Oğuz Atay’ın pankartı

"Eylembilim eğer yaşasaydı Atay’ın edebiyatının gideceği yere dair ipuçları veriyor: Devlet, iktidar, ideoloji, özne, toplum gibi majör mevzular üzerine daha ‘aciliyetle’ düşünen, belki de daha ‘angaje’ bir edebiyat."

23 Mayıs 2022 09:43

 

Oğuz Atay’ın yarım kalan son romanı Eylembilim, yayınlanmasına rağmen ‘kayıp’ sayılabilecek bir roman. Bitmemiş olmasından mıdır, yoksa Atay’ın ölümünden yirmi bir yıl sonra, ‘90’ların sonunda ilginç bir metinsel yolculukla basılmasından mıdır bilmiyorum ama Oğuz Atay’a dair yazılarda bu kitaptan pek bahsedilmez. Halbuki Atay edebiyatının iç gerilimlerine daha belirgin bir politik damar da ekleyen bu metin, eğer yaşasaydı Atay’ın yönelebileceği edebi kanalları göstermesi açısından kritik bir metin.

Önce bu ‘gölgede kalmış’ kitabın Borgesvari yayımlanma hikâyesini hatırlayalım: Bu kitabın ‘ilk kısmı’ önce Günlük’e dahil edilir, Atay’ın kızı yıllar sonra isimsiz bir paket alır ve içinden Eylembilim’in 74 sayfası daha çıkar ve sonra bu sayfalar birleştirilip kitaplaştırılır. Bir yazarın ‘kayıp’ ya da bitmemiş bir kitabının bulunması edebiyat tarihi ve okurlar için her zaman heyecan vericidir: Külliyatının sonuna gelmiş o efsane yazar, sanki hayat ve ölümü atlatmış, küçük bir ‘edebi’ şaka yaparak geri dönmüştür. Yazarın hayatı bitmiştir, metnin hayatı devam etmektedir. Yazı, yazarlık, metin, külliyat gibi meselelere dair birçok hoş dönemeç içeren bu ‘bulunan el yazmaları’ hikâyesi, niyeyse Oğuz Atay vakasında pek bir ilgi patlamasına mazhar olamadı. Oğuz Atay üzerine yazanlar da Atay’ın edebiyatının aldığı posthumous biçimi pek hesaba katmadılar.

‘Eylem’le (politik eylem, sokağa çıkmak, vs.) ‘bilim’ (apolitik teori, düşünce, vs.) arasındaki uçurum ve gerilime odaklanan Eylembilim kabaca şunu soruyor: Eylemlerin ve olayların sistemi sarstığı bir dönemde (12 Mart öncesi dönem) eylem ve ‘bilim’ birbirinden ayrı durabilir mi? Toplumsal ayaklanmayla birlikte ‘eyleme’ geçmeyen bir entelektüelin (ya da ‘bilim insanı’nın) herhangi bir geçerliliği olabilir mi? Ya de meşhur Edward Said vakasını hatırlayarak soralım: Entelektüelin eli gerekirse taş da tutar mı?

‘Siyasi’ bir kriz anlatısı

Eylembilim de diğer bütün Oğuz Atay hikâyeleri gibi, bir ‘kriz’ anlatısı: Bir kriz ânı gelir ve karakterin hayatı altüst olur. Olağan (genelde burjuva) bir hayat bir krizle (genelde bir varoluş krizi) altüst olur ve anlatıcı-kişi içindeki şeytanları açığa çıkardığı demonik ve özgürleştirici bir dönüşümden geçer. Ortalama ve sıkıntılı hayattan, radikal ve tehlikeli (bkz. Tehlikeli Oyunlar) hayata geçiş. Modern dönüşüm belki de. Karakterler genelde kendilerini durduramadıkları manik bir ‘ruh ve fikir’ düzensizliğine kapılırlar. Bir şeylerin kırılmak üzere olduğu dönüşüm öncesi puslu hava yerini fırtınaya bırakır, ya da patlamaya. Bu manik patlamalar, kafayı ve düşünceleri durduramamalar birçok Oğuz Atay karakterinin ortak özelliğidir. Bilinç akışı değil, ‘bilinç patlaması’ demeyi tercih ettiğim Oğuz Atay üslubunda etkili olan şey de budur herhalde: Basınç altında tutulmuş düşünce parçalarının infilak edip, ‘manik’ bir patlamayla hayatı ele geçirmesi ve tanınmaz hale getirmesi. Bu patlamadan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz, edebiyat dahil. Edebiyat da dağılır, karakterin ‘manik’ hali yazıyı da ele geçirir. Bu nedenle Oğuz Atay edebiyatı için ‘manik edebiyat’ da denebilir.

