"Andığım üç yazarın yapıtlarındaki ortak konu, sakat birer genç kadın olan anlatıcıların diğer insanlarla ilişkilerinde olup bitenlerdir. Anlatıcılar bu ilişkileri herhangi bir genelleme üzerinden değil, temsil ettikleri genç kadının özgül deneyimleri üzerinden, onun bakış açısıyla ortaya koyuyor, ne eksik ne fazla."
23 Mayıs 2022 07:01
Ocak 2022 tarihli Bayan Yanı dergisinin 17. sayfasının bir köşesinde kısacık bir ben-anlatı vardı, kısa sürmüş bir flörtün öyküsü. Başlık: “Serebral Palsi’yi Bilir [m]isin Çocuğum?” İmza: Damla Orhan. Serebral palsi (SP), istemsiz hareketlere ve kasılmalara neden olabilen bir nörolojik durumun adı. Metnin anlatıcısı, serebral palsili bir genç kadın. Flört, bir çetleşme ortamında başlıyor, yüz yüze ilk karşılaşmada sona eriyor.
Yazı bende Nazmiye Güçlü’nün 2004 yılında yayımlanan Araba Aldım Kadın Oldum adlı kitabını çağrıştırdı.[1] Buradaki anlatıcı SP’li değil, bir bacağı sakat olan bir genç kadındır. Damla Orhan’ın metniyle aralarında sakatlığın yanı sıra belirleyici sayılabilecek bir diğer ortak özellik, anlatıya egemen olan ve bizde hemen bir zihinsel sıçrama, ufuk genişlemesi ve canlılık yaratan o has ironidir. Okumuş olanlar hatırlayacaktır, enerjik bir dille yazılmış, anı-öyküler de denebilecek bir “denemeler” kitabıdır Güçlü’nünki; dışa dönüklüğü ve popülere yönelen mizah duygusuyla hayli “sosyal” nitelikli bir metindir. Fikir verebilecek bir alıntı:
“‘Topal!’ diye seslenince birisi, dönüp ‘Efendim?’ dedim. Çok şaşırdı. Ben de güldüm.
Bir zamanlar gülemezdim ‘Topal!’ dediklerinde... Gülebilmemi çay sevdama borçlu olduğumu hatırladım birden.
Üniversiteyi bitirmiş, Kimya Mühendisi olmuştum. Ama güzel İstanbul’umuzda sakat bir mühendisi işe alacak patron bulamadığım için pazarlamacılığa başlamıştım. Klasikler, Nobel ödülü almış kitaplar, çocuk kitapları satıyordum. (...)” (s. 57)
Damla Orhan’ın yazısı aynı anda, –oyuncu olmayan– Pınar Deniz’in henüz yayımlanmamış, yayınevi bekleyen anı-romanı Denize Dökülen’ini çağrıştırdı bende. Buradaki anlatıcı da Damla Orhan’ın öyküsündeki gibi serebral palsili bir genç kadındır. O öykü ne kadar çarpıcı ve bir anlamda “anlık”sa, Pınar Deniz’in anı-romanı da o ölçüde derin ve derinleşen, açık deniz gemileri gibi aralıksız bir mücadele içinde gel-gitlerle yol alan ve neredeyse bir pembe roman örgüsü içinde, gerçek anlamıyla hayat felsefesi yapan bir romandır. Tadımlık bir alıntı:
“İş birlikte dışarıda, tanımadığımız insanlar arasında olmaya geldiğindeyse durum biraz zorlaşıyordu. Bulunduğunuz her ortamı seçemezsiniz, eğer dışarıya çıkmayı seçtiyseniz oranın kimyasıyla karşılaşmayı da göze almanız gerekir, çünkü sizden bağımsız olarak oluşmuş o insan topluluğunun kimyasını, niteliğini değiştirme şansınız yoktur. Değişim için pek çok şeyin bir arada gerçekleşmesi gerekir ve çoğu zaman bir insan kitlesiyle zıtlaşmanın, değişsinler diye zorlamanın faydası olmaz. Değişim içeriden gelmediği sürece askıda kalır. Belki aradan birilerinin beğendiği, bir özelliğini takdir ettiği bir şapka gibi orada, başkalarının giydiği şey olarak kalır.”
