Nilüfer Kuyaş: Çağımız, modernleşmeden büyük beklentiler içinde harekete geçirilip, ellerindeki her şey alınmış insanların melankolisinin çağı. Ama hâlâ umuyoruz. Demokrasi büyük bir güç çünkü. Melankolik bir güç...
23 Temmuz 2015 14:00
Usta yazar Nilüfer Kuyaş, Karasevda Kitabı 'nda , artık bir kültürel kavram haline gelen melankolinin sularında gezdiriyor okuru. Bu kez bir kurgusal metin değil; edebiyattan müziğe, tarih boyunca insanın olduğu her yerde var olan melankoliyi, her birimizin mayasında olanı deşiyor. Kuyaş’la, “Kara Sevda”yı konuştuk…
Yeni kitap bir roman, kurgusal bir hikâye değil, bir kavram deşmesi. Denemelerden oluşuyor. Özneniz de “melankoli”. Yazmaya karar verene kadar, melankoli nasıl özneleşti hayatınızda?
Susan Sontag’ın, melankoliyle edebiyatı ilişkilendirdiği, Satürn Yıldızı Altında isimli çok güzel bir kitabı var. O kitabı ve o kitapta Sontag’ın Walter Benjamin’i melankolik kişi olarak tanımladığı denemeyi okuduktan sonra melankoli üzerine ben de Kara Sevda Sözlüğü başlıklı bir deneme yazdım. Sonra yazdığım başka denemelerin buna çok akraba olduğunu gördüm. Bir gün bu kitabı yazacaktım; ama araya romanlar girdi. En büyük tetikleyici, annemin ölümüydü. Annemi kaybettikten sonra melankoliyle ilgili bu kitap birdenbire doğdu. Böyle bir 7-8 ay yas, keder, şok yaşadım. Tuhaf bir şey. O ayları atlattıktan sonra bir kapak açılmış gibi birdenbire oturup bu kitabı yazmaya başladım.
Toplamında nasıl tamamlarsınız? Nedir melankoli?
Ben, insanın gölge tarafı, diyorum. Çok derin bir bilimsel, sanatsal, kültürel tarihi var bu kavramın. Bir de çok fazla biçimi, türü. Örneğin, kitabıma isim olan “kara sevda” var. Bizde çok kullanılır. Eskiler “kara safra” der. Safra, sevdanın başka bir adı. Bizde kara sevda, sadece aşk ile ilişkilendirilir; “kara sevdaya tutuldu” denir. Evet, kara sevda aşk melankolisi, ama aşk, melankolinin sadece bir boyutu.
Kitapta "yas"la "melankoli" yan yana. Ama aynı zamanda; “Bu, hüzünlü değil, neşeli bir kitap” diyorsunuz. Yas, hüzün gibi daha karamsar duygularla melankoliyi yan yana koymak daha kolay gelirken, neşeyle melankolinin yan yana durmasını yadırgıyoruz. Melankoli nasıl neşeli bir kahkaha gibi de oluyor?
Melankolinin neşeli bir yanı da olduğunu iddia ediyorum. Melankoli, tarihi boyunca bazen çok kötü bir şey olarak görülmüş. Zaten sonra ikiye ayırıyorlar: Melankoli ve melankolya diyorlar. Melankolya hastalık olarak sınıflandırılıyor, melankoli daha gündelik bir kavram olarak kullanılıyor, hastalık olarak tanımlanmıyor. Sonra psikiyatri, ardından depresyon icat ediliyor, psikiyatrların çoğu melankoliyi depresyonla özdeşleştiriyor. Ben bunu kabul etmiyorum. Depresyon ile melankoli çok farklı şeyler. Çok sevdiğim bir psikiyatr olan Julia Kristeva’nın da söylediği gibi, depresyon dilsizleştiriyor bizi. Zira yeniden bir dil kazanabilmek ya da dile getirebilmek için terapilere gidiyoruz depresyon yaşadığımızda. Yani insan kendi kendine kendi hikâyesini anlatmaya devam edemezse, devamlı bir hikâye kuramazsa, o depresyon işte. Oysa melankoli, dilsiz bir şey değil. Melankolik kişi kendisini dillendirebiliyor. Hatta şiir yazıyor, roman yazıyor, şarkı söylüyor, resim yapıyor, film çekiyor. Romantik dönemin en meşhur şairi John Keats, “Melankoliye Ağıt” isimli şiirinde “Hazzın, zevkin, coşkunun, yaşama sevgisinin içinde barınan üzüntü” olarak tarif ediyor melankoliyi. Belki de en güzel ve anlaşılır yanıtı budur melankolinin neden depresyon olmadığı ya da melankolinin nasıl olup da neşe barındırdığı sorularının.
