Sonunda arıyorum. İki üç çalıştan sonra açılıyor telefon; bir ses, efendim diyor. O olacağını düşünmüyorum. Hem umduğumdan, tasarladığımdan genç bir ses, hem de koskoca yazarın hemen telefona çıkmasını beklemiyorum galiba...
07 Haziran 2018 13:09
2008’in sonları olmalı. Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde Bilge Karasu derlememin son düzeltmeleri için Seçilmiş Hikâyeler dergisi arşivini önüme almışım. Gözüme bir Nezihe Meriç öyküsü çarpıyor. Öykü kitaplarında yer almayan bir öykü sanki. Bir kenara yazıyorum. Eve gidip araştırmaya başlıyorum hemen. Evet, öykü kitaplaşmamış. Yeniden kütüphanede alıyorum soluğu. Araştırma süreci... Başka öyküler, Seçilmiş Hikâyeler’in “Nezihe Meriç Özel Sayısı” çıkıyor karşıma.
O güne kadar sadece iki öyküsü yayımlanmış bir öykücü için özel bir sayı yapılması garipsetiyor beni. Okumadan etmeden, ilerde hayat ve yol arkadaşı olacak dergi sahibi Salim Şengil’in kendisine kıyak geçtiğini düşünüyorum. (Hâlen utandırıyor bu düşünce beni. Çünkü o öyküleri okuduğum zaman Nezihe Meriç’in dünyasının daha o ilk verimlerde bile ne denli bütünlüklü ne denli kendine özgü olduğunu gördüm. Ve Salim Şengil’in, Seçilmiş Hikâyeler’in öngörüsünü.)
Kitaplaşmamış öyküleri (toplamda yedi öykü), sonra o yıllarda yapılmış bir röportajı, tanıtma yazılarını (düşünün; o zaman özel sayıların, yayımlanan tekil öykülerin bile tanıtımı, eleştirisi olurmuş!) alıp Yapı Kredi’ye gidiyorum. Nezihe Meriç hasta diyorlar. Çok hasta. İstemez büyük ihtimalle bu eserlerin basılmasını. Sahiplenmez. İstese bastırırdı zamanında. Dosyam koltuğumun altında, eve dönüyorum.
***
Ama ara sıra aklıma geliyor. Açıp bir iki satır, bazen bütün bir öyküyü okurken buluyorum kendimi. Ayan beyan seviyorum bu öyküleri. Dahası bütünlüklü oluşlarını önemsiyorum. Başkaları da okumalı diyorum içinden. Bilinmeli.
Hiç yoktan kendisine ulaştırmalıyım, birilerinin onun için uğraştığını görmek hoşuna gidebilir, diyorum. Bir şekilde Nezihe Meriç’e bu öyküleri ulaştırmam gerek! Allah razı olsun, Sevengül Sönmez ev ve cep numarasını veriyor hemen Nezihe Meriç’in. Bir iki hafta arayamıyorum. Korkuyorum. Arayıp ne diyeceğim? Koca kadın. Büyük yazar…
Sonunda arıyorum. İki üç çalıştan sonra açılıyor telefon; bir ses, efendim diyor. O olacağını düşünmüyorum. Hem umduğumdan, tasarladığımdan genç bir ses, hem de koskoca yazarın hemen telefona çıkmasını beklemiyorum galiba. Nezihe Meriç’le görüşmek istediğimi söylüyorum. Buyurun, benim, diyor. Sanki günlerce bu konuşmaya hazırlanmamış, söyleyeceklerimi satır satır aklıma yazmamışım gibi, kalakalıyorum. Kısa bir takdim. Sonra da niyetimi söylüyorum. Kekeliyorum neredeyse. Allah Allah diyor, öyle öykülerim mi varmış, hiç de hatırlamıyorum. Adlarını saymamı istiyor. Adlarını sayıyorum. Birinin adını ve birininse hem adını hem konusunu hatırlayıveriyor. Geri kalanlarını merak ediyor. Sonraki hafta başına randevulaşıyoruz.
***
Nezihe Meriç geniş koltuğun bir köşesinde büzülmüş, yatıyor. Yardımcısı geldiğimi haber verince güçlükle kalkıyor. Tanışıyoruz. Bana eğitimim, yapıp ettiklerim hakkında sorular soruyor. Ona hazırladığım daha öncesinde yayına hazırladığım iki kitabı veriyorum beni daha iyi tanısın diye. Sonra onun kitaplaşmamış öykülerinden hazırladığım dosyayı çıkarıyorum meydana. İlgi ile alıp bakmaya başlıyor. Çok okuyamıyorum, midem bulanıyor artık, ama bir ara bunlara göz gezdirir, sana haber veririm diyor.
Öyle hemen gitmemi istemiyor. İsimlerden açıyoruz sözü. Ben Suat Derviş ve Nahid Sırrı takıntımdan bahsederken, o Safiye Erol’un bir türlü değerlendirilemeyişine ne denli hayıflandığını söylüyor. Burçak Fırtınası’ndan aklında kalan imajları sıralıyor art arda. Bunca yıl geçmiş, hâlen aklımda, diyor.
Sonra ödüllerden, konferanslardan bahsediyor. Biraz küskün. Yarı yaşındakilere ödül verildikten sonra kendisine teklif edildiğinde reddettiğini söylüyor. Hayatını jüri üyesi olarak geçiren, orada burada bedava konaklayan, yiyen insanları eleştiriyor. Dahası, bazısı eleştirmen olan bu insanların da kendisini eleştirdiğini söylüyor gülerek.
