Syriza hükümetinin Maliye Bakanı Yanis Varufakis’in Küresel Minotauros kitabı, finansal balonların patlayıp darmadağın olduğu karanlıkta yolumuzu kaybettiğimizde, geçmişe dönük bir iz, geleceğe dönük bir işaret fişeği oluyor
25 Haziran 2015 15:00
Türkiye’deki kamuoyu her ne kadar onu Syriza’nın iktidara gelişiyle, Yunanistan’ın Troyka ile yaptığı müzakere ve pazarlıklarla tanıdıysa da, Yanis Varufakis yeni sol iktisadın son dönemlerde dünyada yetiştirdiği önemli düşünürlerinden birisi. Batı ekolleri içerisinde yetişmiş, İngiltere’nin seçkin okullarında Chicago’da ve Avustralya’da uzun yıllar ders vermiş, yazı ve denemeleriyle neoliberal anaakım iktisada asla teslim olmamış, yenilikçi biri, klasik iktisadi ekolün suya sabuna bulaşmaz teknik iktisatçılarından asla değil.
Dünya ve ülkemiz medyası eksantrik kişiliğini, bakanlar kurulu toplantısına girerken kullandığı motosikleti, Tsipras’ı Meclis’te dinlerken yerde oturmasını, bu bölgelerde pek görmeye alışık olmadığımız halini ısrarla ön plana çıkarsa da o aslında, bunların hiç birini öne çıkmak için yapanlardan değil. Yunanistan’ın en zor günlerinde üstlendiği en zor bakanlık onun- artık seyrek de olsa- blog’unda yazmasını, sosyal medyada kendisi hakkında yazan gazetecilere cevap vermesini engellemiyor. O aslında jeneriklerin değil, rakamların ardında yatan siyasal hakikati, küresel adaletsizliği anlatan bir akademisyen ve sosyal bilimci.
Türkiye’de adettendir; iktisatçılar ya “fi tarihinde” pek kimselerin bilmediği karmaşık kitaplar yazmıştır, genelde zamanın ruhunun gerisinde durur. Ya da aynı kişiler uzman- yorumcu olarak, köşelerinde günlük gelişmeleri ve rakamları gün nasıl isterse, egemen akıl nasıl tasvip ederse öyle anlatırlar. Dolayısıyla kritik anlarda iktisat yardıma çağrılma vaadini yerine getiremez, çağrıldığı yere gelmez, gelemez.
Yanis’in son kitabı, her ne kadar dünyadaki arsız borçlanma makinası dev ABD’nin açığını müthiş yalın bir şekilde gösteren Küresel Minotauros Varufakis’in ülkesinin zor pazarlıklarında kendisini ne kadar çağırdığını, nerelerden kalkarak müzakerelere oturduğunu bilemiyoruz. Ama teori, hakikat ve iktisat söz konusu olduğunda tarih, iktisadi kararların belirlenmesinde en önemli yapıtaşlarından birisidir.
Minotauros ile cebelleşmek zor olmasına zor ama, finansallaşmanın ürettiği balonlardan birilerinin cebine her zaman daha fazla giren eşitsiz ve adaletsiz oyunun ardı ardına getirdiği yoksulluk ve eşitsizlik zincirinden usanmamak mümkün değil.
Küresel Minotaurus ve benzeri kitaplar, finansal balonların patlayıp darmadağın olduğu ve bizleri kör ettiği karanlıkta yolumuzu kaybettiğimizde, geçmişe dönük bir iz, geleceğe dönük bir işaret fişeği ve aydınlanmayı sağlayan mum alevi oluyor.
Varufakis de kendi ve benzeri iktisatçıların yaktığı bu mumlardan alıyordur yanına eminim, karanlıklarda müzakereler sonrası yorgun uçaklarda, yapayalnız kaldığında. Ülkesi hükümran ve buyurgan Avrupa’nın yaramaz ve haylaz çocuğu olarak nitelendiğinde, eminim..
Tıpkı deprem araştırmalarında olduğu gibi gelecek iktisadi krizleri anlamanın en kritik hamlesi, geçmiş krizlerin ve dönemsel hareketlerin önemini, benzer akıldışı taşkınlıkların yükselme anlarını ve gerilimlerin yükselme anını bilebilmek, nedenlerini ve sonuçlarını sergileyebilmekten geçiyor. Yükselme anlarının akıldışı taşkınlıkları ile düşüş anlarının batık bilançoları olan hayalet şirketleri ve şehirleri anlamak, tarih denen o akışa iktisadi bir perspektifle bakabilmek bu yüzden çok önemli.
