Kesik kesik, parça parça, dağınık ve bütünlükten yoksun bir kurgu, üslûp ve kahraman. Belleğin Girdapları bir parçalanmışlığın, dağılmışlığın, tamamlanmamışlığın romanı....
01 Ağustos 2019 10:30
Herkesin özel olduğu bir çağ bu. Hepimiz önemliyiz, fikir sahibiyiz, dahası özgün ve farklıyız. Bunun da sürekli onaylanmasına ihtiyaç duyuyoruz. Üstelik başkasını onaylamayacak veya takdir edemeyecek kadar kendimize hayranız. Bütün yaptıklarımız ve yapmadıklarımız, meşruiyetini hep bu biricik benliklerimizden alıyor. Hep haklıyız, hep mağdur ve anlaşılmamış. Hep başkaları anlayışsız ve yanılıyor.
En sıradan hayatları yaşamaya yazgılı en ortalama insanların ağzından kaç defa duymuşsunuzdur şu lakırdıları: “Tabii ben manyak olduğumdan,” “Benim gibi anormal birine de bu yakışırdı,” “Çılgın olduğum için,” “Neyim normal ki...” Özgünlüğün ve farklılığın bu kadar sıradanlaştığı bir hayatta insanın basit, düz ve sade bir hayatı özlemesinden daha masum ne olabilir, diye düşünüyorsanız, Behçet Çelik’in son romanı Belleğin Girdapları’nın adsız kahramanını seveceksiniz.
Behçet Çelik herkesin özel, görmüş geçirmiş, bilge olduğu bir toplumda kendi sıradanlığını keşfetmek için şehrin dışında bir semte, Serpmetepe’ye kaçan “özel” bir karakter ve bu karaktere has “özel” bir üslûp yaratmış. Kendisine bir önem atfettiği anda tüyleri diken diken olan bu karakter de romanın kurgusu ve üslûbu gibi bütünlüklü bir yapı arz etmiyor. Bu nedenle sürekli bir virgül ile devam eden uzun cümleler tesadüf değil. Okuru, bize hayatın sıradanlığını sıradan tespitlerle aktaran adsız kahramanının nefes alış verişine, hayatı yaşama ve tecrübe etme ritmine ayak uydurmaya zorluyor. Kesik kesik, parça parça, dağınık ve bütünlükten yoksun bir kurgu, üslûp ve kahraman. Belleğin Girdapları bir parçalanmışlığın, dağılmışlığın, tamamlanmamışlığın romanı.
Adsız kahramanın bakış açısına ne kadar güvenebileceğimizi asla bilemeden, onun tutarlı ve sistemli olmaktan çok uzak anlatımına mahkûmuz. Anlatırken anlattığı şeyi bırakıp o an hafızasında nedensizce tetiklenen başka bir şeyi anlatmaya başlayan ve bu sıçramalarla bir olay değil de gündelik hayatın kolayca ıskalayabileceğimiz detayları üzerinde yoğunlaşan bir anlatıcımız var. O kadar ki çoğu kez kendisi bile anlattığı şeyin doğruluğundan emin olamıyor. Anlattıkları ne kadar yaşadığı, ne kadar gerçek, ne kadar yaşadığına dair muhayyilesinde inşa ettiği bir hikâye, ne kadar kendi benliğinin süzgecinden damıtılmış, kendisi de bilemiyor. Fakat yine de Serpmetepe’ye gelişini, bu kararı alışını, yeni hayatını, eski hayatını, Nuray’ı, Serhat’ı, Eylül’ü, Kırtasiyeci’yi, Selma’yı, üst kattaki komşusunun kızı Nazlı’yı üzerimize öylece, aklına geldiği gibi yığmaktan da vazgeçmiyor. Bütün bu darmadağınık hayat hikâyesini asla tamamen, bütün hatlarıyla bilemesek de adsız kahramanı dinledikçe anlatılanlara bir aşinalık kazanıyoruz. Bazen adını bile bilmediğimiz insanlara, zamanını ve mekânını hiç öğrenemediğimiz olaylara dair detaylar üzerimize boca edildikçe, bu detaylar dağı içinde kendi hikâyemize çıkıyor yolumuz.
