Osmanlı İmparatorluğu’nun cinselleştirilmesi uzun bir tarihsel geçmişe dayanır ve bu, yüceltmeden alaya almaya değin yelpazenin her iki ucunu da kapsamakla beraber, örneklerin birçoğu alaya daha yakındır
05 Mayıs 2016 17:20
Yücelikten gülünçlüğe… Bu alt başlığı ölümünden sonra Bernard Le Bovier de Fontenelle’e atfedilen, bilindik bir sözden ilhamla seçtim: “Du sublime au ridicule, il n’y a qu’un pas: de la raillerie à l’insulte il y en a encore moins.” (Yücelik ile gülünç olmak arasında sadece bir adımlık mesafe vardır; alay ile hakaret arasında ise ondan bile az.) Göreceğiniz üzere, Osmanlı İmparatorluğu’nun cinselleştirilmesi uzun bir tarihsel geçmişe dayanır ve bu, yüceltmeden alaya almaya değin yelpazenin her iki ucunu da kapsamakla beraber, örneklerin birçoğu alaya daha yakındır. Bu konuyu ele alırken elbette ben dâhil birçokları için rahatsız edici olabilecek birtakım örnekler sunacağım. Şahsen bu türden örnekleri nefret söylemi kapsamında görüyor ve kabul edilemez buluyorum, fakat öte yandan, akademik bir bakış açısından, bu örnekler göz ardı edilemez ve edilmemelidir. Gerçekten de, bir kimse, bilmediği ve görmeyi reddettiği bir şeye nasıl karşı çıkabilir? Bu açıdan, sizlere Şeriat hukukunda yerleşik bir hükmü hatırlatmak isterim: “nâkilü’l-küfri leyse bi-kâfir.” (Küfrü aktaranın kendisi kâfir değildir.) Küfrün yani hakaretin provokasyon amacıyla çokça kullanıldığı ve korkunç sonuçlar doğurmak suretiyle başarılı da olduğu bir zamanda, çok net olarak belirtmek isterim ki niyetim küfür/hakaret içeren söylemler üretmek veya yeniden üretmek değil, sadece bunları ortaya koymak ve analiz etmektir. Aşağıdaki uygunsuz bilgiler için peşinen hâşâ sümme hâşâ diyorum.
[görsel 1 – metinde bahsi geçen tüm görsellere buradan ulaşabilirsiniz.] Avrupa resminde rüya, özellikle dini bağlamlarda, sıkça işlenen bir temadır. Luca Giordano’nun Il sogno di Salomone (Süleyman’un Rüyası) adlı tablosu, Tevrat’ta aktarılan bir hikâyeyi resmetmektedir. Bu hikâyeye göre Süleyman irfan için dua etmiş, ve bu irfan kendisine bir rüyada verilmiş. Bir başka popüler tema ise İncil’de sözü edilen Aziz Yusuf’un rüyasıdır ki, bunda da Yusuf’a rüyasında, oğlu İsa’yı Kral Hirodes’in düzenlediği katliamdan kurtarabilmesi için, ailesini de alarak Mısır’a gitmesi söylenir. Bu rüyalar son derece ruhanî yapıdadır ve Kitab-ı Mukaddes hikâyeleri arasında önemli bir yerleri vardır.
