Orhan Kemal Cengiz: Türkiye’nin bir gün tümüyle geçmişiyle yüzleşmesini, bu ülkenin sayısız mağdurlarının haklarını teslim etmesini diliyorum. Herkesin eşit ve özgür olduğu, gerçek bir demokrasi hayal ediyorum…
08 Ağustos 2019 10:00
Avukat ve insan hakları savunucusu Orhan Kemal Cengiz, uzun süre çeşitli gazete ve dergilerde kalem oynatmasının ardından, bu kez bir romanla okurlarının karşısında. İndie Kitap etiketiyle raflarda yerini alan kitabın ismi Umut Ağacı. Üniversitedeki işinden ihraç edilmiş bir baba ile öldürülen arkadaşının ardından düzenlenen mitingde gözaltına alınarak tutuklu yargılanan bir oğlun hikâyesinin anlatıldığı romanda hem ülkenin siyasî portresi çiziliyor hem günümüzde bireysel ve örgütsel ilişkiler resmediliyor hem de çok dillendirilmeyen “ebeveyne yabancılaştırma” kavramı irdeleniyor.
Orhan Kemal Cengiz ile Umut Ağacı'nı ve romanda işlenen birçok meseleyi konuştuk.
Böyle bir hikâyeyi kaleme aldığınız dönem nasıl bir dönemdi siz ve ülke açısından?
Hem benim hem de ülke açısından oldukça kötü bir dönemdi. Zaman Gazetesi’ne kayyum atanmasından sonra o meseleyi Anayasa Mahkemesi’ne götürmüştüm. Avukatlığını yaptığım dosyanın bir anda sanığı hâline geldim. Sonunda beraat ettim ama ilk olarak hakkımda müebbet hapis istendi, uzun ve stresli bir yargılama oldu. Kitabı büyük oranda bu yargılama sürecinde yazdım.
Nasıl bir hazırlık süreci geçirdiniz?
Kitabın çıkış noktası ebeveyne yabancılaştırma mevzusu olduğu için, o konuda çok fazla okuma yaptım. Bol bol düşündüm. Romanın başını, gelişimindeki önemli olayları ve sonunu kafamda canlandırmayı başardıktan sonra yazmaya başladım. Yazarken daha önce hiç düşünmediğim pek çok şey de gelip kendini romana soktu diyebilirim.
Bu, politik ve ince ince derinlikleri barındıran bir hikâye. Çoğu noktasıyla da gerçeklerden bekleniyor gibi. Ne dersiniz?
Okuyanlar çok “gerçekçi” bulduklarını söylüyorlar. Bunun, romanın konu aldığı dönemin ruhunu iyi yansıtmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Eğer kastettiğiniz, romanda insanların işkence görmesi, örgütün kendi militanlarını infaz etmeleri gibi hususlarsa, bunlar elbette kitabın kendine konu aldığı dönemde yaşanan hadiseler. Ama kitaptaki hiçbir şey birebir yaşanmış değil.
Solcu bir gencin öldürülmesinin ardından başlatıyorsunuz hikâyenizi. Gençlerin, insanların siyasî görüşleri nedeniyle öldürülmeleri ülke rutinlerinden biriyken, siz romanınızda böyle bir olayı merkeze taşımayı, aslında bunun hiç de alışılmaması gereken bir şey olduğunu gösterircesine kaleme alıyorsunuz. Nedenlerinden bahseder misiniz?
Hayatta da, edebiyatta da, bizlere dayatılan kötü koşulları, devlet ya da başka bir yapının ceberutluğunu hiçbir zaman normalleştirmemeliyiz. Görünce başımızı başka tarafa çevirmemeliyiz. Ama aşina olmanın yarattığı aşındırmadan da uzak durmalıyız. Bizimki gibi, en ağır travmaların yaşandığı bir ülkede bu şekilde durabilmek oldukça zor elbette ama başka türlüsünün de ruhlarımızı ve duygularımızı ciddi bir şekilde körelteceğini düşünüyorum.
“Ötekileştirmek,” hikâyenizin temel dayanak noktalarından biri. Sadece ilk anlamı olan “azınlık olana karşı alınan tavır”dan ziyade, gruplar içinde de bunun varolduğu bir öykü anlatıyorsunuz. Peki, gerçek hayatta da toplumlar, gruplar birbirini tam da anlattığınız gibi ötekileştiriyor olabilir mi?
Her ötekinin de bir ötekisi var. Katı kimlikler, sorgulanamayan “davalar” üzerinden ilişkilerinizi inşa etmeye başladığınızda, mutlaka ki, o katı kimliğin veya davanın dışına düşmeye başlayanlar ötekileşecektir. Başka bir açıdan da şunu söyleyebilirim: Mağduriyet üzerine kurulan kimlikleri de tehlikeli buluyorum. Mutlak haklılıklar, mutlak mağduriyetler üzerine kurulan her kimlik, her örgüt, her sosyal yapı, her cemaat, mutlaka bir aşamada kendisi de gaddar bir faile dönüşecek ama o mutlak haklılığın veya mağduriyetin verdiği meşruiyet duygusuyla bu yanını görmeyecektir. Kimliklerin ve mağduriyetlerin en çok mutlaklaştırıldıkları alanların vicdandan en fazla uzaklaşıldığı yerler olduğunu düşünüyorum.