Eylembilim böyle bir patlamayı ve ‘mani’ halini yaşayan bir matematik profesörünün, Server Dişbudak’ın krizli hikâyesini anlatıyor. “Kendimde bir gariplik seziyordum, aklıma gelen şeyleri durdurmaya gücüm yetmiyordu” diyerek yaklaşan patlamayı haber veriyor anlatıcı. Ama daha önceki bütün Atay kitaplarından farklı olarak, olayların devamında karakterin zihinsel çalkantılarından (varoluşsal çalkantı diyelim; zamansız, mekânsız) çok sosyolojik ve politik çalkantılar öne çıkıyor; aslında öne de çıkmıyor, kapıya dayanıyor. Artık karakterimiz bir monolog halinde değil: Sosyolojik ve politik varlığıyla (ya da ‘toplumsal bedeni’ diyelim) çok daha somut bir etkileşim halindedir. Sadece ‘iç-çatışma’ değil, bir ‘dış-çatışma’ da yaşar. Ve geçirdiği kriz sonucunda hayalî intikamlar alan bir ‘demon’a değil, bir eylemciye dönüşür.

Yine diğer Oğuz Atay kitaplarından farklı olarak, Eylembilim’de zaman ve mekân belirgindir, ‘herhangi bir yer’de geçen bir varoluş hikâyesi değil, daha belirgin bir yer ve ‘zeitgeist’ içinde geçen bir siyasi hikâye. 12 Mart 1971 öncesi, üniversite, eylemler, işgaller, forumlar, hayatını kaybeden devrimciler, öfke, ayaklanma, vs… Daha önceki Atay kitaplarına ironinin hafifleştirici mercekleriyle giren tarih, siyaset ve sosyoloji, bu anlatıya ironisiz, doğrudan, belki de ‘ön kapıdan’ giriş yapmıştır. Daha yakın, daha mesafesiz, daha ‘yüz yüze,’ politika ve tarihin ağırlığını daha belirgin bir biçimde taşıyan bir tonu var kitabın. Bu da aslında Oğuz Atay’aTutunamayanlar ilk çıktığında yöneltilen apolitik olma suçlamasına bir cevap teşkil ediyor. Daha önce Oğuz Atay hayalî örgütler, hayalî çeteler ya da hayalî intikamlar tasarlayarak (Tutunamayanlar’da kurulan hayalî ‘yıkım çetesini’ hatırlayın) ‘reel-politik’in anlatıya hâkim olmasına izin vermemişti. Yazı her ne kadar siyasi olsa da ‘edebi’ bir özerklik alanı kuruyordu: Meselesini dış dünyayla değil, edebiyat içi bir tartışmayla (metinler-arası denen şey) sürdüren bir özerklik alanı. Oğuz Atay’ın edebiyatına politika hep yan kapıdan girmiştir, varsa öyle bir kapı. Ama bu kitapla beraber, Atay’ın mesafeli bir bakışla tasvir ettiği sosyoloji ve tarih, o mesafeyi imkânsız kılacak kadar kapıya dayanmıştır, ön kapıya. Bu benzetmeyi sürdürecek olursak şöyle de diyebiliriz: Bir edebiyatçı olarak da Oğuz Atay, kültür ve tarihin (metinler-arası) sığınaklarından çıkmış, kapısına dayanan bu şiddetli sosyolojiyle daha ‘şimdi ve burada’ bir karşılaşma yaşamıştır. O yüzden Eylembilim daha yüzünüze yakın, mekân ve zamanla bağları daha belirgin bir kitap.