Öte yandan Oryantalist resimlere baktığımızda rüyalar dünyevi ve şehvanidir. Achille Zo tarafından yapılmış olan bu oldukça ünlü resim [görsel 2], Le rêve du croyant (Müminin Rüyası), cenneti düşleyen bir Müslüman adamı tasvir etmek iddiasındadır. Ve burada cennet, tabii ki, ruhani bir yerden ziyade, tensel zevkler mekânı olarak tasvir edilmiştir. Çok sayıda çıplak kadın, muhtemelen huriler, öbür dünyada, inanan erkeklere hizmet ediyor. Bu tabloda bu rüyanın keyif verici bir maddenin etkisiyle görülüyor olabileceğine dair bir ipucu dahi var, zira resmedilen bu sahne resimde bir nargileden çıkan dumanla çevrelenmiştir. Bir diğer Oryantalist resim ise meşhur Lecomte du Nouÿ’nin [görsel 3] Un rêve d’eunuque (Bir Hadımın Rüyası). Belki bir harem ağasının aşk veya cinsellik hakkında rüyalar görmesi anlaşılabilir, çünkü bunlar hiçbir zaman sahip olamayacağı şeylerdir, fakat bu resim daha sonra, 19. yüzyılın sonlarında Amerika’da basılmış bir kitap için yeniden uyarlanırken adı da The Oriental Dream of Paradise (Oryantal Cennet Düşü) olarak değiştirilmiştir.
Bir başka deyişle Batılıların gözünde Doğulular, yani Müslümanlar, rüya gördükleri veya hayal kurduklarında, şehvani rüyalar görürler, oysa Yahudiler ve Hıristiyanlar ruhani rüyalar görür. Neden bu böyledir? Böyledir, çünkü Orta Çağ’dan bu yana, İslam Batılılar tarafından dünyevi, maddeci ve şehvani bir din olarak tahayyül edilmiştir; semavi ve ruhani bir din olarak değil. Bu tezat, Michel Baudier du Languedoc’un [görsel 4] 1625 tarihli Histoire générale de la religion des Turcs (Türklerin Dininin Genel Tarihi –ki elbette burada “Türkler” sözcüğü “Müslümanlar” anlamında kullanılmıştır) adlı kitabının iç kapak görselinde çok güzel bir biçimde resmedilmiştir. Dikey bir çizgi ile ortadan iki parçaya ayrılmış olan sayfanın sol tarafında Hıristiyanlık, sağ tarafında ise Müslümanlık tasvir edilmiştir. Görseller ve resimaltları iki din arasında varolduğu iddia edilen tezatı son derece açık bir şekilde ortaya koymaktadır. En tepede Hıristiyanlara ve Müslümanlara göre cennet kavramının tasvirleri yer alır. Soldaki, “ruha dair konular,” sağdaki ise “tensel konular” olarak betimlenmiştir. Orta kısımda Hıristiyanların ve Müslümanların su ile olan ilişkileri tasvir edilirken, solda günahlardan “arındıran” vaftiz, sağda ise “saflığı bozan ve kirleten” bir havuz resmedilmiştir. Ve bu şekilde devam eder.
İslam’a olan bu yaklaşımın temeli, daha önce de belirttiğim üzere, çok eskilere dayanmaktadır. Norman Daniel, çokeşlilik ve boşanma gibi İslami kurumların ve “cennet” gibi birtakım dini kavramların, Orta Çağ Hıristiyan polemikçileri tarafından İslam’ın inananlarına sonsuz cinsel özgürlük tanıyan şehvani bir din olduğunu, peygamberinin haz düşkünü ve ahlaksız olduğunu, ve bu nedenle de bunun bir “uydurma din” olduğunu aksi iddia edilemeyecek biçimde kanıtları olarak kullandıklarını aktarır. Dolayısıyla Baudier ve diğerlerinin tezleri aslında kendilerinden önceki İslam karşıtı polemiklerden güç alıyordu.
Oryantalist edebiyatta 18. yüzyılda yaşanan patlama da bu akıma katkıda bulundu. Eminim Voltaire ve Montesquieu gibi büyük yazarların eserlerini biliyorsunuzdur, ama bir de onlar kadar büyük olmayan birtakım yazarların yazdıkları var ki bunlar konumuza çok uygun örnekler teşkil ediyor. [görsel 5] Les amours de Mahomet (Muhammed’in Aşkları) ve Histoires secrètes du prophete des Turcs (Türklerin Peygamberinin Gizli Hikâyeleri) adlı, isimsiz olarak basılmış ve Lancelin de Laval’e atfedilen iki kitap, Hz. Muhammed’in özel hayatını ve aşk ilişkilerini anlatma iddiasında. Humphrey Prideaux tarafından yazılıp ilk kez 1697 yılında basılan ve sonrasında defalarca yeniden basılmış olan uydurma bir biyografi ise sadece peygamberin hayatıyla ilgili skandal dolu ayrıntılar içermekle kalmayıp, aynı zamanda bazı basımlarında peygamberi çok uygunsuz durumlarda tasvir eden resimler de içermektedir.