İktisat sadece iktisat değil elbette, çok daha fazlası; iktisat tek başına yeterli de değil. Bu yüzden Piketty, Charles Dickens’i kendi eşitsizlik teorisine tanık olarak çağırıyor, bu yüzden gene Piketty, Pierre Bourdieu’yu ve sosyolojiyi iktisadın önüne ve öncesine yerleştiriyor. Tıpkı Varufakis’in ilk tarihsel borçlanma ve haraç ihtiyacı olarak Girit söylencesi yarı boğa-yarı insan lanetlenmiş Minotauros’u, krizi ve finansallaşmayı anlamak adına Paralaks’ı ve Zizek’i, toplumsal çöküşü anlamak adına İbn-i Haldun’u ve Asabiye teorisini yardıma çağırması gibi.
Hemen hemen hiç bilinmeyen konular üzerine yazan adamın talihsizliği ile talihi birbirine yakın noktalarda durur esasında. Bu yazıda benim durumumu da böyle kabul ediniz: Her şeyi anlatmanın zorluğu, hepsini birden anlatmanın kalabalığı ile. Ama anlatacağız, entelektüel vicdan böyle gerektiriyor. Bu da talih kısmı işte; yazı, bir kitap tanıtım yazısını aşıyor…
Varufakis, sadece Küresel Minotaruos’un yazarı değil, biraz da önceki kitaplarından bahsedelim. 1998’de İktisadi Kurumlar (Temeller), 2004’de ise daha önceden çalıştığını bildiğimiz “Oyun Teorisi” üzerine Shaun Hargreaves- Heap ile birlikte yazdığı kitaplarını analım öncelikle. İlk ilgisi iktisadi oyun teorileri; hatta geçen günlerde kaybettiğimiz ünlü matematikçi John Nash ile yapılmış bir söyleşisi dahi var.
2011’de Joseph Halevi, Nicholas J. Theocarakis ile birlikte yazdıkları ve “Küresel Minotaros” metaforunun ilk kez kullanıldığı Modern Siyasal İktisat ve ardından 2013’te yayımladığı İktisadi Belirsizlik kitabını da şöylece bir geçelim; umarız onlar daha akademik yayınlar tarafından Türkçeye çevrilir.
Varufakis temel paradigmasını dünya tarihindeki sıçrama ve ilerleme anlarının, tarihsel dönüşüm noktalarının esas itibariyle bir kıtlık ve kriz dönemlerinin ardından oluşması üzerinde kurar. Tarım Devrimi de Sanayi Devrimi de kaynakların tükenmesiyle ortaya çıkan aşırı birikimin getirdiği çılgınlıklar sonucu oluşmuştur. Varufakis’e göre; insanlık tarihi Tarım Devrimi’ni de Sanayi Devrimi’ni de bir kıtlık, yoksullaşma ve yoksunlaşma üzerinden oluşan fazlanın aktarımı ile yaşamış ve dönüştürmüştür. Tarih, diyor Varufakis, demokratik bir biçimde akıyor olsaydı bu atılımların da hiçbir olmayacaktı. Bu fazlanın aktarım hem kredi borç ilişkisiyle hem de coğrafi alanlarda oluşan fazlanın bazı eksik kalan bölgelere aktarımından oluşuyordu. Sözü Varufakis’e bırakırsak:
“Fazla aktarım, üretimi piyasa üzerinden örgütleyen her toplumun ayrılmaz bir bileşenidir.
“Feodal dönemde böyle bir şeye gerek yoktu: Köylüler toprağı işliyor ve hasat kaldırıldıktan sonra yetkili kişi ürünün bir kısmını lord adına alıp götürüyordu.
“…./Gelgelim, özellikle arazilerin çitle çevrilmesinden sonra ve köylülerin toprakla bağı koptuğu anda, üretim (çoğunlukla eski çiftçiler olan küçük çaplı kiracı-girişimciler tarafından örgütlenir oldu. Bu kişiler ücretli işçi çalıştırıyor ve toprak için Lorda kira ödüyordu, ama bunları yapabilmek için borç para almak zorundaydılar (çünkü ücretleri önceden vermeleri ve hammadde satın almaları gerekiyordu). Beklentileri ileride elde edecekleri gelirden küçük de olsa kendilerine bir pay kalmasıydı (yani bu gelirler ücret kira ve faiz ödemelerinin toplamından büyük olmalıydı) böylece ani denebilecek bir değişiklikle gelişmiş bir kredi sistemi sayesinde, gelir dağılımı hasattan önce belirlenir oldu.”