Pankart ve yazı

Hatırlarsınız, Tutunamayanlar’da Selim Işık, “Ne Yapmalı” adlı bir bölümde, dönemin hararetli siyasi tartışmalarını biraz ironik ifadelerle yansıtır. Dahil değil, gözlemci gibidir. Bir ‘meta-anlatı’ kurar bu tartışmalar üzerinden. Ama burada, bu kitapta, “ne yapmalı” sorusu bir pankarta dönüşmüş, anlatıcının üzerine gelmektedir. Artık ‘eylem’ ertelenebilir bir şey değildir. Ve ironik mesafesi ortadan kalkan anlatıcı, pankartlara dair mesafeli bir gözlem yapmaktansa kendi pankartını açar, kendinden büyük bir pankartın parçası olur. Önceki Oğuz Atay kitaplarında yazarın kendini silmesi, belirsizleşmesi onu edebiyat tarihine göndermelerle dolu bir alana atıyordu: Joyce, Kafka, Wilde, Gorki, Beckett, Nietzsche ve buralardan Halit Ziya, Peyami Safa ve Tanpınar gibi ‘modernist’ yazarlar bu alanda cirit atar ve aslında yazarın sesi bu sesler arasında tanınmaz hale gelir.

Eylembilim’de ise, bütün ses kaymalarına rağmen daha yekpare, daha takip edilebilir bir yazar sesi var. Tam olarak nasıl ifade edeceğimi bilmesem de, Eylembilim’de Atay’ın üslubuna daha ‘eylemci’, belki de daha ajit-prop bir ton hâkim. Eylemci ve ajit-prop benzetmelerini iyi anlamda kullanıyorum, hatta bizim edebiyatta böyle bir tonun eksik olduğunu düşünüyorum. Yaşanan şiddetleri (darbeler, baskılar, işkenceler, vs.) gören ama bu şiddetler karşısında okuyanı harekete de geçiren bir ton. En son Latife Tekin’in iki romanında biraz ‘ajit-prop’ bir dil vardı. Neredeyse ütopik bir tonu sürdüren, daha keskin bir ton, belki de bir pankart-yazı hali.[1]

Oğuz Atay’ı bir ‘pankart’ taşırken hayal etmek pek kolay değil. Her ne kadar ‘70’leri, siyaseti, devrimcilerin hareketlerini uzun uzun anlatsa da ve Tutunamayanlar bir yandan siyasi tutunamayanlar hikâyesi gibi okunabilecek de olsa, pankart-cümleler bulamazsınız Atay’da. İroni, karmaşa ve metinler-arasılık, tür-patlaması, yazarın iflası gibi, Atay’ı Atay yapan bütün bu özellikler Atay’ı pankarttan uzak tutar. Ama Eylembilim’deki bu yeni ton insana şunu düşündürüyor: Belki de asıl mesele, edebi radikalliği, yazı-devrimini yaparken, bir yandan da müthiş bir ciddiyetle politik cümleler de kurabilmektir. Eylembilim bu ‘pankart’ hissini taşıyor, edebiyatın o şahane de olabilen bulanık alanı pankartların üzerinde yazanları eritmiyor. Bir adım geri çekilip ya da yazının alanının bir adım ötesine geçip bir ‘politik-cümle’ ya da sahne bırakmak, sadece naif bir propaganda edebiyatının işi olamaz. Yazınsal radikallik, siyasi radikalizmle de buluşabilir, neden olmasın… Bu açıdan Eylembilim’i Sevgi Soysal’ın Yürümek’i, Latife Tekin’in Gece Dersleri ve Bilge Karasu’nun Gece’siyle birlikte okumak ilginç olacaktır. Açık söyleyelim: Bu ve benzeri kitaplar edebi avangardla siyasi avangardı birleştirmişlerdir. Ve o eski “edebiyat mı, siyaset mi” tartışması kapanmıştır. Tıpkı bir dönem Gülsün Karamustafa gibi sanatçıların ‘68’de Paris’teki “Atelier Populair’i örnek alarak, ‘avangard’ bir hisle politik afişler tasarlamaları ve bunları 1 Mayıs için kullanmaları gibi,[2] bir dönem yazarlar da kendi metinlerini birer afişe ve pankarta çevirmekten hiç imtina etmemiştir. Eylembilim yazının bu politik görevini müthiş bir zarafetle icra ediyor. Gürültü çıkarıyor, provoke ediyor ve eyleme teşvik ediyor. Genelde karakterlerin ‘kafalarında’ cereyan eden ve aslında gerçekleşip gerçekleşmediği kesin olmayan bazı ‘düşünce olayları’ burada yerini bildiğimiz ‘siyasi olaylara’ bırakıyor.

