’ın, sırrı adında saklı Masumiyet Çağı romanının kahramanlarının da yaptığı gibi… 19. yüzyıl New York sosyetesinin şaşaalı ortamında geçen bu öyküde, sosyetenin gözde genç kızı, naif ve iyilik dolu May’le evlenmek üzere olan çekici bir avukat olan Newland’ın; May’in kuzeni Kontes Olenska’yla tanıştıktan sonra ona âşık olması üzerine hayatı boyunca yaşayacağı çelişkili duygularını izleriz. Olenska, günün ahlâk anlayışına göre sıra dışı bir kadındır ve May’in tam aksidir. Ancak birbirlerine ne kadar tutkuyla âşık olsalar da çok sevdikleri, iyi kalpli May’i üzmemek için aşklarını kalplerine gömer ve gerçek anlamda ömür boyu saklarlar.
Buna bizden bir örnek olarak ise Mehmet Rauf’un Eylül’ünü verebiliriz. Bu kez yüzyıl başı İstanbul’unda, Suad, Süreyya ve Necib üçlüsü arasındaki aşk-sadakat-evlilik üçgenine tanık oluruz. Ve yine çok sevilen üçüncü kişi için (bu kez koca Süreyya’dır bu iyi ve masum insan) âşıklar, kendi aşklarından vazgeçerler.
Âdem’le Havva’nın arasına giren ilk ‘yılan’dan bu yana, edebiyat tarihi de sayısız üçlü aşkı konu etti. Alfred Mussa’nın yapmaya soyunduğu gibi sonsuz olasılıklı yeni üçgenler oluşturdu. Her birini burada konu etmek imkansız olsa da, nicesinin ortak sesini tek bir şiirde duymak mümkün. Attila İlhan’ın Üçüncü Şahsın Şiiri neredeyse tüm o romanların, öykülerin yapmaya çalıştığını birkaç dizede başarıp, handiyse felaketimiz oluyor, ağlatıyor…
gözlerin gözlerime değince
felâketim olurdu ağlardım
beni sevmiyordun bilirdim
bir sevdiğin vardı duyardım
çöp gibi bir oğlan ipince
hayırsızın biriydi fikrimce
ne vakit karşımda görsem
öldüreceğimden korkardım
felâketim olurdu ağlardım
ne vakit maçka’dan geçsem
limanda hep gemiler olurdu
ağaçlar kuş gibi gülerdi
bir rüzgâr aklımı alırdı
sessizce bir cıgara yakardın
parmaklarımın ucunu yakardın
kirpiklerini eğerdin bakardın
üşürdüm içim ürperirdi
felâketim olurdu ağlardım
akşamlar bir roman gibi biterdi
jezabel kan içinde yatardı
limandan bir gemi giderdi
sen kalkıp ona giderdin
benzin mum gibi giderdin
sabaha kadar kalırdın
hayırsızın biriydi fikrimce
güldü mü cenazeye benzerdi
hele seni kollarına aldı mı
felâketim olurdu ağlardım