Güçlü’nün kitabını okuduğumda çok beğenmiş ve epey tezahürat yapmıştım. Hayal bu ya, öneminin hemen anlaşılacağını, kitabın çoksatar olacağını, diğer dillere çevrileceğini düşünüyordum. Başlangıçta epey ilgi de görmüş gibiydi. Oysa şimdi bakıyorum, aradan on sekiz yıl geçmiş, eğer bir yerde bir yanlışlık yoksa ve kitap korsanlara kurban gitmediyse, hâlâ ilk baskıda görünüyor. Bizim bir gelgeç hevesler toplumu olduğumuz, ayrıca bir hız çağında yaşadığımız doğrudur. Buna Güçlü’nün bir süre sonra ortalıkta görünmez olması da eklenirse, ilginin kısa sürmesine şaşmamak gerekir, ne de olsa kırk yıldır bazı yazarlar da tıpkı film yıldızları gibi gündemde kalabilmek için menajerlerle çalışıyor, yüzleri yazılarının önüne geçiyor. Diyeceğim, bu çok olaylı toplumda fikri takip hiç kolay değil... Sonuçta ben de çok beğendiğim bu kitabı yeniden anmak için güçlü bir çağrışıma, ufukta aynı değerde başka metinlerin belirmesine ihtiyaç duymuşum işte. Bu arada Araba Aldım Kadın Oldum’la ilgili fikrim değişmiş değil, hâlâ o anlatının yeniden basılıp çokça okunmayı hak ettiği, çünkü zamanlar dışı bir yapıt olduğu kanısındayım, tıpkı şimdi Pınar Deniz’in anlatısının da dönemin bütün hâl-i pür melâline rağmen yayınevi ve okur bulmakta zorlanmaması gerektiğini düşündüğüm gibi.
Çokboyutlu bir gereklilik bu. Yalnızca içeriklerindeki yaşam felsefesi bakımından değil, aynı zamanda ve özellikle, anlatımlarından da kaynaklanan bir gereklilik. Her üç yapıtın ortak özelliklerinin başında, birer ben-anlatı olmaları geliyor.
“Ben-anlatı” kavramı öteden beri daha çok şiirin ve edebiyatın konusu oldu. Şiir alanı başlı başına bir mesele, burada girmek gerekmiyor. Genel olarak edebiyatta ise “ben-anlatı” bir özyaşamöyküsellik belirtisi sayılageldi ve kavramla ilgili yaygın soru, bu tür anlatılarda kimin konuştuğu oldu: yazarın kendisi mi, yoksa kurmaca kişi mi? Birinci şık, edebiyat dışına ait bir metne işarettir, ikincisi ise edebiyata dahil, çoğu kez “anı-roman, anı-öykü” gibi adlarla anılan kurmaca metinlere işaret. Gelgelelim, bu ikisi arasındaki sınır bazen belirsizleşmekte, kurmacanın nerede başlayıp nerede bittiği bilinemez hâle gelmektedir. Okurlar her ben-anlatıyı yazarın kendi yaşamöyküsü saymak eğilimini gösterdiği gibi, yazarlar da bu eğilimi güçlendirecek bir biçimde, yazdıklarının bir ölçüde kendi yaşamöykülerini içerdiğini söyleyebilmektedirler. Kanımca bu bapta belirleyici olan, ilgili metnin yazara ait özyaşamöykü verileri içerip içermemesi değil, kurmaca olarak sunulmuş olup olmamasıdır ve sorunun yanıtı genellikle yazarın, dolayısıyla yayıncının metne göze çarpar bir biçimde eklediği ‘öykü, roman, anı-roman, oyun, şiir, senaryo’, vb. sıfatlardan biriyle verilmiş olur. Nazmiye Güçlü’nün Araba Aldım Kadın Oldum’unun kapağında “Denemeler” dendiğine göre bizim de yapıtı değerlendirirken oradan yola çıkmamız gerekir. Ancak, sunulan denemelerin niteliğini belirtmek için “bir tür anı-öykü” diye eklememiz de meşrudur.
Her durumda “ben-anlatı” kipinin olgusal gerçekliğe en çok sadık kalmasını beklediğimiz disiplinler dahil her disiplinden okur için önem taşımaya başladığı söylenebilir. Konuyu çokboyutlu olarak ele alan bir çalışma için, Cemal Kafadar’ın Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken adlı kitabına,[2] özellikle de kitabın “Birinci Ağızdan Anlatılar” başlıklı bölümüne bakılmalı. Hakikat arayışımızda birkaç farklı açıdan bakışa ihtiyaç olduğu doğruysa, bu bakışların ilk sıralarında ben-anlatıların gitgide daha fazla yer almaya başladığı açık.
