Almanya'da popülist söylemin serüveni düşüşler ve yükselişlerle devam ederken popülist kitleler her seferinde kendilerine yeni bir "korku" yaratmayı başarıyordu...
02 Mayıs 2017 19:20
Yıl 2001. Eylül ayı. Yıllarca öne sürülen “medeniyetler çatışması” 9/11 saldırılarıyla açık bir Batı- İslam karşıtlığı, hatta düşmanlığına dönüşmüş; yuvalarından birinin Hamburg’da bulunduğu öne sürülen teröristler misilleme yapacak, savaş çıkacak diye kaygılı bir bekleyişle muğlak korku duygularının yayıldığı bir atmosferde islamofobik popülist söylem zirvede...
24 Eylül 2001 sabahında, belediye seçimlerinin ertesi gününde Hamburg şehri ve eyaleti kötü bir sürprizle uyandı: Daha bir sene evvel kurduğu, basının “Schill Partisi” dediği Hukuk Devleti Atak Partisi’yle hâkim Ronald Schill oyların yüzde 19,4’ünü alarak eyalet parlamentosuna (senato) girmeyi başarmıştı. Schill, bir defadan fazla hüküm giyenlere karşı sert tutumu ve birçok hâkimin genç suçlulara ceza vermekten kaçındıkları iddiasıyla öne çıkıșından dolayı “acımasız hâkim” lakabıyla ün yapmıştı. Partisi, terapi edilmeleri sonuçsuz kalan cinsel suçlardan hükümlüler ancak kısırlaştırılarak cezaevinden çıksın, çocukları ciddi suç işlemiş anne baba da cezalandırılsın, gibi taleplerle kampanya yürütmüştü. Anaakım basının desteğiyle saldırgan seçim kampanyalarından sonra sert hukukçu, seçimleri kazanan CDU (Hristiyan Demokrat Birliği) ile kurulan koalisyon hükümetinde İçişleri Bakanlığı’na ve dolayısıyla da belediye başkan yardımcılığına atanır. Yeni istihdam edilecek 2000 polisle 100 gün içinde suç oranını yarısına indireceğini vaat eden Schill, ilk işlerinden biri olarak Baveryalı bir polis müdürünü emniyet müdürlüğüne atar, iki sene içinde 500 civarında yeni polis istihdam eder, Bambule isimli alternatif mobil konut projesini polis şiddetiyle kaldırtır. Hamburg’un “Dünyaya açık liberal metropolümüz elden gidiyor” diye korkan seçmenlerinden büyük alkış alır. Yerel basın bu arada Hamburg’u “suçun başkenti” ilan edip Schill’in “suç oranını azaltma çabalarına” kamuoyunun ilgisini çekmeye ve canlı tutmaya çalışır...
Muhalifler ise daha Schill seçilmeden önce bile ona karşı bayrak açmışlardır; öne sürdüğü suç yoğunluğunun sadece bir öcü olduğunu, 2002 yılında kaydedilen suç oranının azalmasının ise kendi elinden çıkmayıp uzun vadeli tedbirlerin sonucu olduğunu belirterek Schill’in istifasını isterler.
2002 yazında öncelikle Doğu Almanya’yı vuran sel felaketinden sonra Federal Parlamento’da yaptığı bir konuşmasında Schill, bütçenin olası doğal felaketlere hazırlık için kullanmaktansa büyük kısmının göçmenler için harcandığını iddia ettiğinde bu kez tüm ülkeden tepki alır. Ayrıca bu konuşmasında milletvekillerine tanınan 15 dakikalık konuşma zamanını aştığından mikrofonu kapatılır; bundan dolayı anayasa mahkemesine şikayet edeceğini haykırırsa da, Schill böyle bir başvuruda bulunmaz, ancak hakkı olmayan bir sıfatla konuştuğu için Hamburg’daki koalisyon hükümetinde yeni bir krize yol açar. Skandal üstü skandal, kriz üstü kriz... Kokain kullandığını iddia eden Panorama TV yayınına küfür ederek yerel basını ciddi medyayla birbirine düşürmeyi başarır. Schill, 2003 yazında, bakanlık görevinin ikinci senesinde Hamburg Belediye Başkanı von Beust’u özel hayatından detayları açıklamakla tehdit ettiğinde, von Beust şantaj yaptığı iddiasıyla onu görevden alır. Akabinde partisi büyük oy kaybına uğrar. 2003 sonlarında parti yönetimi Schill’den kendilerini haberdar etmeden kamu önünde konuşmamasını istediğinde ve o bunu reddettiğinde partisi onu başkanlık görevinden alıp iki sene partide görev almama yasağı koyar. Schill direnince Aralık 2003’te kendi kurduğu partisinden atılır, önce parlamentoda bir grup kurar, sonra da başka bir partiye girer, ona da kendi ismini ekler, eski partisiyle de davacı olur. 2004’te Hamburg erken seçime gittiğinde Schill’in eski partisi yüzde 0,4 oranında oy alır, yeni katıldığı parti ise yüzde 3,1’de kalır. Birkaç ay sonra Schill politikayı bıraktığını ilan edip Karayip Adaları’na göç eder. 10 yıl sonra Big Brother’da televizyonlara çıkmak, otobiyografisini yayımlamak, “Adem Hava’yı Arıyor” dizisinde ekranlarda görünmekle pop kültürüne büsbütün mal olur. Hamburg’un bugüne kadarki en “popülist serüveni” böylece sona erer...
