Odysseia'nın erkekleri ve kadınları

İnsanlığın en eski erkeklik hikâyelerinden biri Odysseia kadınlık ve erkeklik hâlleri arasındaki asimetri açısından bugün de güncelliğini koruyor

01 Mart 2018 15:00

I.

Odysseia’nın Emily Wilson imzalı yeni İngilizce çevirisi 2017’nin son aylarında yayımlandığında, kitaptan bahseden yazılar, destanın ilk defa bir kadın tarafından çevrildiğini tekrar tekrar vurguluyordu. Bu tanıtım beni şaşırtmıştı ilk başta: Bu devirde, yazarın ya da çevirmenin cinsiyetini değil, kelimelerle ne yaptığını konuşuyor olmalıyız diye düşünüyordum. Öte yandan, Odysseia’nın İngilizcedeki yüzyıllarca sürmüş yolculuğuna bakınca, metni bir kadının ilk kez çevirmiş olması gerçekten de haber değeri taşıyor. 17’nci ve 18’inci yüzyıllarda George Chapman’ın ve Alexander Pope ile yardımcılarının başlattığı, 1945’te E. V. Rieu’nun (Penguin Classics serisinin ilk kitabı olan) çağdaş düzyazı çevirisiyle süren, 1996’daki Robert Fagles metni gibi belli başlı çevirilerle günümüze gelen uzun bir gelenekte ilk defa bir kadının söz almış olması dikkat çekici.

Oysa Türkçede bambaşka bir durumla, İngilizceye nazaran bir lüksle karşı karşıyayız: Türkçedeki klasikleşmiş Odysseia çevirisinin bir kadının elinden çıkmış olduğunu (Azra Erhat, 1971; A. Kadir’in şiirleştirmesiyle) çoktan kanıksadık, benimsedik, sözünü etmeye değer bulmuyoruz. Belli başlı metinleri Azra Erhat, Minâ Urgan, Nihal Yalaza Taluy, Roza Hakmen, Nuran Yavuz, Tomris Uyar, Seniha Akar, Nihal Yeğinobalı gibi isimlerin kalemlerinden okumaya alışığız.

Emily Wilson’ın çevirisinin böyle tanıtılmasına ilk başta temkinle yaklaşsam da, söyleşilerinde kitabı ve çeviri yöntemlerini sunuşu, yazdığı önsözün olağanüstü güzellikteki kapanış paragrafı beni ikna etti, kitabı çıkar çıkmaz alıp okumaya yöneltti.

Wilson, kitabı bugünün diliyle çevirmiş. Meşhur giriş cümlesinde Odysseus’u çok yollar bilen, çok kıvrımlı adam diye tanımlayan “polytropos” (Azra Erhat’ta “binbir düzenli”), bu çeviride “complicated man” olmuş. Buna karşın, 2800 yıl öncesinin düşünce yapısından gelen yabancılıkları, metnin bambaşka bir âlemden geldiğini saklamaya hiç çalışmamış, tersine bunları daha da açık etmiş: Örneğin, başka çevirilerde kitaptaki toplumun temelinin köleliğe dayalı olduğu belki daha az görünebiliyor, Wilson ise tekrar tekrar “köle” kelimesini kullanmış. Kitabı bugünün diliyle çevirme tercihini önsözde “Benim Homeros’um babaannenizin ve büyükbabanızın diliyle konuşmuyor, o dil de şarap-rengi denize sizin dilinizden daha yakın değildi çünkü” diye açıklamış.