İçerik düzlemine dönersek, andığım üç yazarın yapıtlarındaki ortak konu, sakat birer genç kadın olan anlatıcıların diğer insanlarla ilişkilerinde olup bitenlerdir. Anlatıcılar bu ilişkileri herhangi bir genelleme üzerinden değil, temsil ettikleri genç kadının özgül deneyimleri üzerinden, onun bakış açısıyla ortaya koyuyor, ne eksik ne fazla. Bir hatiplik ya da muhataplık konumunda değiller, doğruca kendi gerçekliklerini, kendi gördükleri gibi dile getiriyorlar. Anı-öykü ve anı-roman demeyi seçmemin nedeni de bu. Bir problemi içeriden yaşayan, düşünen ve eyleyen insanlar olarak konuşuyor ve yaşanan karşılaşmalardaki gerçekliği önümüze seriyorlar. Böylelikle, amaçlamış olsunlar ya da olmasınlar, “problem”i “dışarda” bırakan bir bakışın durumu ve problemleri üstüne düşünce üretimini özendirmiş oluyorlar. Okumakta olduğunuz yazı o özendirmenin bir sonucu.
Sanıyorum, bizim toplumun bireyleri olarak kendi zihnimize ve deneyimlerimize baktığımızda sökün edebilecek ilk soru, bu tür karşılaşmalara ne ölçüde hazır olduğumuzdur. Mevcut eğitim sistemi bu konuda herhangi bir zihin açıklığı sağlamadığı gibi, kamusal çevre de başta ayrımcılık olmak üzere akla gelebilecek her tür dışlama için elinden geleni yapmaktadır: Sokakta, sinemada, “orda burda” ne işleri vardır “onlar”ın, otursunlardır evlerinde, huzur bozmasınlardır, vb. Böylelikle tam bir kısır döngü oluşur: Karşılaşma olmadıkça hesaba katmalar da zorlaşır. Dışlama eğilimi yayılır, her alanı kapsar ve giderek “beden dili” kavramını da içine alır. Meselenin bam teli de bence tam buradadır.
Ana akım medyada, erişkinler için popüler psikoloji tarafından hazırlanmış “beden dili” rehberleri hiç kıt değildir. Karşımızdakinin hareketlerini, jest ve mimiklerini nasıl yorumlayacağımızı en indirgenmiş biçimiyle birkaç maddede “açıklar” bu kaynaklar. Bacak bacak üstüne atmak ne anlama gelir, kollarını kavuşturmanın psikolojik açıklaması nedir, elini burnuna götüren kişi o an yalan mı söylemektedir, vb. Bazı örneklerde, karşımızdaki insanı kazanmak için nasıl davranmamız gerektiği de anlatılır. Gözünün içine bakmalı mıyız, nasıl ve ne zaman bakmalıyız, onu dikkatle dinlediğimizi nasıl belli ederiz, vb. Gelgelelim, bu reçetelerde genellikle sakatlık gerçeğine ilişkin bir hazırlık bulunmaz. Son dönemlerde yaygınlaşan “Beden dili ve edebiyatı” kavramı, “sakat” denen bedenleri kapsamaz. Çocukluğumuzdan beri yakın çevremizde kör biri olmadıysa, görmeyen bir insanla konuşma bilgimiz de yok demektir. Bocalarız. Belki en zorlayıcı durumlardan biri SP’li insanlarla olan karşılaşmamızdır. Hazırlıksız biri için SP’linin hareketleri, jestleri ve mimikleri genellikle okunaksızdır. Bilmediğimiz ya da az bildiğimiz bir dille karşılaşmış gibiyizdir. İlk karşılaşmada yaşanan, bir tür “dil şoku”dur, tıpkı Damla Orhan’ın nefis kısa öyküsünde Ramazan’ın uğradığı şok gibi. Bir yanıyla, Picasso’nun kübist tablolarıyla ilk kez karşılaşanın geçirdiği şok gibi. Sanat aslında kendi çoklu dil devrimini yüz yıl önce başlatmıştı. Andığım metinlerin gücü işte o devrimlerin katkısıyla birleşiyor zihnimde.
•
NOTLAR:
[1] Nazmiye Güçlü, Araba Aldım Kadın Aldım, Nokta Yay., 2004. Yazarın daha başka yazıları için bkz.
[2] Cemal Kafadar, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, Metis Yay., 2007. Ve konuyla ilgili bir yazı için: Selim Karahasanoğlu, “Ben-Anlatıları”, Tarih Bilimi ve Metodolojisi, ed. Mehmet Yaşar Ertaş, İdeal Kültür Yay., 2019, s. 280-285.
GİRİŞ RESMİ:
Nazmiye Güçlü (Pazartesi dergisinden)