Bir süre sonra adsız kahramanımızın anlatırken anlatmadıklarından anlıyoruz ki, üniversite öğrenciliğinde sevgilisi, dostu ve yoldaşlarıyla büyük bir bütünün parçasıymış. Bu aidiyet ona büyük bir anlam da bahşediyormuş. Yıllar içinde önce sevgilisi, ardından dostları ve devrim rüyası hayatından çekip gidince, adsız kahramanımız onlarsız da idare edebilmeyi denemiş. Bu arada kariyerli bir reklamcı da olmuş. Hayatına başka kadınlar ve insanlar da girmiş. Yani adsız kahramanımız bir açıdan bakıldığında bir tutunamayan, bir kaybeden değil. Fakat ne kadar olduğunu kestiremediğimiz bir zaman sonra böyle devam edemeyeceğini anlıyor ve tebdilimekânda ferah aramaya karar veriyor. Bunun için de çocukluğunda dedesiyle gittiği köyü ve askerliğini yaptığı küçük kasabayı hatırlatan ama çok da şehirden uzak olmayan, parasının ancak yetişebildiği, hem şehir hem kır, yani bir anlamda araf olan Serpmetepe’ye taşınıyor. Böylece, hem kendine hem hayatına hem de çevresine bakabileceği bir konum ediniyor. Ne içeride ne dışarıda; içeri ile dışarının kesiştiği bir marjda, çeperde konumlanarak hem kendisine ayna tutabiliyor hem de kendisine tuttuğu aynaya da ayna tutabiliyor. O aynada gördükleri ise gündelik hayatımıza kimliğini veren detaylar oluyor.
Uzak geçmişi hatırlamak için yakın geçmişi unutmak gerekir. Oysa adsız kahramanımız yakın geçmişinden, onun sıkıntılarından mustarip. Bu nedenle de uzak geçmişinde bir nevi asrı saadet aramaya daha eğilimli. Oysa, yakın geçmişinin kiri pası altından uzak geçmişini bulup çıkarmakta zorlanıyor. Bunun için yazının tılsımına güveniyor. Gidip defterler alıyor. Yazarak her şeyi anlayabileceğini umuyor. Bütün sıkıntılarını kâğıda aktardığında içinin ferahlayacağını sanıyor. Yazı yazmanın böyle bir terapi etkisinin olduğu doğru ama elbette yazı yazabilirseniz.
Yazamıyor. Her amatör gibi yazdıklarının sahiciliğinden kuşkulanıyor. Her amatör gibi geçmiş ile geçmişin hikâyesi olan tarih arasındaki o büyük uçurumu görmüyor. Fakat çok geçmeden çok az amatörün anlayabileceği gibi yaşanan geçmişin anlatılmasına şimdinin, yaşanmışlıkların tortusunun sirayet etmesinin kaçınılmaz olduğunu görüyor. Sanırım bu noktada da itiraf etmese bile yazmaktan vazgeçiyor.
Bu defa kayıp geçmişini ikame etmek ve yeniden başlamak için Serpmetepe’yle ilişki kurmayı deniyor. Saklanmaktan vazgeçip sosyalleşmeye çabalıyor, ki her çabasında en başa döndüğünü korkuyla fark ediyor. Hep başa dönmek bir Sisyphos laneti mi? Hep kaçmak mı lazım? Orada oralı, burada buralı olamayacak mı asla? Sahi adsız kahraman nereli, bir yeri yurdu var mı?