Siyasi bir alter-ego

Eylembilim’in yapısına biraz yakından bakalım. Oğuz Atay bu kriz anlatısını yine bir alter-ego hikâyesi kurarak anlatıyor. Selim-Turgut, Turgut-Olric çiftleri gibi burada da Server’in düzenini altüst eden, onu bir dönüşüme sevk eden bir karakter var. Geçmişten gelen, ‘devrimci’ bir karakter: Murat İkinci. Bu gençlik rüzgârı gelip bugünü ele geçirir. Murat bazı devrimci olaylara karıştığı için tutuklanmış ve uzunca bir süre hapishanede kalmıştır. Ve şimdi geçmişten çıkıp üniversitede Server’in öğrencisi olur: Afla dönen bir eski devrimci:

“Üniversite arkadaşım Murat İkinci’ydi bu. Bazı olaylara karıştığı için yıllarca önce, yani biz üniversite birdeyken fakülteden çıkarılan 404 Murat İkinci…”

Geçmişten gelen bu karakter geçmişi bugüne taşıyacaktır, karakterimiz de bir hatırlama yolculuğuna çıkacaktır:

“Kimse bilmese de, ben geçmişi olan bir insandım.”

Server Gözbudak’ın hissettiği huzursuzluk ve düzensizlik, Murat’ın gelmesiyle beraber bir siyasi-bilince dönüşür. Kendi ‘küçük-burjuva’ hayatına sığmadığını hisseden Server Hoca, dünyaya açılmanın bir yolu olarak ‘eylemlere’ dahil olmaya başlar. Siyaset metne önce sıralardaki yazılar üzerinden girer:

“Sıranın tahtasını bir örümcek gibi kaplayan formüllere baktım: Bazılarının üzerine daha koyu ve kalın yazılar yazılmıştı: Devrimci ya da karşı devrimci |–yani bir bakıma kendi açısından devrimci– çözümler, tutucu matematik formüllerini ezip geçmişti. Tek yol devrimdi, hayır İslamdı, hayır milliyetçilikti. Kopya formüllerinde büyük bir uyum içinde sıraların üzerini süsleyen öğrenciler ülkenin kurtuluşuna çıkan yollar bakımından derin anlaşmazlıklar içindeydiler. Hepsi çok ciddi, hepsi asık suratlıydı bu yazılarda. Karşılıklı tehditler de eksik değildi.”

Server için belki de bu ‘asık-suratlı-ciddiyet’i hatırlama zamanıdır: Modernist bir ciddiyet. Sadece kendi küçük hayatında değil, dünyanın büyük gidişatında söz sahibi olma isteği. Dünyayı değiştirmeye talip olmak, ideolojiyi görmek ve içeriden değiştirmek. Küçük-burjuva aydının küçük, boğucu ve atomize ‘ev hayatı’nın karşısına çıkan bir dünya-hayatı tahayyülü. Metnin bir yerinde Server ‘evi’ için şöyle diyor: “Ev bir rahatsızlıktı benim için.” Diğer bütün Oğuz Atay karakterleri gibi, Server için de ev bir kapatma aygıtıdır; dışarı çıkma isteği, evi terk etme isteği varoluşsal ve politik bir hamledir. Latife Tekin’in enternasyonal bir örgütü anlattığı Sürüklenme’de bahsi geçen ‘içeri girmeme manifestosu’nu hatırlayalım: “İçeride gidilecek yer yok, tüm yollar dışarıdadır.” Server için de artık ‘tek yol’ kendini dışarı, dışarıdaki cereyanlara bırakmaktır. Geçmişten gelen ‘siyasi-alter-ego’nun ona gizlice fısıldadığı şey budur.

“Meçhul Öğrenci Anıtı”

Eylembilim’in üzerine kurulu olduğu temel ‘olay’ üniversitede öldürülen bir devrimci öğrenci için yapılan gösteriler: Bu gösterilerde üniversite işgal edilir, forumlar başlar ve öğrenciler ‘radikal’ taleplerini dile getirirler: Öldürülen öğrenci üniversitenin bahçesine gömülmelidir: “Onu bahçeye gömelim arkadaşlar! Bahçedeki heykelin altına gömelim!” Devrimci öğrenci böylece ‘meçhul’ bir öğrenci olmayacak, anısı yaşayacak, bir iade-i itibar gerçekleşecektir. Öğrencilerin eylemi metindeki eylem hissini gitgide artırır:

“Bütün gözler bize çevrilmişti. (Bir olay yaşanıyordu, bu nedenle ben de ‘olayların dili’ ile düşünüyordum.) Bir eyleme doğru gidiliyordu ve en ön sırada oturan ‘bilim’, ‘eylem’ tarafından kuşatılmıştı.”