Çevirinin çağdaş okuyucuyu rahat ettiren temposunun tek nedeni çağdaş kelime haznesi değil. Wilson, Homeros’un altı vurgulu, genellikle on yedi heceli mısralarını İngilizcenin beş vurgulu, on heceli vezniyle karşılamış (ama bunu yaparken mısra sayısını orijinaline eşit tutmuş). Bu tercihin sonucu olarak, söyleyeceğini daha az heceyle söyleyen, bu nedenle diğer çevirilere göre daha hızlı akan, daha az konuşan, daha keskin bir metin bu. Wilson önsözde bu veznin Chaucer’dan, Shakespeare’den başlayarak çağdaş şairlere dek İngilizce şiirin genel ritmi olduğunu açıklıyor. Daha önceki yüzyıllarda, çevirmenler İngilizcede Homeros’un vezinlerini yakalamaya çalışmışlardı sık sık; Emily Wilson ise Homeros’u İngilizcenin yüzyıllarca süren (ve Bob Dylan’a, slam şairlere, hip-hop’çılara dek devam eden) genel vezin geleneğiyle ifade etmiş, bir anlamda Homeros’u İngilizce şiirin asıl evine buyur etmiş.

Emily Wilson, metnin orijinalindeki kelime oyunlarına, karakterlerin isimleriyle kökteş fiillerin ve sıfatların isimlerinin yakınında dolaşmasına İngilizcede karşılıklar bulmuş; bu pasajlarda, benim de çok sevdiğim bir fenomeni, çevirmenin metni yüzyıllar önce kurmuş olan ozanlarla birlikte gülerek, dilin neşesini paylaşarak çevirmesini gördüm.

II.

Peki, Odysseia’ya kadın eli değince neler olmuş? Elimizdekinin insanlığın en eski erkeklik hikâyelerinden biri olduğunu saptayarak başlayalım söze (daha eskisi, Gılgamış destanı da bazı açılardan yine bir erkeklik masalı ve Odysseia ile birkaç paralellik içeriyor). Tüm kitap, bir erkeklik idealinin bozulmasını ve tekrar kurulmasını anlatıyor: İthake beyi Odysseus savaştayken İthake’nin ve komşu şehirlerin gençleri sarayını işgal ediyor, eşi Penelopeia’nın aralarından birini seçip evlenmesini talep ediyor, Odysseus’un malını mülkünü tüketmeye, hizmetçileriyle yatmaya başlıyorlar. Odysseus, 10 yıl boyunca bu durumu engellemek, kendi evinde hâkimiyetini tekrar kurmak amacıyla bin bir türlü badire atlatıyor. Odysseus ve Penelopeia bu 10 yıl boyunca pek çok sınavdan geçiyorlar: Her ikisi de birbirine ulaşmaya çalışmayı bırakıp başka tercih yapsalar çok daha rahat edebilirler, bunu çok iyi biliyorlar ama yine de birbirleriyle buluşmayı seçiyorlar. Odysseus’un bu macerası, öte yandan yolculuk boyunca karşısına çıkan ya da ona yoldaşlık eden pek çok kişi için ağır can ve mal kayıplarıyla sonuçlanıyor.

Destan boyunca erkeğin büyük korkusu, eşinin başka bir erkeği seçmesi ve ona karşı gelmesi. Bu kâbus tekrar tekrar, Troya Savaşı'ndan dönen diğer meşhur komutanın başına gelenlerle anlatılıyor: Agamemnon’un eşi Klytaimestra’yı Agamemnon savaştayken Aigisthos baştan çıkarıyor, savaş dönüşü elbirliğiyle Agamemnon’u öldürüyorlar. Agamemnon-Klytaimestra ilişkisi, destanın başından sonuna dek (kimi zaman tanrıların, kimi zaman bizzat Agamemnon’un hayaletinin ağzından) Odysseus-Penelopeia ilişkisinin zıttı (ya da Odysseus’u bekleyen tehlike) olarak anılıyor.

Odysseus’un oğlu Telemakhos’u ise içine düştüğü otorite boşluğunu doldurmaya çalışırken, babasının yokluğunda evin reisi görevini üstlenmiş annesinin otoritesine karşı başkaldırmayı denerken görüyoruz; Odysseus’un babası Laertes’i ise Voltaire’in Candide’inin meşhur kapanışını da andırır bir şekilde, çok az eşyayla ve eski püskü giysilerle çekildiği bahçesine göz kulak olurken.

