Jay Walljasper imzalı Müştereklerimiz, vatan, millet, sakarya şovenizminden sıyrılıp, sokak, meydan, şehir, dere, toprak, hava, yani müşterekler üzerinden yeni bir aidiyet duygusunu diriltiyor
23 Temmuz 2015 16:00
Çocukluğu dünyanın “gelişmekte olan” diye tanımlanan köşelerinden birinde geçenlerin hatıralarında hep bir ağaç, bir çeşme, bir çardak vardır. Toplumsal hayat büyük ölçüde bunların etrafında cereyan eder. Halk sohbet etmek, hikâyeler anlatmak için orada toplanır, büyükler dedikodu yapar, çocuklar saklambaç, birdirbir, yağ satarım bal satarım oynar. Bu ağaç ya da çeşme sadece basit bir toplanma yeri değildir, aynı zamanda da iktisadi bir varlıktır. Komşuların yakınlaşmasını sağlar, aynı zamanda enformasyon ağı, çocuklar için faaliyet merkezi ve kuşaklar arasında köprü vazifesi görür. Yaşlılar günlük hayatın akışında yer alma şansı bulurken, çocuklar da bugün giderek azalan bir şeyin, anne babalarının yanı başında, rekabetçilikten uzak, serbest bir oyun alanı bulmanın tadını çıkarır. Dünyanın “gelişmiş” kısmında böyle bir deneyim için bakımevlerinden çocuk filmlerine dünyanın parası harcanıyor. Yani, ağacın/ çardağın/ çeşmenin bedavadan sunduklarını (üstelik çok daha kalitesizini) elde etmek için para ödüyoruz. “Müştereklerin hikâyesi budur işte,” diyor Jonathan Rowe, bildiğimiz şekliyle piyasa ve devletin dışında kalan kısımdır müşterekler. Her yerde mevcut olan ama pek fark edilmeyen gizli iktisattır müşterekler. Hayatın– gerek ekolojik gerek toplumsal anlamda– temel destek sistemlerini sağlarlar (s. 34).
Doğa, sosyal çevre, toplumsal yapılar, gelenekler, bilme biçimleri söz konusu olduğunda özel mülkiyetten ötesini düşünmemiz için birbirinden cazip kapılar açan Müştereklerimiz: Paylaştığımız Her Şey, keyifle okunan popüler bir dergi tadında. İçeriği itibariyle gerçek anlamda bir siyasi manifesto olduğu iddia edilebilir. “Bir müşterekler devriminin kıvılcımını çakmanın elli bir (çoğunlukla) basit yolu” böyle bir yol haritası. Yapmamızı önerdiği yeni davranış biçimleri ve alışkanlıklar gündelik hayatımızı kökten değiştirmeye aday. Öte yandan, dili, biçimi, okurla kurduğu ilişki alışkın olduğumuz üst perdeden, aşırı vaatkâr ve bir o kadar da azarlayıcı siyaset dilinden o kadar uzak ki! Müştereklerimiz alenen başka bir dünya (başka bir iletişim, başka bir yaşama biçimi, başka bir devlet, başka bir iktisat) mümkün heyecanıyla yazılmış, umut dolu bir davet.
Her geçen gün daha fazla insan, bizi müştereklere yönelten adımlar atıyor. Rekabetçi toplumun sarsılmaz görünen iktidarı, işbirliğini teşvik eden yeni tavırlar ve toplumsal yapılarla dengeleniyor. Romantize etmeden gerçekten de genlerimize işlemiş olan işbirliği içgüdüsünün çağdaş toplumumuzda kapsadığı alanı arttırmak durumundayız. Çoğunun farkında olmasak da aslında parçası olduğumuz müştereklere yönelten adımları hem çok önemli kazanımlar hem de yeni siyaset pratikleri olarak önümüze sunuyor Jay Walljasper.
Kitabın Bengi Akbulut tarafından hazırlanan Türkiye eki, ilk kısmı okurken aklınıza gelen çok sayıda yerel eylemi bağlamına oturtuyor. Türkiye’de müşterekler fikrinin güçlenmesi (ve bunda başat rol oynayan inşaat sektörü ve ‘kentsel dönüşüm’), imece geleneği, ülke genelinde su gaspı ve buna itirazlar, ortak zenginliğimiz toprak, biyokültürel miras, Kordonyolu, Validebağ Korusu, Gezi Direnişi, mahalle forumları üzerine on yazıya yer verilmiş.