Varufakis’in temel ekonomik perspektifini çizdiği bu gelişim; sanayi toplumu ve sonrasında kapitalizmin düzenleyici gücü haline gelen, adına fazla kredi ya da borç diyelim işte bu itici güç vasıtasıyla olagelmiştir. Kapitalizmin sistematik tarihi işte bu fazlanın aktarımı ve geri alımı mekanizmasının eşitsiz tarihidir. Tıpkı büyük sıçrama anları gibi, büyük kriz anları da bu fazlanın aktarımı ve geri alımı üzerindeki eşitsiz ve sürdürülemez zamanlarda doğmuştur.
1929 Büyük Ekonomik Buhran’ından sonra, ABD’de Roosevelt tarafından oluşturulan “new deal” da, Breton Woods da, Soğuk Savaş düzenlemelerinde de bu fazlanın global ölçekte yayılması ve diğer ülkelerin ya kalkınıp sanayileşmesi ve tasarruflarını ABD’ye yönlendirmesi ya da geride kalmış ve demokrasiyle yönetilmeyen ülkelerin bu mekanizma aracılığı ile aşırı borçlandırılmasına yol açmıştır.
Seksenli yılların sonunda özellikle gelişmekte olan ülkelerin borç krizleriyle başlayan krizin nedeni de budur hatta. Bu, öylesine kronikleşmiş bir borçlanma üretmiştir ki, eski Sosyalist ülkelerin yıkılışının ardındaki neden bile buradadır. Ancak o dönemde regülasyonlar ile ABD bankacılık sisteminin nispi kontrolü ve karşılıklılık sayesinde, dünyanın ekonomik ve siyasal hegemonyası geçici de olsa yangınları söndürebiliyordu..
Dünya tarihine baktığımızda, Küresel Hegemon bu fazla mekanizmasını tanzim etmek için her daim bir çıkış yolu buldu. Bunların arasındaki en dramatik ve acımasız çıkışlardan biri, Paul Volcker’in Reagan tarafından göreve getirilmesinin ardından bir anda faizleri arttırıp borçlu ülkeleri büyük bir cendere içine sokan ve iflas ettiren dönemidir. İki kutuplu dünyanın bitişine ve ardından gelen petrol krizine de kaynaklık edecek kritik bir hamledir, bu.
Ancak asıl kritik gelişme, Breton Woods anlaşmasındaki kısıtlayıcı maddelerin kalkması kadar doksanlarda finans kesiminin ve bankacılık kesiminin gevşemesini sağlayan yasalar oldu. Bunlar toksinli birtakım finansal ürün ve kâğıtların sistemin içine iyice yerleşmesine, ince matematiklerle rasyonalize edilmesine ve böylelikle de Amerika’nın büyüyen ticari ve finansal açığını doyurup, kırılmakta olan siyasal hegemonyasını sürdürmesini sağlayan bir finansal genleşmeye yol açtı. Dünyanın herhangi bir bölgesinden ABD’ye akan para, sürekli açık veren ve doyma ihtiyacı bilmeyen bu dev canavar tarafından emilip yeniden ve yeniden toksinli ürünlerle kaldıraçlanıyor ve bu da büyük bir finans ve emlak balonu ile eşitsiz bir dünya yaratıyordu.
Öte yandan, dünyanın her yerinde iştahlı bir neoliberal iktisatçı korosu bu ürünlerin yukarıdan aşağı damlama etkisi ile toplumun her kesimine refah ve servet getireceğini, büyümenin motoru olacağını iddia ediyordu. Oysa ABD’de işgücü neredeyse 1973’lerden beri artmıyor, Wal-Mart gibi alınamayacak ölçülerde devasa ürünleri minimum fiyatlara satan, bu küresel canavarın hizmetkârı şirketlerin şişen kârlarının şıpınişi finansal ürünlere çevrilmeye hazır bir dünya yaratıyordu. Wall-Mart işgücünün tamamen güvencesiz ve güya üretici ile paydaş olunan düşük maliyetlerle iş yapmasının modelini tüm ABD’ye yayıyor, ABD’yi dışarıdan gelen şirketler tarafından da ucuz işgücü ve esnekliğin cenneti haline getiriyordu. Öte yandan tüketici finansmanı gibi masum ürünleri sunmaya başlayan, bir dolu dev şirket de bu finansallaşmadan pay kapmak üzere oyuna katılıyor, daha sonraları global piyasalara kâğıt olarak satılacak inanılmaz finansman teknikleri ile hizmetkârlığa başlıyorlardı.