Batı Avrupa’da 1970’lerden, Almanya’da daha çok 1990’lı yıllardan itibaren kendini gösteren sağ popülizmin ana özelliklerinin çoğu Schill örneğinde de görüldü: gerçek durumun dramatize edilmesi; içeriksel tartışmalar yerine konuların duygusallaştırılması; tek argüman ile klasik ideolojilerden uzak kampanya yürütülmesi (ki burada aşırı sağdan bir fark görülür); mevcut parti ve politik sisteme karşı “anti” tutum: “partiler ikdidarı”na, “kokuşmuş elitler”e, oturmuş kurumlara, Avrupa Birliği’ne, Avro’ya, yabancılara ve özellikle müslümanlara karşı cephe açılması; siyasette kutuplaştırma ve kişiselleştirme; sözde “entellektüalizm”e karşı “halkın sağduyusu ve temiz ahlâkı”na önem verilmesi; sıradan adama ses olma iddiası; özlü olmadan tepkisel davranılması; karmaşık sorunlara basit çözümler vaat edilmesi...
Bu özelliklerle öne çıkan, karizması veya arsızlığıyla sesini o anda popüler olan taleplerle duyurmayı beceren tek adam ya da bir avuç insan tarafından kurulan, popülist söylemlerle oy toplayan, anaakım medyanın desteğiyle ani bir hamleyle öne fırlamış girişim ve partiler, “Schill Partisi”nin yanı sıra ve sonrasında bütün Almanya’da ara sıra görüldü. Çoğu kısa bir süre ayakta, nadiren de yerel parlamentolarda kaldıktan sonra yalan, iftira, tehdit, iç çekişme ve kifayetsizlikle ün yaptı, kendi iç sorunları üzerine tökezleyerek genellikle güç kavgalarıyla kendi kendilerini yiyip bitirip kayboldu.
Kayboldu da... Popülist söyleme meyilli kişi ve kitleler her zaman vardı, vardır ve yok olacağa da benzemiyor...
“Bir daha asla” kuşağıyız biz, Almanya’da “savaş torunları kuşağı” olarak da anılıyoruz, ebeveyni İkinci Dünya Savaşı’nda ya çocuk olan ya doğmuş olanlar. Nazi Almanya’sının dehşetinin, savaşın vahşiliğinin bir daha tekrarlanmaması için politikalar, 1945’ten sonra okul programları, medya konsensüsü üretildi. Ancak kapılar arkasında Almanları sadece fail ve suçlu olarak gösteren söyleme karşı hoşnutsuzluklarını yıllar boyunca homurdanarak ifade eden birileri hep vardı. Resmî söylem bunlara “ebediyen dünde kalanlar” diyordu. Ama varlardı ve “bunu söylemek mümkün olmalı” sözleri dalgalar halinde bir yükselip bir azaldı. İfade edilmesi yasaklanan düşünce ve duyguların zamanla tehlikeli bir birikim oluşturdukları bilinmektedir. Bazıları öteden beri aşırı sağ partilerden yana davranırdı, fakat çoğu kendini toplumun tam ortasında görürdü. Yer yer öfkeleri köpürdüğünde “tepkisel seçmen” (Protestwähler) olarak öteden beri inandıklarını açıkça ifade eden Schill gibilere oy verirlerdi. Schill’i daha iyi bir hükümdar olarak zannettiklerinden değil, daha çok, kendilerini temsil etmediğini düşündükleri oturmuş parti ve yönetimlere ibret olsun, tokat olsun diye. (İngiltere’de Brexit’ten yana oy verenlerin, oylamanın ertesi sabahında en çok şaşıranlar olması gibi!)