Bu erkeklik destanında kadının ve erkeğin hakları arasında bariz bir asimetri var: Odysseus’un yol boyunca iki ayrı tanrıçayla ilişkiye girmesini, Nausikaa’yla kibarca flört etmesini tartışmadan kabul ediyor destan; Penelopeia ise özellikle cinsel sadakatiyle övülüyor (Destanın sonunda, kitabın en dokunaklı sayfalarından birinde Odysseus başından geçenleri Penelopeia’ya anlatırken diğer kadınlarla ilişkilerini de hafifçe rötuşluyor).

Penelopeia, pek çok açıdan destanın en ilginç karakteri olabilir. Ne düşündüğünü bilmekte en zorlandığımız kişi Penelopeia. Destan anlatıcısı, dinleyicide “Acaba Penelopeia neyi seçecek” endişesini büyük bir başarıyla yaratıyor (ve kitapta en son çözülen düğüm de bu oluyor). Bunun yanında kitap boyunca Odysseus’un asıl hâmisi Athena’nın de muhteşem bir rolü var. James Bond’a karşı M.’i oynayan Judie Dench’in arketipi gibi burada Athena: Odysseus’un tüm sorunlarını çözen, yolunu açan, girdiği durumlardan sıyrıksızca çıkmasını sağlayan insanüstü teknolojik avantajları sağlayan hep Athena.

Emily Wilson’ın destana katkıları, işte bu kadın karakterlerin öne çıktığı bölümlerde, bu erkeklik fantezisindeki erkekler ve kadınlar arasındaki ilişkilerin sonsuz gelgitlerini, kadınlıkla erkeklik arasındaki bitmez pazarlık, beklenti, işbirliği ve güvensizlik hâllerini resmederken parlıyor. Önsözün de uzun bir bölümünde bu konunun üzerinde durmuş Wilson: Odysseus’un içinden geçip gündelik hayatında geri döndüğü masal dünyalarında kadınların hâkimiyetinin (Kalypso, Kirke, Athena, Kraliçe Arete), gerçek dünyada yerleştirilmeye çalışılan erkek hâkimiyetine zıtlığını işaret ediyor, bunun muhtemelen dönemin erkeklerinin korkularını gösterdiğini söylüyor önsözde. Penelopeia ve Odysseus’tan beklenen cinsel sadakat konusundaki çifte standarda, kitabın temel konularından birinin kadının sadakati olmasına, Penelopeia’nın zihninin, motivasyonlarının ve isteklerinin kitap boyunca muğlak kalmasına (ve edebî açıdan bunun kitabın en başarılı yönlerinden biri olduğuna) dikkat çekiyor.

Wilson, kadın karakterlerin konuştuğu sahnelerde ışıl ışıl parlatıyor onları. Homeros destanlarının tipik özelliklerinden biri, karakterlerin tekrarlanan sıfatlar/unvanlarla anılması; belli bir vezin içine ezberden ya da emprovize şiir söylemenin dayattığı bir teknik bu. Çoğu çevirmen bu tekrarlanan sıfatları belli bir tutarlılık gözeterek çevirirken, Wilson tersine bu sıfatlara bağlama göre başka nüanslar vermeyi seçmiş, böylece karakterlere, motivasyonlarına da büyük bir canlılık vermiş. Örneğin, “gök gözlü Athena”nın gözleri, Odysseus ile birlikte hain planlar yaparken ya da Odysseus’la birbirlerini kandırmaya çalışırlarken hınzır bir ışıltıyla parlıyor bu çeviride (Wilson da çocukken, okul temsilinde Odysseia’da Athena’yı oynamış). Penelopeia ile Odysseus’un sonunda nihayet buluştukları sahnedeki dilin gücü karşısında şaşırarak hemen çeviriyi elimin altındaki diğer çevirilerle karşılaştırdım ve şunu gördüm: Emily Wilson, çeviri zanaatının ideallerinden birine ulaşmış bence; o yabancı sözcükler arasında gizli İngilizce meramı, nüansı çekip çıkarıp ifade etmeyi başarmış.

III.