Batının İslam’ın sözde şehvaniliği ile bu ilgisinin bir diğer sonucu da çok sayıda [görsel 6] Arap erotik edebiyatı klasiğinin batı dillerine tercüme edilip yayınlanması olmuştur. Elbette böyle eserlerin yayınlanmaya değer olmadıklarını söylemeye çalışmıyorum –hatta ben de bazılarını yayınlamak üzere çalışmalar yürütmekteyim. Burada altını çizdiğim, sayısız klasik Arap edebiyatı eserleri arasından, bilhassa da Avrupa dillerinde çok az sayıda tercüme eser mevcut olduğu bir dönemde, özgül olarak bu tür eserlerin tercüme edilerek yayınlanmak üzere seçilmiş olmasının dikkate değer olduğudur.
“Oryantal” cinsellik Doğunun temel bir özelliği olarak görülmeye başlandıkça, batılı yazarların, ciddi eserlerde dahi, konudan kaçınmaları zorlaşmaya başladı. [görsel 7] Örneğin, Aaron Hill’in –kraliyete ithaf edilmiş olan ve çok sayıda üst düzey kişi tarafından sponsor edilen– akademik bir araştırma olan 1709 tarihli yayını A Full and Just Account of the Present State of the Ottoman Empire in All its Branches (Osmanlı İmparatorluğu’nun Tüm Kollarında Şimdiki Durumunun Tam ve Adil Bir Değerlendirmesi/Anlatımı) bir İngiliz ticaret gemisinin kaptanının, bir İngiliz denizcinin ve bir Fransız büyükelçilik kâtibinin İstanbul’da kadınlarla olan çeşitli maceralarını hevesle anlatan uzun bölümler içermektedir. Benzer biçimde, Elias Habesci’nin 1784 tarihli The Present State of the Ottoman Empire (Osmanlı İmparatorluğu’nun Şimdiki Durumu) adlı kitabında “Entertaining Anecdote of a young Frenchman and the Wife of a Turk” (Genç bir Fransız Erkeği ve bir Türk’ün Karısı Hakkında Eğlenceli bir Anekdot) adlı bir bölüm yer alır. Bu türden yazılar çoğu zaman eserin güvenilirliği bakımından bir zorunluluktu zira yazarın “Doğu” hakkında bilinmesi gereken her şeye vakıf olduğunun bir kanıtı olarak işlev görürdü. Ve tabii ki okur tarafından da beklenirdi. Bu nedenle, Sir Paul Rycaut 1666 tarihli bir başka The Present State of the Ottoman Empire (Osmanlı İmparatorluğu’nun Şimdiki Durumu) adlı kitapta şöyle yazar:
“Okurlarımı bu Sarayın tecrit edilmiş hanımlarının Siyah muhafızları olan Hadımağaların mekanlarına kadar getirdiğime göre, ihtimal odur ki kendilerini kapıda bırakıp onlara Büyük Senyör’ün [yani padişahın] Metreslerinin yaşadığı bu daireleri anlatmazsam bunu kabalık addedebilirler: Ve her ne kadar harem ile olan tanışıklığımın (Türkiye’deki kadınlar ile tüm aşinalığımda olduğu gibi) tuhaf ve bilinmezliklerle dolu olduğunu samimiyetle itiraf etmek zorunda isem de, sırf saygısızlık ettiğim için kendimi suçlu hissetmemek adına, bu Esir Hanımlar hakkında, bilebildiğim kadarı ile, kısa bir bölüm aktaracağım.”