Kısa başlıklar altında özetlemeye çalıştığım bu olağanüstü çalışma, vatan, millet, sakarya şovenizminden sıyrılıp, sokak, meydan, şehir, dere, toprak, hava, yani müşterekler üzerinden (eski) yeni bir aidiyet duygusunu diriltiyor.
Başlangıçta her şey müşterekti. Tarım, kalıcı yerleşimler, hiyerarşik toplum özel mülkiyeti doğurdu. Ancak toprağın büyük kısmı, su, kıyılar, ormanlar, yabani hayat herkese açık kaynaklar (res communes) olmaya devam etti. Roma hukukuna göre nehirlere, göllere, denize ya da havaya kimse sahip olamazdı. Bu ilişki biçiminin hukuki temelini Magna Carta’da da açıkça görmek mümkün. Beratta su yollarındaki balıkları avlama ve ormanlardan geçim sağlama hakkının herkese ait olduğu belirtiliyor. Locke’a göre de müşterekler ve özel mülkiyet arasında bir denge olmalı, müşterek kullanım için yeterli ve iyi bir alan bırakılmalıydı. Ancak kısa zaman içinde müştereklerin büyük bir kısmı çitle çevrildi, yani özel mülk haline geldi. Devlet de talana ortak olunca ortak zenginliklerin tamamı kişisel kazanç araçlarına dönüştü. Araziler, demiryolu, madencilik, kerestecilik şirketlerine ya da spekülatörlere verildi. İşin hayret verici yanı ormanların, sahil şeritlerinin, akarsuların, toprağın eskiden müştereken sahibi olduğumuzun farkında olmamamız.
“Emanet müşterekler” doktrini, su gibi kamuya ait ortak kaynakların devlete emanet edilmesi ve devletin bu kaynakları halkın yararına korumasını öngören bir hukuki ilke. Emanet müşterekler fikri Amerika’da özgürlük vaadiyle eş anlamlı (Jonathan Franzen, Özgürlük kitabında büyük ölçüde bunu tartışıyor). Öte yandan, günümüzde gen havuzlarından uzayın derinliklerine kadar tüm müşterekler daha önce akla bile gelmeyen yollarla ele geçiriliyor. Radyo- televizyon yayınlarının bir zamanlar müştereklerden olduğunu ve öyle muamele gördüğünü, sahiplerinin güçlü medya şirketleri değil vatandaşlar olduğunu unutmak kolay. Aynı mantıkla mezarlıklar, sokaklar, kaldırımlar satılıyor.
En çok eksikliğini çektiğimiz veya kaybetme tehlikesi yaşadığımız şeyler ortak kullandıklarımız: Temiz hava, temiz su, kamusal parklar, iyi okullar, toplu taşıma, sosyal güvenlik. Şişe sular, özel güvenlik görevlileri ve sağlık kulüpleri gibi örneklerde görüldüğü üzere bu tür müşterekler uzun yıllardır parçalanıp daha pahalı özel mallar olarak satılıyorlar. Temiz hava gibi bazıları da yetersiz düzenlemenin kurbanı oluyor. Kirleten şirketler güçlü olduğu ve gelecek nesiller oy kullanamadığı için devlet havayı, suyu, atmosferi korumuyor.
Öte yandan, belirtmek gerekir ki emanet müşterekleri genellikle ekolojik kaynakları koruyacak şekilde genişletme yolunda duyarlılık artıyor. “Satışa çıkarılan” yörelerde yaşayanların eylemliliği, yani halkın protestosu ve direniş eylemleri sayesinde artık emanet müşterekler davaları olumlu sonuçlanabiliyor (bkz. Yırca, Yeşil Yol).
Stiglitz’e göre, liberaller mülkiyet hakkını savunmak için “müşterekler trajedisi”nden bahisle insanların iktisadi randımana ancak insanlar müştereklerden vazgeçtiğinde ulaşacağını iddia ediyorlar. Oysa, 2009 Ekonomi Nobeli’ni alan Elinor Ostrom’un çalışmaları müştereklerin kullanımını düzenleyebilen toplumsal denetim mekanizmaları olduğunu gösteriyor (s. 39- 41).