Çaresiz ve dilsiz bir üzüntüden bahsetmiyoruz biz melankolide…
Aynen. Melankoli, insan ruhunun karanlık tarafı. Ayın görünmeyen yüzü gibi. Evrendeki kara madde gibi. O karanlık tarafımız olmasa, aydınlık, neşeli tarafımız da olmazdı. Yani karanlık olmasa zaten ışık olmazdı. Karanlığımızla aydınlığımızı besleyebilmek önemli olan. Aynı zamanda da aydınlığımızla karanlığımızı besleyebilmek. Bu denge bir şekilde bozulduğunda, o zaman hastalık başlıyor işte. Melankoliye çok kapılmak, sadece karanlık tarafımızla meşgul olmak, iyi bir şey değil. Aydınlık tarafla karanlık tarafı iyi dengelemek lazım hayatta. Bu denge kaçtığında depresyon, manik depresyon benzeri hastalıklar doğuyor. Ben, insanın mayasında melankoli var, diyorum. Melankolinizle tanışın, dost olun, oynayın, ondan beslenin; öyle yaparsanız eğer depresyon dediğimiz o korkunç çaresizlikten, o ezici hastalıktan uzak durmak daha mümkün ve kolay olur, diyorum.
Kitapta, ayna ile melankoli ilişkisine büyük yer ayırıyorsunuz. Ayna ve melankoli arasında sanat tarihi boyunca, dünya tarihi boyunca, melankolinin bilinen tarihi yani insanın tarihi boyunca bir ilişki, hep bir bağ, bir güçlendirici etki buluyorsunuz.
Ayna bütün dünya kültürlerinde hem bir narsistlik, hem kendine güvensizlik sembolü. Bizler kendimize âşık olmak, kendimizi beğenmek, kendimizi sevmek zorundayız. Narsizm, bu. Eğer kendimizi sevmezsek, yaşayamayız. Ancak kendimizi severek başkalarını da seviyoruz. Bağlanıyoruz. Bu narsist bağlarla melankolinin çok derin bir ilişkisi var tabi. Çünkü sevdiğimizi kaybettiğimiz zaman ya da düş kırıklığına uğradığımız zaman aynada gördüğümüz imge bizi eskisi kadar memnun etmiyor. Yahut insan yaşlanmaya başladığı zaman, aynalar eskisi gibi dost olmuyor. Çizgiler görmeye başlıyorsunuz, o zaman şöyle bir boyutu çıkıyor; ayna aslında bütün kültürlerde bir boşunalık sembolü. Her şeyin geçici olması aslında bizde melankoliyi yaratan şey. Sevgi geçici, hayat geçici, zevk geçici, biz geçiciyiz. Ama oturup da karalar bağlayıp sadece bunu mu düşüneceğiz? Hayır. Ama o geçicilik duygusunun verdiği melankoli de tatlı, insanın haz alabildiği kıvamda bir şey haline gelebiliyor.
Var olma çabası ve kanıtı da aynı zamanda ayna, değil mi?
Evet. Güzel olanın, mutluluk verenin, umut verenin kalıcı olduğundan emin olma çabası, aynada gördüğümüz değişimleri de sevmeye çalışma çabası. Burada diyebilirim ki, hayatı çok sevmekten ileri gelen bir şey olduğunu düşünüyorum melankolinin.
Kitapta da söylüyorsunuz zaten: “Hayatı çok seven biri melankoliye mahkûmdur”.
Evet. Çünkü hem hayatı çok seviyor hem hayatın geçici olduğunu biliyor. İşte melankolinin özü bu. John Keats’in çok güzel bir imgesi var: Hazzın üzümünü damağımda ezerken kederin çekirdeği kaldı dilimde, der. Aynen öyle. Üzümü yiyorsunuz, şarabı içiyorsunuz, zevk, haz, coşku, keyif... Ama bir yandan da o üzümün çekirdeğini ısırdınız mı bir acılık… Hayat böyle bir şey. Acı ve tatlı, bir bütün. Farkındalık önemli benim için. Ben melankoliyi aynı zamanda bir farkındalık olarak da işliyorum kitapta bu yanıyla.