Böylece, harem kadınları hakkında iç gıcıklayıcı hikâyeler, bilhassa da batılı erkekler ve yerli kadınlar arasındaki münasebetler ile alakalı olanları, bir yazarın akademik özene sadakatinin bir neticesiymiş gibi görünerek, bir bakıma ansiklopedik bilgi ile erotizmin bir araya geldiği bir zemin oluşturuyordu.
Zamanla, Hıristiyan Avrupa ile Müslüman “Doğu” arasındaki çatışmalar cinsellik üzerinden tasvir edilmeye başlandı. Büyük Fransız çizerlerden Achille Devéria’ya ait olduğunu düşündüğüm bu [görsel 8] çizim, belki de bahsettiğim eğilimin ulaştığı en saçma noktadır: kalkmış penisleriyle bir Haçlı askeri ve bir Endülüs savaşçısı, ödülü görünüşe bakılırsa fondaki yarı çıplak kadın olan bir savaşa tutuşmuşlar. Tabii ki bazı chansons de geste (Orta Çağ kahramanlık türküleri) Hıristiyanlar ile Endülüslü Müslümanlar arasında birtakım gönül ilişkilerinden bahsederdi, fakat bu ölçüde müstehcenlik ancak Devéria ile ortaya çıkacaktı.
Bu durumda, [görsel 9] The Turkish God (Türklerin Tanrısı) isimli 20. yüzyılın başlarında yapılmış bu karikatürün, alt tarafta dünyadaki vahşeti ve üstte de cennetteki şehveti tasvir eden iki parçadan oluşması şaşırtıcı değildir. Bu görsel her ne kadar incitici ise de, Müslüman “Doğu”nun sadece eskiden değil, bugün de Batılı bakış açısından nasıl algılandığının mükemmel bir ifadesidir.
Şimdi gelin Osmanlı’ya biraz daha odaklanalım. Konstantinopolis’in fethi [görsel 10] belki de cinselleştirmenin Osmanlı bağlamında sistematik olarak kullanılmasının ilk örneği idi. Fatih Sultan Mehmed ve Bizans prensesi Irini hakkında doğruluğu pek şüpheli fakat yaygın olarak anlatılan bir hikâyede de görüldüğü gibi, fetih sırasında Türkler tarafından edildiği iddia olunan zulüm çoğunlukla cinsel içerikli olarak tasvir edilir. 15. yüzyıl vakanüvisi Mathieu d’Escouchy, Fatih’in prensese tecavüz ettiğini, Müslüman olmaya ikna edemeyince onu Aya Sofya’ya gönderip, çırılçıplak soydurup, kellesini vurdurduğunu yazar. Çağdaşı bir başka vakanüvis, Jacques de Clerq, Türklerin, fetih sırasında kız çocuklarıyla beraber birçok soylu Bizans kadınının sığınmış olduğu Aya Sofya Kilisesi’ne girdiklerinde “zorla ve rızaları olmaksızın ve yaratıcımız Tanrı’nın ve dinin [emirlerini] yok sayarak [bu kadınlarla] cinsel ilişkiye girdikleri”ni yazmıştır. Bir başka vakanüvis ise, “[…] bu kadınların ve bakirelerin acımasız Paganlar ve barbar Türkler tarafından uğradıkları utanç verici tecavüzleri” kınamaktadır. Sonraları, Johannes Brenz gibi 16. yüzyıl Alman Protestan propagandacıları ve ilahi yazarlarının eserlerinde de benzer anlatılar yer almıştır. Söylemeye lüzum yok ki, burada anlatmaya çalıştığım şey, bu türden mezalimin gerçekleşmiş olma ihtimalinin olmaması değil, Avrupa’nın Osmanlı ile karşı karşıya gelişinin ısrarla cinsellik üzerinden anlatılışıdır.