***
Bir hafta sonra arıyor. Hazırladığım dosyayı okumuş, basılmasını istiyor. Hatta Yapı Kredi’deki editörü Murat Yalçın’la da görüşmüş. Gidip dosyamı Yapı Kredi’ye teslim ediyorum. Ama öykü burada bitmiyor…
***
Birkaç gün sonra arıyor tekrar. Aklına gelen, kitaplaşmamış bir yazısından bahsediyor. Künyesini verip kapatıyor telefonu hemen. Sabahın erken bir saati. Not ediyorum uyku sersemi. Aynı gün içinde bir kez daha arıyor. Sabah söylediği yazıyı bulup ona getirmemi istiyor. Hemen gidip, bulup götürüyorum. Yazıyı Yapı Kredi’nin Kitap-lık dergisine vermemi istiyor. Dediğini yapıyorum. Yazı yayımlanıyor. (“Sanat ve Edebiyat Dergilerini Kim Okur?”)
Birkaç gün sonra ikinci bir telefon… Dost’ta kalan bazı yazılardan söz açıyor. Sanat dünyasına dair dedikodular. Dedikodu yazıları. Adalet Cimcozvari işler diyor. “Nezim” takma adıyla yazılmış bir dizi yazı. Okuyanların bazıları kızıyormuş hatta öyle şeyler yazıyor oluşuna. Okuyanlar derken, çoğu tanıdığı, bildiği insanlar. Yazılarında yazar, çizer dostlarından bahsediyormuş. “Sanatçıların Arasında” başlıklı 12 yazı bu sayede ekleniyor dosyaya. Derken yeni telefon görüşmeleri… Başka birkaç yazı.
Bu yazılar arasında yer alan Cevat Fehmi Başkut’la ilgili birini çıkartmak isteyip istemediğini soruyorum. Biraz sert bir yazı. Hayır, diyor, ne ise, o! Bunları o zaman yazmışsam, artık arkalarında durmuyor olsam bile, atamam. Hatta öykülerin de imlasını ya da kurgusunu, hiçbir satırını değiştirmeyeceğim. Oldukları gibi, düşünüldükleri, yazıldıkları gibi kalsınlar, hem belki bugün göremeyeceğim, kavrayamayacağım nice hikmetler saklıdır içlerinde.
Son bir kez daha gidiyorum evine. Yeni bulduğum ve bilgisayara geçtiğim yazıları teslim etmek için. Yine misafirperver, saatlerce konuşuyoruz. Belki üç, hatta dört saat kalıyorum o gün. Yardımcısının kızartıp sıcak sıcak getirdiği sigara börekleriyle doyulmaz bir sohbet. Bu defa Orhan Kemal’den, Ankara sanat çevresinden açıyor lafı.
Salim Şengil’den, hayat arkadaşından bahsederken duraksıyor. Tek kişilik bir koltuğu işaret ederek, rahmetli eşinin her sabah okuduğu gazetelerden, onunla konuştukları sayısız şeyden bahsediyor özlemle. Bir insanın sessiz sedasız bir köşede gazete okuduğunu bile özlemek diyorum içimden; işte bu… Sonra Hüseyin Rahmi’nin Miralay Hulusi’nin ardından yazdıkları. O beş on satır. “Adadaki bir mezar bütün dünyayı nazarımda bir kabristana çevirdi.” Nezihe Meriç için de bu tek kişilik koltuk… Yaşlı gözleri pırıl pırıl… Uzun süre, sessiz, o koltuğa bakıyor.
Daha nice şeyler konuşuyoruz. Televizyon dizilerinden, kadın programlarından, aşktan… Arada ona, teslim ettiğim projeye getiriyorum lafı. Düşüncelerini öğrenmek istiyorum. Okudum biraz, dedim ya basın diye, hem çok okuyamıyorum artık, biliyorsun, diye tekrarlıyor. Ama mutlu sanki ilk verimlerinin yıllar sonra gelip kendisini bulmasından. Hâlen garipsiyor, nasıl yazmışım, ne zaman yazmışım, dahası nasıl unutmuşum, diyor.
Nezihe Meriç derlememin adını Öykünün Başı koyuyorum.1 Ona da söylüyorum bunu. Bu, aslında büyük bir proje. Bilge Karasu ile başlamıştı. Sevdiğim yazarların geçmişlerini araştıracak, onların ilk verimlerini bulursam yayıma hazırlayacak, hiç yoktan kendilerine ulaştıracağım. Hatta bir sonraki projemden de bahsediyorum. Seviniyor. Heyecanla basılması, hatırlanmasını önemli bulduğu isimleri sayıyor bana. Onu bir şekilde sevindiriyorum, heyecanlandırıyorum sanırım. Sonra da oturup buna seviniyorum doya doya. Koca bir hafta. Önüme gelene anlatıyorum.
Yaz başında kesiliyor görüşmelerimiz. Benim başımda tatsız olaylar, arada bir arayıp sorma isteği yine, sonra arşivde bambaşka işler için tarama yaparken bir şey çıksa ona ait diye ümit etmem, onun yeni bir öyküsü, hiç yoktan ona dair bir eleştirme yazısı, bir röportaj… Ya da onun araması beni. Yeni bir yazıdan bahsetmesi, yeni bir künyeyi vermesi, belki, bak ben unutuyorum bunları, görüyorsun, zaten vaktim de kalmadı, hemen yaz bir yere, bul bu yazıyı, ekle dosyana demesi… Hâlen bekliyorum.