Gelin görün ki bu “ebediyen dünde kalanlar” ebeveynlerimizin kuşağından çok kendi kuşağımızdan çıktı!
Daha birkaç sene öncesine kadar açık sağcı olanlar dışındaki hoşnutsuz kesimler, kışkırtıcı, ırkçı, nefret dolu yorumlarının anonim kalmasına özen gösteriyorlardı, bugünse nefret mesajları, küfür ve tehditler açık ve tam isimle yapılıyor. Bunda sosyal medyanın rolü olabilir. Verilerin korunmasının üzerine titreyen, mahremiyet alanlarını kamudan uzak ve kapalı tutmasıyla bilinen Alman toplumu da, son 10-15 yılda iyice yaygınlaşan sosyal medyayla değişmeye yüz tutmuş gibi. Sosyal medyada nefret ifade etmenin sonuçları yok gibi, tam tersi, belli platform ve sitelerde hareket ettiğinde insan, “herkes”in kendi fikrini paylaştığına kanaat getirebilir. Bu düşünceler etrafında örgütlenmek sanal dünyada çok kolay, dolayısıyla güçlü olma görünümle sokağa çıkmak da kolaylaşmış oldu...
Yıl 2014. 20 Ekim’de Doğu Almanya’nın en büyük metropollerden olan Dresden’de 350 civarında insan toplanıp Almanya’nın sözde İslamlaştırılmasını kınayarak göç ve iltica politikasına karşı miting yapıyor. İki ay sonra ise bu girişim dernekleşiyor: Pegida; Batı’nın İslamlaştırılmasına karşı Yurtsever Avrupalılar adının kısaltmasıdır. Pegida kurucusu Lutz Bachmann, ilk başta Dresden’deki 10 Ekim 2014 tarihli Kürtlerin Kobanê için dayanışma mitinglerine karşı tepkisel bir Facebook sayfası açmıştı. “İslamcı ve terröristlere” karşı yürüyüşlerin yapılmasını, politik doğruculuğa, kendilerinin Nazi olarak karalanmalarına karşı tepki gösterilmesini, mitinglerde de 1989/ 90 yıllarında Demokratik Almanya’nın yıkılmasından önceki sokak protestolarında kullanılan “Halk biziz” sloganının kullanılmasını istedi. Mitinglerde medyaya karşı küfür olarak kullandıkları “yalan basını” terimi – 1930’lu yıllarda Nazi propagandası bu kavramı komünist ve musevilere karşı icat etmişti – 2014 yılının “en kötü sözü” olarak seçildi. 2015 başına kadar, yine eski DDR rejimine karşı yürütülen “Pazartesi yürüyüşleri”ne istinaden her pazartesi düzenlenen mitinglere katılım sürekli artış gösterdi, 12 Ocak’ta 17-25 bin arasında katılımcı oldu. Ocak 2015’ten itibaren ise mitingler gittikçe yasaklar, protesto ve karşı eylemlerle karşılaştı. Dresden’deki Semper Operası, meydanında yapılan mitinglere karşı olduğunu belirtmek için miting saatlerinde ışıklarını kapattı. Yine Doğu’da bulunan Leipzig dışında Pegidacıların2 yayılma çabaları, hem katılım azlığından hem de yoğun tepkilerden dolayı pek başarılı olamadı, Köln Katedrali’nin ışıklarının protesto adına kapatılması ise tüm dünyada dikkat çekti.
Pegida ve birkaç başka kentte gelişen benzer girişimlerde aşırı sağ ile sağ popülizm arasındaki sınır muğlak kaldı. Bu grupların “yalan basını” dedikleri medyaya başlarda röportaj vermeyen yöneticileri, hemen “aşırı sağcı” damgası yememek için yürüyüş ve mitinglerde slogan atmadan sessizce protesto etmeye çağrı yaptılarsa da, mitinglerde yapılan hakaret ve tehdit içerikli konuşmalar ve meydana gelen yaralama olaylarından dolayı çok sayıda dava açıldı. Nefret konuşmasından sonra Türkiye kökenli yazar Akif Pirinççi’ye halkı ırkçılığa ve düşmanlığa tahrik etme suçundan açılan dava bunların en dikkat çekenlerden oldu. Koşut olarak tüm Almanya’da göçmenlere, mültecilere ve mülteci kamplarına yönelik çok sayıda saldırı meydana geldi. Özellikle Doğu Almanya’da Pegida’nın yükselişiyle birlikte gündelik yaşamdaki ırkçılık ve yabancı düşmanlığının kayda değer bir şekilde arttığına dair haberler yapıldı.