“Paradigma kayması” tabirine popülerlik kazandıran bilim tarihçisi Thomas Kuhn, eski paradigmada artık işimize yaramayan inançlardan kurtulmak için bir düşünce devrimi gerektiğinden söz eder. Piyasa paradigmasının tarif ettiğinden daha iyi, daha paylaşımcı ve daha fazla umursayan insanlar olduğumuzu idrak etmek paradigmayı temelinden sarsacak. Piyasa temelli toplumun vaatlerini yerine getiremediği, servet biriktirmeyi başaran “kazananlar”ın bile mutluluk ya da tatmin hissetmediğini de eklemeliyiz. Aksine, toplum olarak endişeli, tükenmiş, güvensiz ve birbirimizden kopuk hissediyoruz. Paradigmayı kaydırarak hep birlikte çalışmaya dayalı, insanları ayırmak yerine bir araya getiren bir ekonomi yaratmak mümkün olabilir. Aşırı uzun saatler boyunca çalışmadan, manasız işler yapmadan, yoksul insanları tehdit olarak görmeden kendimizi güvende hissedebiliriz.
Hareketin savunucuları müştereklerin piyasaların ya da devletin yerine geçmeleri gerektiğini de söylemiyor. Walljasper, “iki yapının da gayet iyi becerdikleri şeyler var,” diyor. Ancak önemli olan piyasanın ve de hükumetlerin müştereklerin hayatımızdaki can alıcı rolünü boğmaması için sınırlar koymak.
Müştereklere dayalı yaklaşım, mevcut bireysel teşviklerin aksine, hepimizin aynı kaderi paylaştığını fark etmemizi sağlayacak!
Burnumuzun dibindeki diğer bir müştereğimiz de sokaklar. İnsanın kamusal mekân arayışının kökleri oldukça derinde. Birbirimize rahatlıkla temas edebildiğimiz, hoşça vakit geçirdiğimiz sosyal ortamlara sanki içgüdüsel olarak yöneliyoruz. Çünkü kamusal mekânlar buluşup muhabbet etmek, bir yerde oturup gelip geçene bakmak, oyun oynamak, şöyle bir turlamak, flört etmek, yiyip içmek, güneşlenmek ve daha geniş bir bütünün parçası olduğunu hissetmek için en iyi yerlerdir.
Yirminci yüzyılda motorlu araçlar sokakları ele geçirdi. Dahası telefon, radyo, pikap, televizyon, video, bilgisayar gibi yenilikler, kamusal mekânlardan evlerimize ve arabalarımıza çekilmemize yol açtı. Çok değil birkaç on yıl önce çocukların oyun yeri, köpeklerin uyuma yeri, gençlerin arkadaşlık kurduğu, yaşlıların kapının önüne sandalye çıkarıp oturduğu çene çalma mekânlarıydı. Artık insanlar yürüyüş yapmak için bile arabalarıyla bir yerlere gidiyor çünkü evlerinin yakınlarındaki sokaklar onlara misafirperver davranmıyor. Bu durumun en çok ceremesini çekenler de çocuklar, yaşlılar ve engelliler.
En temel insan haklarından biri olan kendi mahallemizde yürüme hakkımızı savunmak için insanlar her yerde mücadele ediyor. Kaldırımların genişletilmesi, hız tümsekleri, bisiklet yolları, trafiğe kapalı sokaklar ve meydanlar gibi taleplerle “trafiği yatıştırmaya” çalışıyorlar.
Mahalle hayatı birçok örnekte güçleniyor. İnsanlar mahalleliyi tanımaya çalışıyor, birbirine selam veriyor, yerel esnaftan alışveriş yapıyor. Caferağa Mahallesi’nde (Kadıköy, 34710) bu müşterekleşme deneyimlerinin güçlü biçimde yaşandığına şahit oluyoruz. Sokak partileri veriliyor. Verandalarda, ön bahçelerde küçük piknikler, yemekler, “garaj satışı,” takas gibi organizasyonlar yapılıyor. Mehmet Ayvalıtaş meydanında gündüz çocuklar kuşları kovalıyor, yetişkinler dinleniyor, geleni geçeni seyrediyor, geceleri ise müzik çalanlar, sohbet edenler, bir şeyler yiyip içenler meydanı dolduruyor. Mahallelinin gayet aktif facebook sayfası (34710 sakinleri) küçük suçları önlemeye, piyasa mantığının ötesinde çeşitli fazla eşyayı paylaşmaya ya da ortak kullanmaya, sokak hayvanlarını sahiplenmeye, yerel esnaf hakkında birbirinden tavsiye almaya, belediyenin çeşitli tasarruflarına karşı protestolar düzenlemeye yarıyor. Matkaptan çocuk bakımına, ev tamiratından alet edevata her şeyin paylaşılabildiği bir mahalle mübadele sistemi yavaş da olsa oluşturuluyor.