Bu farkındalık da daha güçtür belki yolculuğumuzda. Daha avantajdır belki de. Kendimize karşı avantajımızdır ve yaptığımız her şeyde bir avantajdır. Yara değil belki; ama kendi hüznümüzden yaşam sevinci çıkarmaktan mı bahsediyorsunuz?
Aynen. Acıdan haz çıkarmak, hazzın da içinde acı barındırdığını bilmek… Böyle bir farkındalık. Yaşama sanatı böyle bir şey. Kitapta söylediğim gibi; “Kayıplarımız, kazançlarımız, hazlarımız aşklarımız üzüntülerimiz, kederlerimiz; hepsinin hasadı melankoli.”
Kitapta, günümüzün en büyük trendlerinden selfie ile melankoli arasında da bir ilişki kuruyor, geniş yer ayırıyorsunuz buna.
Evet. Neden bu kadar selfie çekiyoruz? Aynaya bakmanın teknoloji çağındaki yeni yöntemi belki. Çok eğlenceli bir iş, aynaya bakmak gibi. Arkadaşlarla ya da tek başımıza eğleniyoruz, o an’ı yakalıyoruz; ama aynı zamanda karanlık tarafımız da hep tetikte. Neden insanlar sürekli kendi fotoğraflarını çekip internette paylaşıyor? Bu, teselli veren bir şey çünkü. Var olduğunu, güzel olduğunu, iyi olduğunu kanıtlama dürtüsü bir şekilde. Aynanın, fotoğrafın melankoliyle çok güzel ilintileri var. Fotoğraf da bir melankoli nesnesi, sanat nesnesi aynı zamanda. Gidenleri, ölenleri fotoğrafla hatırlıyoruz; ama aslında orada büyük bir keder de var. Melankolik bir yanı var fotoğrafların. Aynanın da öyle. Selfie’nin de öyle. Çok eğlenceli ama gölge bir yanı var.
Melankolinin dışavurumunda tangoyu özel bir yere koyuyorsunuz.
Her kültürde melankoli türlü türlü araçlarla dile gelmiş. Arjantinli iseniz, tango ile yaşıyorsunuz melankolinizi. Bazen de melankolinizi içinde olduğunuz kültürün dışında bir yerlerde buluyorsunuz. Benim Arjantin tangosunda bulmam gibi. 1920’lerde Carlos Gardel için bestelenmiş bir şarkıda, “Tango, yegane dostu ve melankolik tanığısın yalnızlığımın” dizeleri geçer. Bu, tangonun özeti gibidir. Tango böyle bir duygulanım. Melankolinin damardan tarifi yani, o kadar melankoliye uygun. Borges, tangoda 3 melankolinin birleştiğini söyler: Avrupa’dan göç edenlerin melankolisi, köle olarak getirilmiş Afrikalıların melankolisi bir de o bozkırlardaki kovboyların bozkır melankolisi.
Kültürlerle başlayıp bozkır melankolisine gelmişken, Anadolu kültüründe melankolinin müziği ne olabilir?
Uzun havalar, bozlaklar… Bir Âşık Veysel mesela, Anadolu müziğinde melankolinin ta kendisidir. Mesela saz şairlerine “âşık” diyoruz. Neden âşık bu adamlar? Tasavvufta diyelim ki, Allah aşkını, sonsuzluğu arıyorlar. Saz âşıkları hayata âşıklar. Onlar aslında sonsuzluğa sevdalı. Hayata çok sevdalı olmaktır melankoli.
Peki, sanatın diğer dallarında en büyük temsiliyetini nerelerde buluyor melankoli?
Albrecht Dürer’in Melankoli 1 ve 2 adlı meşhur gravürleriyle görsel sanata girer melankoli. Bu eserlerde genç, güzel bir kız, eli şakağında oturuyor. Düşüncelere dalmış bu kız, melankolinin sembolü olmuş.
Charles Baudelaire, tüm edebiyat eleştirmenlerine göre Romantik Çağ’dan sonra, Modernizm’e geçerken melankoli kavramını modernleştiren kişi olarak tanımlanır. Bir dipnot olarak, Baudelaire’in şiirlerinde ayna simgesini çok kullandığını belirtmeliyim.
