Amerikalı romancı James Salter 19 Haziran 2015 günü 90 yaşında öldü ve ben şimdiye kadar hiçbir kitabını okumadım...
25 Haziran 2015 15:00
Amerikalı romancı James Salter 19 Haziran 2015 günü 90 yaşında öldü ve ben şimdiye kadar hiçbir kitabını okumadım. Başka pek çok yazarı okumam için çok daha azı (bir övücü söz, bir güzel kitap adı, hatta sadece etkileyici bir kapak) yetebildiği halde, o kadar övülmüş (“İstese, tek bir cümleyle kalbinizi kırabilir...” –Michael Dirda) ve sevdiğim yazarların (Richard Ford, Geoff Dyer) hayranlığını kazanmış Salter’ın hiçbir kitabına elim uzanmadı, uzanamadı. Dünyanın sonu değil elbette, ama bir pişmanlık hissediyorum. Şimdi, rastgeldiğim her övgü dolu “vefat” yazısıyla kendimi biraz daha ziyaret etmeyi erteleyip durduğu dedesi küt diye ölüvermiş vefasız torun gibi hissederken de, pişmanlığın telaşıyla kendimi açıklamak, sebeplerimi, mazeretlerimi, hatırladıklarımı ve bir okuyucu olarak başıma gelen talihsizlikleri sıralamak istiyorum:
James Salter’ı okumamak da “James Salter okuyuculuğu”nun bir parçasıymış gibi hissettim galiba hep. Şöyle ifade edersem daha iyi anlaşılabilecek bir saçmalıktan söz ediyorum: James Salter’ı okumuş olanların (hatta galiba bizzat Salter’ın kendisinin de) bir türlü anlayamadıkları şey, onun gibi çok iyi bir yazarın bu kadar az okuyucu ilgisi görmesi, her yeni kitabıyla hatırlanıp alkışlanması ama sonra yine hemen unutulur gibi olması, az çok yaşıtı diğer beyaz-erkek-Amerikalı-“büyük” romancılardan aşağı kalır hiçbir tarafı olmadığı halde bir türlü (o gaddar tüccar kelimesiyle) “tutmamasıydı”. Deneysel kitaplar yazan zorlayıcı bir yazar olsa hadi biraz anlayacaklardı, ama öyle de değildi. Salter’ın yazdıkları az çok klasik teknikte, hikâyeye dayalı, Zadie Smith’in “lirik gerçekçi” dediği kitaplardandı –üstelik o kitapların, hemen herkesin hemfikir olduğu üzere, en iyilerinden. Ama Salter’ın uğradığı bir haksızlık ya da başına gelmiş bir talihsizlik olarak “okunmamak” o kadar fazla tekrarlandı ki, zamanla şöhretinin bir parçası halini aldı. İçimdeki “okumuş kadar olma” rehavetinin kısmen böyle bir şeyle ilgili olduğunu hissediyorum.
Bu rehavetin bir okuyucunun kafasında fiilen okumanın yerini almaya başlaması, küçük çaplı bir felakettir: Yazarların okuyucuların hayal ve hatıralarında sürdükleri “gıyabi hayat”ı kısaltır, fakirleştirir, soldurur, önemsizleştirir. Hem aslında James Salter’ı okumuş kadar olmuş filan da değildim. Biri Salter hakkında bildiklerimi anlatmamı istese şu üç kelimeyi kekelemekten fazlasını yapamayacaktım: Romancı, Amerikalı, pilot. (Kore Savaşı’nda pilotluk yaptığını biliyordum.) Belki sorunun bir kısmı da kafamdaki bu eski usul ve kaba saba sınıflandırma sisteminden kaynaklanıyordu: Salter’ın sadece isimlerini bildiğim kitapları, hayali kütüphanemin Romancılar katında, Amerikalılar kısmında, pilot rafında, yapayalnız bekliyorlardı. Bildiğim öbür pilot-yazar, Saint-Exupéry bile yanında değildi, çünkü yazarları birbirleriyle yakınlıklarına göre değil, babadan kalma bir kolaycılıkla “uyruklarına” göre ayırıyor, birbirinden habersiz yaşayan ve her birinin farklı renk ve desende birer flaması olan küçük kabileler gibi görüyordum. En büyük kabilelerden birine (Amerikalı romancılar) dahil olması okunma şansını artırıyor gibi görünse de, o garip, tam ne yapacağımı bilemediğim “pilotluk” meselesi Salter’ı ilgi alanımdan çıkarıp duruyordu.
Talihsizlik 1: Elinde bir Salter kitabı gördüğüm ilk ve son kanlı canlı tanıdığım, kitaplar konusunda ağız tadına hiç güvenmediğim bir üniversite arkadaşımdı. Bir yere gitmek üzere buluşacaktık, beni beklerken okuyordu, ortalarındaydı, dalıp gitmişti (küf yeşili kapağını çok iyi hatırladığım hatıra kitabı Burning the Days [Günleri Yakmak]). Beni fark edince paçavraya dönmüş kitabı çantasına atıp kalktı, başka şeylerden konuşmaya başladık.