Tabi ki, damlama etkisi de toplumda hiçbir zenginleşme ve dağılım adaleti getirmiyor, üstelik eşitsizliği daha da arttırıyordu. Sözü gene Varufakis’e bırakırsak: “Birleşmiş Milletler’in dünyadaki yoksulluğu konu alan raporlarına ve diğer kaynaklara bakalım. 2006 tarihli bir rapora göre, 1980 dolaylarında dünyadaki her 100 dolarlık büyümeden en yoksul yüzde 20’nin aldığı tutar 2.20 dolardı. 21 yıl sonra yani 2001’e gelindiğinde, yoksul ülkelerde Wal–Mart gibi çokuluslu şirketlerle bağlantılı üretim ve istihdam önemli derecede artmıştı. Yukarıdaki argümanı savunanlar bu olguyu öne sürmekte: ‘Onlara iş imkânı açtık, istihdamı yükselttik’ diyorlar (ki bunun bazı doğru yanları var). Ama diğer yandan artık biliyoruz ki, dünya ekonomik büyümesinde 100 dolarlık bir artıştan en yoksul yüzde 20’ye cimrice aktarılan, sadece 60 sentten ibaret. Ayrıca, temel ihtiyaç maddelerin fiyatlarındaki orantısız artışı ve IMF’nin (1980’lerde Üçüncü Dünya borç krizi başladığında gündeme gelen) yapısal düzenleme programına uyarak kamu hizmetlerinde gidilen kısıtlamalar da dikkate alınmalıdır. O zaman yoksulluğun pençesindeki insanlar adına sevinilecek pek az şey kalıyor.” (ABÇ, sf. 145)
ABD’nin giderek kendisinin bile denetleyemediği ama hem kendi siyasal ekonomik düzenini hem de dünyadaki hegemon konumunu başka türlü sürdürememesinden oluşan ikili tuhaflığı, gene mitolojinin en tuhaf figürlerinden biri olan, Girit canavarı, yarı boğa yarı insan, Kral Minos’un boğası anlamına gelen Minotaruos ile temellendiriyor, Varufakis.
Girit kralı Minos tanrı Poseidon’dan ilahi onayın gücü anlamında bir boğa indirmesini istemiş, onu tanrının onuruna kurban edeceğine dair de bir söz vermiştir. Ancak kral hayvana hayran kalır ve onu kurban etmekten vazgeçer. Bunun üzerine Afrodit aracılığıyla kraliçenin boğaya âşık olmasını ve ondan bir çocuk yapmasını sağlıyor tanrılar. Minotauros böyle ortaya çıkıyor; büyüyüp iyice gelişince zapt edilemez oluyor, insan eti ile besleniyor ve derin bir yeraltı labirentine hapsedilmek zorunda kalınıyor.
Giderek gücün bir tür haracı olarak sembolik hale geliyor Minotauros; mesela Olimpiyat’ta yarışmaları kaybeden, Atina kralı Aegeus, Minotauros’a her yıl 7 kız 7 erkek gönderip feda etmek zorunda kalıyor.
Varufakis buradan küresel haracın ilk örneklerini çıkarıyor haklı olarak: “Tarihçilere göre de Mit’in ardında yatan gerçek, Minos çağında Girit’in Ege bölgesinde kurduğu ekonomik ve politik hegemonya. Atina gibi daha zayıf kent-devletleri boyun eğişlerinin göstergesi olarak Girit’e düzenli vergi ödemek zorundaydı. Gönderilenler arasında boğa maskesi takan rahiplerin kurban edeceği gençlerin de bulunmuş olması mümkündür.”
Varufakis’in çarpıcı kitabının sonlarında, Küresel Minotauros’un gadrine uğrayan Avrupa ve şu anda Maliye Bakanlığını yürüttüğü Yunanistan da var haliyle. Fazla mekanizması olmayan bir Avrupa, Almanya’nın yürüyüşü ve Fransa’nın durumu ile ilgili çarpıcı tespitler var kitapta. Avrupa bankalarının sıkıntılı durumları, perifer ülkelerin borçlulukla olan sınavları gibi kolay aşılamayacak sorunlar bunlar.