Sürrealizm, melankolinin en büyük temsiliyetini bulduğu yerdir. Susan Sontag, gerçeküstücü sürrealist akımı, melankoliyi neşelendiren akım olarak tanımlıyor. Salvador Dali’nin resimleri mesela…
Ve günümüze geldiğimizde, artık kaygılarımız değişti, değil mi? Dolayısıyla melankolinin bu çağda biçimi de değişti…
Kesinlikle söylediğiniz gibi, yeni bir melankoli çağındayız. Çünkü modernist çağa kıyasla şu anda bizim çok büyük bir farkımız var; bizler demokrasi çağındayız. Demokrasi çok büyük beklentiler ve çok büyük düş kırıklıkları anlamına geliyor. Eşitlik ve adalet bekliyoruz. Her zaman gerçekleşmediğinden, büyük düş kırıklıkları yaşıyoruz. Dünyaya bakın, sonsuz imkânlar var; ama insanların büyük bir bölümü, kitleler çaresizlik içindeler, mahrumlar. İnsanlar miraslarından, mülklerinden, topraklarından, evlerinden mahrum… Her şeylerinden mahrum edilmiş insanların kendilerini teknelere, ölüme atarak daha iyi bir hayata doğru kaçmaya çalıştığı bir çağda yaşıyoruz. Düşünün, bundan daha derin bir melankoli olabilir mi? Evsizlik, yurtsuzluktan daha derin?... Peki tuzu kuru olanlar? Ben? Sen? Bizler, derinlerimizde bir gün yersiz yurtsuz kalma tedirginliğini yaşıyoruz. Bu bile insanı kimsesizleştirir. Melankoli bir anlamda yersiz yurtsuz da olmak işte. Çağımız, modernleşmeden büyük beklentiler içinde harekete geçirilip, ellerine bir şey verilmek şöyle dursun, ellerindeki her şey alınmış insanların melankolisinin çağı. Ama hala umuyoruz. Demokrasi büyük bir güç çünkü. Melankolik bir güç.
Bugün Gezi Direnişi de melankolik bir olaydı. 12 Eylül, İkiz Kulelerin bombalanması… Tüm bunlar toplumsal bir melankoli yaratıyor. Artık bu bireysel bir melankolinin, toplumsal bir melankoliye evrildiği anlamına geliyor diyebilir miyiz? Kıtalarda insanlar, halklar aynı melankoliyi yaşıyor.
Doğru, siz benden daha iyi tanımladınız yeni melankoli çağını. Romantik ve Modernist çağlarda evet, kitlesel hareketlerin umudu var. Romantik Çağ, bir anlamda devrim çağı: Fransız Devrimi, Amerikan Devrimi… Büyük ütopyalar kurulmuştu, bu yüzyılda tüm o ütopyalar teker teker yıkılıyor. Artık kolektif bir melankoli yaşıyoruz. Kim bilir, belki burada daha büyük bir umut vardır. Gezi’yi ben onun için çok sevdim. Umudu da, düş kırıklığını da, sevinci de, melankoliyi de birlikte yaşadık, paylaştık. Bu, evet, öyle bir çağ.
Peki, hep beraber biz bu karanlık tarafımızı nasıl tanıyacağız ya da bunu başarabiliyor muyuz?
Başarabiliyoruz tabii. Çünkü orada büyük bir kitle bir eylem yaptı ve bir umuda bağlandı. Bir yandan yenilgi yaşadı, bir yandan büyük bir kazanç elde etti. Bu büyük bir kazançtı; çünkü kendine bir güven kazandı. Bir şeyler kaybetmesine rağmen ayakta durabildi.
Melankoliye bir şeyleri sevme hastalığı demenizden yola çıkıyorum: Orada bir ağacı sevmekle başladı, tanımadığımız bir çocuğu sevdik, tanımadığımız bir çocuğun ölümünün yasını tutabildik.
Hayatı birlikte kucaklayıp demokrasiyi gerçekten ilk defa tanıdık belki diye düşünüyorum, paylaşma anlamında.
Ve kara sevda, aynı zamanda kara sevdayla mücadelenin de öyküsüdür diyorsunuz.
Tabii çünkü ona yenilmemek lazım. Tanıyacağız, arkadaş olacağız gölge tarafımızla; ama o ağır basmayacak. Sadece karanlığı görürsek, o ağır basarsa, o zaman depresyon denen hastalığa doğru yol açılıyor.
Kitaptan tadımlık bir bölüm okumak için tıklayın...