Gerçekten de, 16. yüzyılın başlarındaki Viyana kuşatması Osmanlılar ile ilgili, birçoğu görsel olmak üzere yeni bir cinsel referanslar serisinin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Burada [görsel 11] Erhard Schön tarafından, Hans Sachs’ın Türkische Tyranney (Türk Zulmü) şiirine illüstrasyon olarak yapılmış bir ahşap baskı görüyorsunuz. Viyana Kuşatması vesilesiyle 1529 tarihinde yapılmış olan bu baskıda Türkler Hıristiyan çocukları kazığa oturtuyor. Daha az göze çarpan fakat aynı ölçüde önemli bir ayrıntı ise, ön taraftaki kadınlar. Özellikle bir tanesinin eteği yukarıya doğru sıyrılmış. Sanat tarihçisi Diane Wolfthal’e göre, Türklerin tasvir edildiği 16. yy Alman ahşap baskılarındaki, genellikle sadece ölü kadınlar olarak yorumlanagelen görseller aslında bu kadınların özgül olarak tecavüze kurban gittiklerini anlatan görsel şifreler içerir, ki bunlardan en bariz olanı da dizlerin üzerine sıyrılmış eteklerdir. Wolfthal aynı dönemden, cinsel şiddetin kurbanların eteklerinin sıyrılmış olmasıyla tarif edildiği başka ahşap baskılardan da bahseder ve şair Sachs’tan alıntıladığı dizelerde bir Türk’ün ağzından şu sözleri alıntılar: “Kızları veya kadınları yakaladığımızda elbiselerini dizlerinin üzerine kadar yırtarız… Böylece bakirelere ve genç kadınlara canımızın istediğini yaparız.” Yani, söz konusu ahşap baskıda ön planda yer alan eteği yukarıya sıyrılmış kadın, muhtemelen bir tecavüz kurbanını temsil etmektedir.
Bir başka örnek ise [görsel 12] 1529 ila 1530 yıllarına tarihlenen, birinci Osmanlı kuşatması sırasında Viyana’nın planını gösteren bu meşhur gravürdür. Hans Sebald Beham veya Nikolaus Meldemann tarafından yapılmıştır ve yaklaşık 90x90 santimetre ebatlarıyla oldukça büyük bir eserdir. Gravürün bir köşesinde [görsel 13] bir kez daha sıyırılmış etekleriyle ölü kadınlar, yani Türkler tarafından tecavüze uğramış kurbanları temsil eden figürler görüyoruz.
Yücelikten, bir kez daha gülünçlüğe doğru yol alıyoruz. [görsel 14] Çek sanatçı Jaroslav Čermák’a ait olan bu resim, kanımca Fransızların “l’art pompier” dediği [devasa, abartılı, tarihsel temalı (ç.n.)] resimlerin muhteşem bir örneğidir. İlk kez 1861 yılında Paris Salonu’nda sergilenmiş olan bu resim, sözümona Türklerin Balkanlar’da, Hersek’in Hıristiyan köylerinden birine yaptıkları baskını tasvir eder ve Türklerin tecavüzcü imajına bir örnektir. Fakat belki bundan da daha ilginç olanı, bu resmin bir gravürünün 20 yıl kadar sonra Philadelphia’da “Episode of the Massacre in Syria” (Suriye’deki Katliamdan bir Görüntü) adıyla basılmış olmasıdır. Hersek veya Suriye, ne fark eder, değil mi? Herkes tecavüzü gerçekleştirenin Türkler olduğundan emin olduğu sürece, tecavüz kurbanlarının kimliğinin bir önemi yoktur!