Kitabın temel mevzusu işte bu kuşatılma halidir. Kendini gitgide bu eylemlerin cazibesine kaptıran Server Hoca da artık bir ‘eylembilimci’ye dönüşür ve eylemlere bizzat katılır: “Koridorlardan gürültüler geliyordu. Galiba bütün ümidimiz bu uğultulardaydı.” Bu olaylar esnasında Atay neredeyse bir filmci gibi davranıyor, koridorda gezen bir kamera, bütün hareketi ve hararetiyle öğrenci forumunu anlatıyor. Yazar kendini silmiş, dışarıyı aktaran bir yazı-göz olmaya karar vermiş gibidir. Bu sahneler bir Godard filminden de çıkmış olabilirdi: Godard’da görülen, o insanın yüzüne doğru konuşan hal, araya giren pankartlar, sloganlar, devrimci bir karmaşa…

Artık bir eylemciye dönüşmüş olan Server Hoca öğrenci anıtının dikilmesini savunurken, Türkiye’deki politik-şiddet tarihini müthiş bir berraklıkla anlatıyor. Devletlerin ‘ölüm’ üzerinden kurduğu politikalar, nekropolitika, faili meçhuller ve onurlu bir şekilde gömülme hakkı:

“Elbette öldürülen genç bahçeye gömülmeliydi. Bu bütün üniversite, bütün Türkiye adına böyle pusu kuran saldırganlara bir ders olacaktı. Hatta bunu önce biz, hocalar düşünmeliydik. Tanzimat’tan beri iktidardaki ya da iktidara gelmek isteyen çeşitli topluluklar kenarlarda, köşelerde nice insan öldürtmüştü. İmparatorluk döneminde bile bu cinayetlere daha sert tepkiler olmuştu. Biz, özgürlüğün olduğu ileri sürülen bir dönemde, kimden korkuyorduk.”

Tarihe (Tanzimat, imparatorluk günleri, modern cumhuriyet krizleri, vs.) genelde daha ironik bir geri dönüş yapan Atay’ın bu sefer ironisiz, daha yüzleşmeci bir geri dönüş yaptığını görüyoruz. Belki de, bahsettiğim radikal-yazı ile radikal politika birleşimi, böyle ‘ayıltıcı’ ciddiyetle pasajların metne dahil olmasıyla mümkün olabilir. Godard’ın araya soktuğu eylem görüntüleri ya da siyasi nutuklar ya da pankartlar gibi.

Edebi olarak söyleyeyim: Joyce ve Kafka iyidir ama Gorki ve Nâzım’ı unutmamak gerekir. EylembilimKafka’yla proletaryayı, Joyce’la eylemcileri birleştirme çabası olarak da görülebilir. Atay, malumunuz, ömrü yetseydi “Türkiye’nin Ruhu” adlı dev bir roman yazmak istiyordu. Günlük’te şöyle not düşmüş bu tasarısı için:

“Kitap üç bölümden –her biri ayrı bir kitap olmak üzere– oluşabilir. Bu bölümlere şimdilik Devlet, Toplum ve İnsan adları verilebilir.”

Eylembilim eğer yaşasaydı Atay’ın edebiyatının gideceği yere dair ipuçları veriyor: Devlet, iktidar, ideoloji, özne, toplum gibi majör mevzular üzerine daha ‘aciliyetle’ düşünen, belki de daha ‘angaje’ bir edebiyat. Atay’ın Günlük’te Eylembilim’in hazırlıklarından bahsederken Fanon ve Lukács gibi isimlere dair de notlar düşmüş olması rastlantı olmasa gerek.

 

NOTLAR: 


[1] Latife Tekin’in son iki kitabının yazınsal-politik gücü üzerine K24'te bir yazı da yazmıştım. 

[2] Bu hikâyeyi Gülsün Karamustafa’nın ağzından dinlemek için bkz. Kültigin Kağan Akbulut, "Gülsün Karamustafa ironik 1 Mayıs afişlerinin hikayesini anlatıyor", Argonotlar.com