Ancak bu bölümü kısa tutmak istiyorum çünkü asıl yazılacaklar henüz yazılmadı, tarihsel bir geçişte bir ateş çemberinin içinden geçiyor Yunanistan. Yazımı bitirip gönderirken bana yeniden yazdıran gelişme ise gece uluslararası ajanslara düşen Yunanistan ile AB’nin anlaşmak üzere olduğu, faiz dışı fazla hesabına göre Yunanistan’ın geleceğe matuf bir ödeme planı önerdiği, AB’nin direttiği bazı ek vergileri kabul ettiği, bazı ürünlerde KDV’nin 23’lere çıkacağı, zenginlere ek vergi konacağı, ücretlerle ve emeklilik maaşıyla oynanmayacağı türündeki bilgiler ve haberler idi.
Ardından ise Tsipras’ın kendisini bekleyen uluslararası medya kuruluşlarının önünde ayakta konuşurken iki elini yana doğru sarkıtmasına rağmen sımsıkı yumruk olmuş ellerine baktım. “Anlaşsak da yollarımız ayrı” der gibiydi. Belki de bu kısmı ayrıca yazacaktır Varufakis, bu kez süreci yürüten önemli aktörlerden birisi olarak hem de. Yunanistan’ın Avrupa topografyasında ve ekonomik haritasında krizden kaynaklanan yeni bir yol açacağına şiddetle inanıyorum.
Küresel Minotauros’dan ve Merkez Avrupa’dan oluşan kopmuş ve fragmente olmuş dünyada perifer ülkelerin hane halkı veya sözleşmeler aracılığıyla bu borçlanmasının sürdürülemeyeceği de gün gibi ortada. Dün Yunanistan, bugün Ukrayna, yarın bizler. Bu global ekonomik düzen sürdürülebilir değil, üstelik o denli kıskaçlar ve bağımlılıklar ile giden anlık bir yapı ki, şimdi Yunanistan’ın yaşadığı durum gibi biraz uzaklaşıp alternatif üretecek bir zaman, mekân ve imkân da tanımıyor.
Öte yandan Varufakis gibi alternatif bakabilen iktisatçıların kitaplarının Türkçeye kazandırılmasının ve tartışılmasının olası muhtemel kriz anlarında bize rehberlik edeceğini düşünüyorum.
Türkiye’nin emlak balonu ve işlemlerin geçiş ağı yeterince kayıtlı olmadığından yeterince finansallaşmamış veya yeterince finansallaşmadığından kayıtlı olamamıştır. Ama emlak döngüsü finansal döngüden daha ağır bir çevrim içinde olsa da aynı krizlerin dönemsel olarak yaşanacağı aşikâr.
Son olarak Türkiye’de son zamanlarda özellikle ekonomi medyasında, akademisyen kuşağında Yunanistan ve benzer Akdeniz kuşağında yaşananların tembellik, laçkalık ve kayıtsızlık gibi ikiyüzlü açıklamalarla geçiştiriliyor olmasından duyduğum rahatsızlığı belirtmek isterim. Sanki bizler başka bir ortamda ve başka bir kuşakta yaşıyormuşuz gibi üstelik.
Bu ve benzeri ifadeler için sözü Varufakis’in kendisine bırakmak istiyorum:
“Avrupa’daki Çöküş sonrası resmi tartışmalar da benzer bir ahmaklık bulutuyla kaplıdır. Uzaydan bir canlı gelip ciddi Avrupa basınını okusa, kıtadaki krizin bazı preferik devletler çok fazla borç alıp çok fazla harcama yaptığı için çıktığını düşünürdü. Kriz olmuştu, çünkü küçücük Yunanistan, kibirli İrlanda ve hımbıl İberyalılar kazandıklarından çok yemek istiyorlardı ve bu yüzden hükümetleri, kendi üretimlerinin karşılayıp sürdüremeyeceği yaşam standartlarını sağlamak için borca batmıştı. Bu itam özellikle ABD finans çevrelerinden(yani 2008’den önce Minotauros’a sığınarak başkasının sermayesiyle yaşama konusunda herkesi gölgede bırakacak olanlardan) geldiğinde çıkan ironi bir yana, söylenenler zaten doğru da değildi. Yunanistan gerçekten de büyük bir açık vermekteydi, ama İrlanda bir mali erdemlilik numunesiydi. Hatta İspanya, 2008 Çöküşü gelip çattığı sırada fazla veren bir ülkeydi. Portekiz’in açık ve borç durumu da Almanya’dan daha kötü değildi. Ama projektörleri Krizin asıl kaynağından, bankacılık sektöründen başka taraflara kaydırma peşinde olanlar için yalanlar çok daha eğlenceli ve tabi faydalı olduktan sonra gerçeğe kim aldırır?” (sf186)