2014/ 2015’te yapılan değişik araştırmalar, “ortalama Pegidacı”yı işçi ya da memur olarak çalışan, orta halli, 48 yaşlarında, dinsiz erkek olarak tespit etti. AfD seçmeni çoğunluktaydı, ancak çok sayıda hiç oy vermeyenlerin yanında CDU’ya, aşırı sağ NPD’ye ve hatta Sol Parti’ye oy verenler de bulunuyordu, çoğu kendini siyasette ortada, üçte biri ise kendini sağda konumlandırıyordu. Bu gruplara katılma nedeni olarak yüzde 71’i “politik hoşnutsuzluk”, yüzde 35’i “medya ve kamuoyuna tepki”, yüzde 31’i de “mülteci ve göçmenlere karşı ilkesel tepki” sebeplerini öne sürüyordu; İslama ve Müslümanlara karşı olmak, mültecilerin çokça suç işledikleri kanısı, Almanya’nın “aşırı yabancılaştırılma” korkusunun yanı sıra yüzde 8’i de sosyo-ekonomik olarak mağdur olma korkusu seçeneğini işaretlemişti. “Ulusal kimlik ve kültür”ün kaybolması ise öne sürülen en büyük korku. Pegidacıların yüzde 90’ı mevcut partilerde ve politik sistemde temsil edilmedikleri kanısında ve genel olarak Almanya’nın daha fazla mülteci kabul etmesine karşı fikir belirtti. Tüm araştırmaların ortak zaafı ise, bilinçli sağcı ve genç katılımcıların anketlere katılmama eğiliminde olmasıdır.
Araştırmacılar, “yeni bir karışım”ı tespit etti: şiddet yanlısı holiganlar, bilinen aşırı sağcı militanların yanı sıra kendilerini aşırı sağdan uzak gören burjuva çevrelerden muhafazakârlar, iş yerlerindeki yoğun yapısal değişimlere ayak uyduramayacaklarından korkanlar, kendilerince “anlaşılmaz politika” tarafından yalnız bırakılmış hissedenler bir arada. Stuttgart’taki dev istasyon şantiyesine karşı direnenlere “öfkeli vatandaş” (Wutbürger) lakabı getirilmişken, Pegida’larda “yeni sağcı öfkeli vatandaş” olarak sokaklara dökülür.3
Pegidacı oluşumların ortak noktalarından bir tanesi de, göçmenlerin/ mültecilerin en az bulunduğu yerlerde güçlü olmalarıdır. Başkenti Dresden olan Saksonya eyaletinin sakinlerinin sadece yüzde 2,2’si yabancı. Korkuların hayali olması ise, argümanlarla karşı çıkmanın zor olduğu anlamına da geliyor. Mülteci kamplarını yakanları, mültecilerin bulunduğu otobüslere saldıranları göz göre göre alkışlayanlar düşünüldüğünde cami ziyaretleri gibi önlemleri öneren bazı bilim adamlarının çağrı üretme çabalarının ne kadar faydalı olduğu tartışılır.
Önyargı araştırmaları da, önyargı ve nefret duygularının nedenlerinin, hedef olan kesimlerden değil, bu yargı ve duyguları besleyenlerin içinde bulundukları durumlarından kaynaklandığını tespit etti. Bunlara göre sosyal korkular, kendilerini savunamayan ancak tehlikeli görünen ve toplumda genel olarak sevilmedikleri tahmin edilenlere karşı saldırganlık olarak kendini gösterir.4
Almanya başbakanı Angela Merkel’in adeta politik strateji haline getirdiği “bunun alternatifi yok” sözü meşhurdur, buna karşı tepkiler de birçok kesimde yoğundur.