New Yorklu şair ve yeni medya sanatçısı Sal Randolph, sanatı yemek pişirmek, bilim, müzik gibi insani kültürel aktivitelerden biri olarak gördüğünü söylüyor. “Daha önce milyonlarca kişi yapmamış olsa nasıl yağda yumurta yapacağımızı bilemezdik.” Bir tablo yapma fikri de benzer şekilde içinde bulunduğumuz kültür yüzünden oluşuyor. Toplumsal ekoloji ve yaşama biçimimiz sanatsal üretimlerimizi belirliyor. Müştereklere borçlanmadan hiçbir şey yapmamız mümkün değil.
Bob Dylan’ın otobiyografisi Chronicles, bizzat bir müşterekçi olduğunu ve başarılarını kısmen muazzam bir mirasa borçlu olduğunu gösteren güzel bir örnek. Robert Johnson’a, Woodie Guthrie’ye, ayrıca Henk Williams’a ve on dokuzuncu yüzyıl sonlarında Francis James Child tarafından derlenen eski İngiliz baladlarına çok şey borçlu olduğunu söylüyor. En çarpıcı örnek kız arkadaşının onu Bertolt Brecht– Kurt Weill parçalarını dinlemeye götürdüğü akşam. Dylan kendi parçalarından birkaçını sayıyor – Mr Tambourine Man, Lonesome Death of Hattie Carol. “Eğer o gece Pirate Jenny baladını duymamış olsaydım, böyle şarkılar yazmak aklımın ucundan bile geçmezdi,” diyor.
Sanatta serbest fikir alışverişinin nasıl işlediğine dair örnekleri çoğaltmak mümkün. Ovidius’un Pyramus ve Thisbe hikâyesi Shakespeare’in Romeo ve Juliet’ine, o da Batı Yakası Hikâyesi’ne ilham veriyor. Fikirlerin yoktan var edildiğini öne süren “evreka” teorisinin aksine, yeni fikirlerin karşılıklı işbirliği sonucu ortaya çıktığı iddiası bütün bu örneklerde doğrulanıyor.
Çocukluğun ticari amaçlarla (şirketlerin, kamu sektörünün, reklamcıların, sinemacıların, medyanın) istilasına uğraması sadece hiperaktivite ve obeziteye yol açmıyor, aynı zamanda da genç kuşaklara hangi hikâyelerin ne amaçla anlatıldığı gibi kültürel müştereklere dair konuları da ilgilendiriyor.
En başta anlattığım çardak/ ağaç altı sosyalleşme hikâyesi, herhalde çocukluğu benim gibi 80’lerde geçen kuşak için hâlâ bir şey ifade ediyor– dünyanın başka bir köşesine ya da elli yıl öncesine gitmemize gerek yok. Artık kendisi çocuk sahibi olan benim kuşağımdan insanlar için bu hatıranın canlanması tatlı bir hüzün yaratıyor. Bunların artık geri gelmeyecek güzel günler olduğunu düşünüp üzülüyoruz. Ama hayır, Müştereklerimiz’i okudukça karamsarlığı dağılıyor insanın. Biliyoruz ki Kuzguncuk Bostanı, Moda Parkı, Yoğurtçu Parkı her geçen gün daha fazla ebeveyn, aile tarafından bu amaçlarla kullanılıyor. Bir ödeme yapmaya ihtiyaç olmaksızın sosyalleşiyoruz, film izliyoruz, oyun oynuyoruz.
İktidarların agorafobilerine inat, toplumsallaşma ve toplumsal dayanışma kamusal alanlarda her geçen gün daha da güçleniyor. Söz konusu mekânlar ortak bir eylem ve yaşam alanına dönüştürülüyor.