Bir avukat ve insan hakları savunucusu olarak, günümüzde adalet sisteminin işleyişine dair gözlemleriniz, gördüğünüz temel aksaklıklar neler?
Romanda da gördüğümüz gibi, adalet sistemindeki sorunlar bugün aniden peyda olmuş meseleler değil. Ama bugünkü problemlerin oldukça kendine özgü bir yapısı olduğunu düşünüyorum. Paradoksal bir biçimde Türkiye’de yargı, teknoloji ve bilişimi kullanma alanında ciddi bir şekilde çağ atladı. Bugün Türkiye’de mahkemelerin kullandığı bilişim araçları çoğu Avrupa ülkesinden daha ileride. Ama öbür taraftan şaşırtıcı bir şekilde zihniyetin geriye gittiğini görüyoruz.
Mevcut adalet sisteminde parmakla gösterilecek kadar sağlam ve iyi yanlar var mı?
Ben şu an öyle iyi yanlar göremiyorum.
Bu romanı, sırf içinizde bir hikâye uyandığı için, saf bir romancı duygusuyla mı kaleme aldınız yoksa belli sorumluluklar ya da okura ulaşmasını istediğiniz bazı görüşler için kaleme sarılma duygusu da var mıydı?
Roman yazmanın salt ulvî amaçlarla açıklanamayacağını düşünüyorum. Bir roman yazmak, insanın kendini gerçekleştirmesinin önemli araçlarından birisi bir kere… Yaratıcı bir süreç ve kanımca hiç kimse ciddi bir haz almadan bu yaratıcı sürecin içinde olamaz. Benim açımdan da durum böyle. Yani ilk olarak roman yazmanın cazibesi, albenisi ve yazma eyleminin verdiği haz söz konusu. Tabii yazarken siz de pek çok değişik duygu hissediyorsunuz. Zaman zaman kederleniyor, zaman zaman neşeleniyorsunuz ama yaratıcı sürecin verdiği haz hep bir şekilde arka planda duruyor…
Öbür taraftan elbette ki bazı dertleriniz var, bazı şeyleri anlatabilmek istiyorsunuz. Ben de, aile, devlet ve örgüt, yani bireylerin bir şekilde sığınıp kendilerini güvende hissettikleri kurumların nasıl tam tersi bir şekilde işleyebileceğini göstermek, deyim yerindeyse bir tersine ütopya anlatmak istedim.
Romanda basınının durumu içler acısı olan bir Türkiye resmediyorsunuz. Gerçekte basının manzarası nasıl?
Aynen romandaki gibi; yani içler acısı… Hatta bugün belki daha da beter bir durumda…
Kimileri umutsuzluk çağı olarak adlandırsa da Umut Ağacı tam da bu görüşe bir karşı duruş biçiminde. Ne dersiniz?
Yaşamın olduğu her yerde vardır umut. Tabii umuttan ne anladığınıza da bağlı bu… Kimi insanlar umut deyince, her şeyin toz pembe olduğu bir hayatı anlıyorlar. Ben öyle düşünmüyorum. Acı, keder, hüzün, sevinç, mutluluk hayatın içinde her dem mevcut. Kitaptaki umut, çok büyük bir emeğin, çok büyük bir çabanın, insanlar söz konusu olduğunda heba olmayacağı yönünde…
“Sulamaktan vazgeçmeyeceğimiz bir umut ağacımız hep olmalı.” diyorsunuz toplamda. Yaptığımız bireysel eylemler, hiçbir şeyi değiştirmeyecek olsa bile mi? Romanda tam da böyle bir bölüme kahramanlarınızdan birinin yanıtı var, peki sizin yanıtınız ne?
Umutla ne anlaşıldığına bağlı bu konu… Geleceğin mutlaka iyi günler getireceğine dair inanç değildir umut. Başka bir yerde yazmıştım bu konuda, umut en kötü durumlarda bile iyi insanların varolduğunu bilmektir. Bütün bir toplum çıldırdığında dahi, seslerini çıkaramasalar bile, aklını kaybetmemiş insanların varolduğunu bilebilmektir. Her durumda, sizi seven ve sizin sevdiğiniz insanların olduğunu hissetmektir.
Siz bu biçimde mi yaşıyorsunuz?