Odysseus kitap boyunca yalancı, güvenilmez olduğu tekrar tekrar söylenilmesine ve gösterilmesine rağmen, okuyucunun güvenmeyi ve özdeşleşmeyi tercih ettiği bir karakter. “Güvenilmez anlatıcı”ların belki de ilki. 2800 yıl öncesinden kalan bu hikâye, bugün de modernliğiyle şaşırtıyor bizi. Azra Erhat, önsözünde destanın sinematik anlatımından bahseder: Destanın anlatıcısının hikâyeyi anlatmaya ortasından başlaması, geri dönüşler kullanması, hikâye içinde hikâye olması, karakterlerin başka ozanlara rastlayıp kendi hikâyelerini dinlemesi gibi oyunlarla da kalmıyor bu modernlik. Emily Wilson’ın çevirisi şerefine -kim bilir kaçıncı kez- destanı tekrar okurken, Hollywood filmlerinin ezici çoğunluğunda tekrarlanan ortak şemanın birebir bu destanda da tekrarlandığını fark ettim: Çekirdek aile dağılmıştır, aile üyeleri olağanüstü çabalarla (ve kimi zaman çevrelerine hiç sorgulanmayan büyük zararlar vererek) bir araya gelirler, huzura ererler; yine de her şey sütliman değildir, filmin sonunda gelecekteki tehlikeler çıtlatılır. Hollywood şablonunda filmin ilk saatinin entrikanın kurulmasına, ikinci saatinin kovalamacaya ve sonunda ailenin buluşmasına ayrılması bile birebir tutuyor bu örnekte: Odysseia’nın ilk 12 bölümünde maceraları, ikinci 12 bölümde kovalamacayı, eve dönüşü ve intikamı okuyoruz. 12. bölümün sonundaki dönüm noktasında, Odysseus büyük bir ironiyle aynı hikâyeyi iki kez anlatmayı sevmediğini söylüyor! Oysa, kitap boyunca kitabın sonunda tam tamına ne olacağı (genellikle kâhinlerin ağzından) birebir söyleniyor ve biz kitabı yine de heyecanla okuyoruz; 2800 yıl sonra da Hollywood hâlâ aynı hikâyeyi tekrar tekrar anlatmayı sürdürüyor. Kitabın kapanışındaki katliam sahnesinin kanlılığı ve acımasızlığı ise Tarantino filmlerinin (bence ahlaken çok yanlış ve zararlı olan) şiddet ve intikam övgüsüyle birebir örtüşüyor—Joyce’un Ulysses’i yazarken de özellikle rahatsız olduğu ve bambaşka bir çözümle, Bloom’a talipleri zihninde affettirerek çözdüğü bölüm, bu bölümdü.

Kitabın dünyası en alt düzeyde, dönemin insanın fiziksel gerçekliği içinden geliyor: Kitapta karakterler durmadan kurban kesip et yiyorlar; muhtemelen, destanın dinleyicileri için et yemenin ne kadar ender ve lüks bir durum olduğunu gösteriyor bunun böylesine hayranlıkla tekrarlanması. Ege coğrafyasının, adalarının kuraklığıyla; rüzgârlarının, denizlerinin tehlikeleriyle; hayatın rastgeleliğiyle baş ederken tüm bunları hep kaprisli, birbiriyle çatışan, birinin yaptığını diğeri bozan tanrıların keyfiyle açıkladıklarını, tanrıların da buna karşılık durmadan kendilerine et kurban edilmesini istediği bir dünya bu: Zeus’un Odysseus’un meselelerini çözmesi için uzak bir mesafedeki Kalypso’nun adasına gönderdiği Hermes, kimsenin yaşamadığı bu uzun yolda kimsenin ona kurban kesmediğinden şikâyet ediyor. Uzun yollara çıkıp hiç tanımadığınız birilerinin malını mülkünü gasp etmek (ya da onlardan misafirperverlik görüp belli bir ritüel içinde yardım almak) destanın temel unsurlarından biri.

Tüm bunlar bize ne kadar uzak olsa da, destandaki erkeklik ve kadınlık hâlleri, bu ilişkilerin büyük bir zenginlikle, nüanslarıyla, şüpheleriyle resmedilmiş olması hâlâ yanı başımızda bence, kitabın en çağdaş yönü de işte bu olabilir.