Bir dönem James Salter adını her duyduğumda gözümün önüne James Caan geldi (Vito Corleone’nin ilk Baba filminde ölen kabarık saçlı büyük oğlu Sonny). TRT’yle büyümüş olmanın etkisiydi belki; bir sürü Hollywood oyuncusunun yüzü (Türk dublajcılarının sesleriyle beraber) hafızama çıkmamacasına kazılıydı ve Salter’ın yüzüyle Caan’ın çok iyi tanıdığım yüzünden çok daha sonra karşılaşmıştım. İşin içinde bir sezgi var mıydı, James Caan’ın hakkında fazla bir şey söyleyemeyeceğim oyunculuğuyla James Salter’ın hakkında fazla bir şey söyleyemeyeceğim yazarlığı arasında bir duygu ya da üslup ortaklığı hissetmiş de mi yüzlerini birbirine karıştırmıştım, bilemiyorum.
İstanbul’daki kitapçılarda hiçbir kitabı yoktu.
Bazen “fazla” Amerikalı, “fazla” yerel bir yazar olduğu izlenimine kapılıyordum. Amerikalı okuyucunun bayıla bayıla kendini bulduğu, Amerikalı olmayan okuyucularınsa hiçbir espirisini, hiçbir göndermesini anlamadan okuduğu yazarlardandı sanki. Argoyla, konuşma diliyle, şiveyle yazdığını düşünüyor, zannediyor, varsayıyordum. Halbuki galiba öyle bir yazar değildi.
James Salter’ı okumaya en çok, Charlie Rose’un The Paris Review dergisinin kuruluşunun altmışıncı yıldönümü vesilesiyle yaptığı programın son dakikalarında yaklaştığımı hatırlıyorum. Salter programın konusu değil, sadece konuklarından biriydi (Lorin Stein, Mona Simpson ve John Jeremiah Sullivan’la beraber). Söz sırası geldikçe dergide yayımlanan ilk hikâyelerinden, dergilerin yazarlara aidiyet duygusu veren “yerler” olduğundan ve dostu (The Paris Review’ün kurucularından) George Plimpton’la ilgili hatıralarından bahsediyordu. Yaşlıydı, yorgundu, sakindi ve programın sonlarına doğru, hiç beklemediğim bir anda, Charlie Rose’un biraz da sormuş olmak için sormuş olduğu bir soruya (“Dönüp geçmişe baktığınızda keşke farklı olsaydı dediğiniz bir şey var mı?”) verdiği kısa, tereddütsüz cevapla sanki birkaç saniyeliğine programın konuklarından biri olmaktan çıktı ve konusu oldu. Evet, geçmişe dönebilse farklı yapmak isteyeceği şeyler vardı: “Yazmaya daha erken başlardım. On sene kadar film yazıları yazdım, bunu yapmazdım.” Bu kadar. Kendi hayatının sonlarına yaklaşmış uzun seyrine, hatta “dokusuna” bu kadar soğukkanlı bir şekilde hâkim olabilmesinden, pekâlâ yaşayabilmiş olabileceği öteki, “daha iyi” hayatın pratik formülünü bu kadar rahatça telaffuz edebilmesinden çok etkilenmiştim (programın diğer konukları da etkilenmişti.)
Talihsizlik 2: Belki John Updike’ın kılavuzluğuna gereğinden fazla güvenmiştim. Updike’ın Amerikan edebiyatı tarihinin alacakaranlığında yolumu bulmak için kullandığım havaleli fenerlere benzeyen düzyazı kitaplarına bakılırsa, evet, tabii, James Salter diye biri mevcuttu. Mevcuttu ama pek üzerinde durulacak biri değildi. Bu ciltlerin sonlarındaki onlarca sayfa süren ezici dizinlerde (Nicholson Baker muhteşem kitabı Updike ve Ben’de bu destansı Updike dizinleriyle fal bakar) Salinger vardı, Salter değil.
“Eylül. Bu pırıl pırıl günler hiç bitmeyecek gibi görünüyor. Ağustos’ta neredeyse boş olan şehir şimdi tekrar doluyor. Kalabalıklaşıyor. Bütün lokantalar, dükkânlar tekrar açılıyor. İnsanlar sayfiye yerlerinden, denizden, hıncahınç araba dolu yollarda yaptıkları gezintilerden dönüyorlar. İstasyon tıklım tıklım. Çocuklar var, köpekler, kemerlerle sarılıp sarmalanmış eski püskü bavullarıyla aileler. Aralarından kendime yol açıyorum. Bir tünelin içinden geçmeye benziyor. Nihayet rıhtımın parıltısı içinde buluyorum kendimi, gözüme ışığı çoğaltıyormuş gibi görünen cam levhalardan bir çatının altında.” Salter’ın en ünlü romanı Bir Oyun, Bir Eğlence [A Sport and a Pastime] böyle başlıyor (ismini epigrafından, epigrafını da Kuran’dan, Hadîd suresinin 20. ayetinden alıyormuş: “Bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir gösteriş, aranızda bir övünme, mal ve evlatta bir çokluk yarışından ibarettir”.) 1960’ların başında, Fransa’da, Amerikalı bir adamla Fransız bir kadın arasındaki –nasıl derler– “fırtınalı” aşkı anlatıyormuş. Onları dikizleyen üçüncü birinin gözünden. Yalnız ve kıskanç birinin. Bu sefer okuyacağım.