Şu anda hayatımda çocuklarımın çok merkezî bir rolü var. Canımı müthiş sıkan bir şeyler olduğunda bile, 6 ve 4 yaşındaki oğullarım Cem Ege ve Can Ada’yla biraz oyun oynayınca hiçbir şeyim kalmıyor…
Hemen her ideoloji ve örgütlenme içinde, legalden illegale, bireyselden toplumsala, “ceza mekanizması” her zaman varoluyor günümüzde kanımca. Siz romanınızda buna da işaret ediyor ve bunu da alttan alta eleştiriyorsunuz. Doğru mu gözlemlemişim?
Doğru bir gözlem. Eksiği var fazlası yok. Bence roman o bahsettiğiniz konuları eleştirmenin ötesinde, bütünüyle reddediyor.
Siyasî bir hikâyenin eşliğinde, “ebeveyne yabancılaştırma” kavramı da romanınızda yerini alıyor. Nedir “ebeveyne yabancılaştırma”?
Ebeveyne yabancılaştırmadan ben bir uzun bir spektrum anlıyorum. Bunun en ucunda, çocuğun anne ya da babasını bütünüyle reddetmesi var. Bu ret hâlinde, son derece katı ve tek boyutlu bir ebeveyn portresinin anlatıldığına tanık oluyoruz. İyi ve kötü yanları olan bir insan yerine, çok kötü, çok sorumsuz, çok sevgisiz birisinden söz ediliyor. Böyle insanlar elbette vardır ama bu vakaların çoğunda hakikatten çok, çocuk ebeveynlerden birisi tarafından kafasına sokuşturulan bir baba ya da anne portresini anlatıyor ve onu tümden reddediyor. Dediğim gibi, bu en uç örnek. Sonra giderek daha “hafif” formları görüyoruz. Bu formlarda anne baba ayrılmamış bile olabilir; hâlâ anne ve babasıyla birlikte yaşıyor ama anneyle baba arasında çatışma var ve maalesef çocuk bu çatışmaya taraf kılınmış bir durumda. O artık çatışmanın taraflarından birini, diğerinin gözünden görmeye başlıyor ve ona karşı giderek kalınlaşan bir duvar örüyor.
“Ebeveyne yabancılaştırma” çocuk üzerinde nasıl etkilere yol açar ve ebeveynlerin çocuklarına bunu yaşatmamak için neler yapmalarını öneriyorsunuz?
Ebeveyne yabancılaştırma bence insanları öyle ya da böyle sakat bırakıyor. Çocuğun her iki ebeveynini de sevme ve onlardan sevgi görme hakkı var. Anneler, babalar eşlerinden ayrıldıklarında, çocukların o eşten ayrılmadığını, ayrıldıkları kişiden nefret bile etseler, bu duygularını kendilerine saklamak ve çocuklarının diğer ebeveynle ilişkisine saygı göstermek zorunda olduklarını bilmeliler.
Albert Camus’nün Yabancı'sına da ince ince selamlar göndermişsiniz romanda. Yabancı'nın gücü sizce nedir?
Yabancı'nın gücü, değişen derecelerde de olsa hepimizin içinde yaşadığımız dünyaya, topluma ve hatta kendimize bir biçimde yabancı olduğumuzu anlatması. Aslında bu “yabancılığı” kabul ettiğimizde belli bir huzura erişebiliyoruz.
Politik bir roman yazmanın temel zorlukları nedir size göre?
Ben yazarken, ne politik bir roman ne de başka türde bir şey yazdığımı düşündüm. Sadece içimden geldiği gibi yazdım. Ama kitabın taslağını görenler ve basıldıktan sonra okuyanlar, çeşitli nitelendirmelerde bulundular. “Politik roman” diyen oldu, “politik polisiye” diyen oldu. Kitabın arka planında bir siyasî dönem, devlet, ideolojiler, devletin baskı araçları ve başka şeylerin olduğu doğru ama herhangi bir dünya görüşünü övme ya da haklı çıkarmaya çalışma anlamında siyasî bir mesajı yok kitabın. Her tür gücün suistimal edilebileceğini anlatıyor. Bireyin, sadece devlet değil, ailenin ve örgütlerin günahları karşısında da korumasız, çaresiz kalabileceğini gösteriyor.
Peki, politik romanın gücü nedir?
Politik romanın özel bir gücü olduğunu sanmıyorum. Ama varolan politik durumları kitabın arka planına almanın bir gücü olabilir. Mesela, romanı okuyan pek çok kişi, kitapta anlatılanları çok gerçekçi bulduklarını, yaşadıklarının gözlerinin önünde tekrar canlandığını söyledi.
Siz hayatınızda en çok neleri umut ediyorsunuz bu toplum ve kendiniz için?
Kendim için sağlık, sevdiğim insanlarla hep birlikte olmak ve yaratıcı bir hayat sürmek istiyorum. Türkiye’nin bir gün tümüyle geçmişiyle yüzleşmesini, bu ülkenin sayısız mağdurlarının haklarını teslim etmesini diliyorum. Herkesin eşit ve özgür olduğu, gerçek bir demokrasi hayal ediyorum…