Eyleme geçmek için daima o eylemin sonunda elde edeceğimiz bir değer olmalıdır. O değer, anlamdır. Eylemin amacı, eylemin anlamıdır. İnsan sadece o anlam için eyleme geçen yaratıktır. Bu nedenle eylemek ile eylememek, söylemek ile söylememek, yazmak ile yazmamak arasındaki ayrımı mümkün kılan, bizi harekete geçiren, o anlamdır. Bunu adsız kahramanımızın romanda sadece tek bir kere, o da şehirdeki hayatından kaçarak Serpmetepe’ye gelişinde eyleme geçmesinden anlayabiliriz. Çünkü bu kaçışının bir fark yaratacak kadar anlamlı olduğuna inanıyor. Ama onun dışında, adsız kahramanımızı harekete geçirecek inandığı bir anlam yok. Romanın fonundaki belli belirsiz politik durumlardan onun da bir zamanlar inandığı, sevgilisi ve yoldaşlarıyla paylaştığı bir anlam dünyasının olduğunu biliyoruz. Zaten adsız kahramanın geçmişine, bilhassa da “o birkaç yıl”a duyduğu özlem, aslında o kaybettiği anlama dair. O birkaç yıldan sonra kariyer yapar ve çevresindeki herkes gibi özel bir hayat sürerken, o anlamı hiç kaybetmemiş gibi yapmaktan yorgun. Yitirilmiş bir anlamı hâlâ mevcutmuş gibi yaşamaktan bezgin. Başkaları bu anlam yokluğunu kendi biricikliklerini yaldızlayarak ikame edebilirken, adsız kahraman –ki o da yer yer bunu çok ustalıkla becerebildiğini itiraf ediyor– “-mış gibi” yapamıyor, hayatının bir anlamı varmış veya kendi benliği biricikmiş gibi yaşayamıyor. O, bu iki tavrın da aynı kapıya çıktığının farkında. Aslında belki de aşırı bilinçten mustarip. Biliyor ki hayatı o birkaç yıldaki gibi anlamlı değil. Biliyor ki biricik veya özel değil. Umuyor ki çevresini değiştirirse her şey de değişecek ve hayatına bir anlam katabilecek.
Bunun için o birkaç yılı, o arkada kalmış anlamı hatırlamaya çalışıyor. Ama her çabasında burasının ve şimdinin, oraya ve geçmişe daha fazla sirayet ettiğini anlıyor. İşte, ondan sonrası, Kırtasiyeci gibi muhayyel düşmanlar, komşu kızı Nazlı gibi muhayyel aşklar inşa ettiği hareketsiz, kımıltısız, birbirinin aynı günler başlıyor. Çünkü adsız kahraman ne geçmişine ne de Serpmetepe’ye olan yolculuğunda değişmek niyetinde. O, sadece eski güzel günlerin, aynen o zamandaki hâliyle, belleğinden çıkıp hayatını daha iyi kılmasını istiyor. Ne yazık ki şimdisinin gölgelediği geçmişinin yeniden ve farklı bir tecrübesiyle yeni ve anlamlı bir gelecek inşa veya tahayyül etmekten aciz. Netice itibarıyla adsız kahraman pişmanlıkları, özlemleri, korkuları, kararsızlıkları, unutamadıkları ve hatırlayamadıklarıyla kendi ruhunun arafında debelenerek yaşamaya mahkûm.
Her meseleye derinlemesine nüfuz edebilen keskin bir kavrayış gücüyle donanmış, her an kendini anlatmaktan yorulmayan, kimseye tahammülü yokken herkesten anlayış ve onay bekleyen, kaçmak ile kalmak arasında gidip gelen bütün o özel ve biricik benlerin hikâyesi olan Belleğin Girdapları belki şöyle tek bir cümleyle de özetlenebilir: Eylemek ile eylememek, söylemek ile söylememek, yazmak ile yazmamak arasındaki ayrım silindiyse, kaçmak ile kalmak arasında da artık anlam yaratacak bir fark yok demektir.