2013’te – finans ve Yunanistan krizleri daha hızlarını kesmeden – Berlin’de başta Almanya’nın desteklediği “Avro kurtarma şemsiyesi”ne tepki olarak kendilerine “Almanya için Alternatif” (AfD) ismini veren parti kurulur. Avro’dan vazgeçip AB ülkelerinin eski para birimlerine, özellikle de Almanya’nın (tam 11 yıllık Avro serüveninden sonra!) DM’ye geri dönmesi, AB’ye kaydırılan yetkilerin tekrar ulusal devletlere geri verilmesi talepleriyle dikkat çeker, 2014’te Avrupa Parlamentosu’na girmeyi de başarır. 2014’te devletin yabancı politikasını eleştiren, özellikle İslamcılara karşı olumsuz tutumlar çoğalmakla birlikte, neoliberal bir anlayışla yabancı elemanların ekonomi için vazgeçilmez olduğu da savunuldu. 2015 yılında ise parti başkanlığındaki personel değişiklikleriyle parti sağa kaymaya devam etti; özellikle sosyal yardımlaşma sistemlerinin sözde suistimaline karşı tutum sertleşip, iltica hakkının devletin güvenliğini geçmemesi gerektiği savunuldu, mültecilerin sayılarının sınırlandırılması ve aile birleşimine son verilmesi talep edildi. Partinin popülist sloganı “Gerçeğe cesaret” diğer partilerin gerçekten uzak olduklarını ima etse de AfD, Pegida gibi politik sistemi baştan karşısına almadı. Diğer popülist oluşumlara göre AfD’nin kozlarından, özellikle ilk başlarda akademisyen uzmanlarca destek alıp programlarında geniş bir konu yelpazesine (tutucu, izolasyonist ve popülist de olsa) çözüm önermek ve tek kişiye odaklanmamış olmak sayılabilir. Yine de iç çekişmeler ve özellikle aşırı sağ ifadelerle yaratılan skandallar partiyi ikiye böldü. Batı Almanya’da son eyalet seçimlerinde (Saarland, Mart 2017) yüzde 6 küsur oy alabildiyse de 2016 yılı boyunca Doğu eyaletlerinde yüzde 20’yi aşan sonuçlar elde edebildi. 2016 ortalarına kadar Almanya genellinde yüzde 30 civarında tahmin edilen yüksek oy potansiyellerinin bugüne kadar yüzde 14’lere düştüğü, popülist söylemlerin peşinden giden kitlelerin partiye sırtını dönmesinden sonra kalan çekirdek parti ve girişimlerin gittikçe aşırı sağa kaydığı gözleniyor. 22/ 23 Nisan 2017’de Köln’de yapılan kurultayda parti başkanı Frauke Petry’nin “reelpolitik” yaklaşımı reddedilerek, özellikle Müslüman yabancılara/ mültecilere karşı tedbir alınması yönündeki kararların programlarına alınması bu eğilimin devamı olarak değerlendirilebilir.
Alman kamuoyunu sarsan – dikkat, Almanya’yı demiyorum, yurt dışında edinen bazı izlenimlerin aksine ülkede sarsılma, kaos, yapısal düzen değişiklikleri yaşanmadı çünkü –, neredeyse iki sene boyunca gündemi belirleyen mülteci krizi popülistlere ideal bir malzeme sundu; ancak Balkan güzergahının tıkanması, Türkiye ile yapılan anlaşma ve başka nedenlerden dolayı Almanya’ya gelen mültecilerin sayıları fark edilir biçimde düştü, hazır tutulan “konteyner köyleri”nin çoğu artık kaldırılıyor. 2016 yılbaşında özellikle Köln’de yaşanan olayların – bugün tam olarak açıklanmamış olmakla birlikte – tekrarı olmadı, velhasıl mülteci konusu Almancada kullanılan tabiriyle artık hiç bir kediyi sobanın arkasından çıkartamadığı için, AfD’yi de, Pegida ve paralel oluşumlarını da besleyen ana argüman ortadan kalkmış oldu.
Ancak perspektifsizlikten ölmemek için sürekli çarpıcı argüman bulma derdinde olan popülistler Almanya’da, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da yardımıyla ellerinden alınan “mülteci krizi” sloganlarının yerine koyabilecekleri yeni sloganlarını buldular şimdilik... Eylül 2017’de Almanya’da yapılacak parlamento seçimlerine kadar onları götürüp götürmeyeceği belirsiz olmakla birlikte bu yeni sloganlarını da Erdoğan’dan aldılar, hem de beklenmedik bir hediye olarak: 16 Nisan referandumunda, Almanya’daki Türkiyeli seçmenlerin yüzde 63’ü “Evet” dedikten sonra Almanları düşündüren soru şu oldu: Bu kadar çok insan, demokratik bir sistemin nimetlerini yaşarken neden tek adam rejiminin zeminini yaratan anayasa değişikliğini benimsedi? Popülistlerin dertleri gerçek nedenleri araştırmaktansa, karmaşık sorulara basit cevaplar bulmaktır. Bundan böyle gündeme yatırılan Almanya’nın entegrasyon politikası değil, yıllarca sürdürülen mücadelelerden sonra nihayet 2014 yılında kabul edilen çifte vatandaşlık uygulamasıdır! Almanya’daki popülizme yeni bir yem!