Şüphesiz, aynı konu erotik edebiyatta da işlenmiştir. [görsel 15] Hıristiyan kadınları kaçıran Türk istilacılar rağbet gören konulardan biriydi, ve burada da birbirinden çok farklı yöreleri tasvir eden iki görsel görüyorsunuz: solda Ermenistan, ve sağda Makedonya. Her ikisi de ünlü çizerler olan Georges Topfer ve Gottfried Sieben’in ellerinden çıkma. Erotik edebiyatın, çok ciddiye alınmaması gereken marjinal bir alan olduğunu düşünebilirsiniz, ama gerçekte erotika ve anaakım arasındaki fark niteliksel değildir, sadece derece meselesidir. Örnek olarak, bu iki görsel [görsel 16] ile size tezimi anlatayım. Soldaki, yine Georges Topfer’e ait. Sağdaki ise anaakım bir Alman gazetesinden. Kullanılan görsel dil, soldaki imajdaki çıplaklık haricinde, her ikisinde de tıpatıp aynı.
Size daha da çarpıcı bir örnek göstereyim: iki kitap kapağı [görsel 17]. Soldaki, gerçekten çarpıcı bir biçimde, Ermeni soykırımını temel alan bir erotik metindir. Sağdaki ise, soykırım esnasında ve sonrasında soykırım mağdurlarına destek elde etmek maksadıyla çokça kullanılmış olan, hatta filmi de yapılmış olan, Aurora Mardiganian’ın ünlü hatıratı. İki kitabın kapağı dikkate değer ölçüde birbirine benziyor. Hatta aslında sağdaki kitap kapağının soldakinden bir parça daha seksi olduğu bile söylenebilir. Bence bu durumda kaynakları cinsellik içerip içermediklerine bakarak sınıflandırmanın/ayrıştırmanın anlamsız olduğuna kanaat getirebiliriz.
1890’larda gerçekleşen Ermeni katliamı, Au service du Sultan rouge (Kızıl Sultanın Hizmetinde) adlı bir erotik romana [görsel 18] da konu olmuştu –ki burada bahsi geçen sultan, biliyorsunuz, II. Abdülhamid’dir. Açıkçası, Abdülhamid en sık cinselleştirilen Osmanlı karakterlerinden biriydi ve kendisi ve “özel hayatı” hakkında gerçekle kurgu arasındaki sınırları belirsizleştiren çok sayıda kitap [görsel 19] yazılmıştır. Sağdaki üç kitabın birer roman olduğu aşikâr olmakla beraber, soldaki iki kitabın da tamamen biyografik özellikte olduklarını söylemek zordur.
Abdülhamid sıklıkla siyasi karikatürlere de konu olurdu ve bir Çek dergisinden alınma bu örnek [görsel 20] belki de aralarında en zekice olanlardan biridir.
Solda, sultanı, Avrupalılarca görüldüğü haliyle tasvir ederken, sağda da kendisini gerçekte olduğu gibi resmetmektedir. Burada padişah hareminde bir kukla olarak değil, emrindekilerle istişare halinde ve savaş planları yaparken gösterilmektedir. Fakat bu türden bir ciddiyet istisnaydı, kural değil. Aslında birçok başka karikatür [görsel 21] Abdülhamid’i ve reel siyaseti cinsel ilişkilere indirgiyordu. Solda, Abdülhamid’in siyasi müttefikleri kendisinin tercih ettiği kadınlar şeklinde resmedilmiş. Sağda ise, Girit ve Makedonya’nın imparatorluktan ayrılması haremdeki cariyelerin milliyetçi partizanlar tarafından özgürlüklerine kavuşturulması şeklinde tasvir edilmiş.
Burada [görsel 22] iki Fransız yayınında “constitution” [hem “anayasa,” hem “bünye” (ç.n.)] sözcüğünün farklı sözlük anlamları ile bir kelime oyunu yapılarak 1908 yılındaki anayasanın ilanı bir kez daha Abdülhamid’in cinselliği üzerinden tasvir edilmiş.
1909 yılında Abdülhamid İttihat ve Terakki komitesi tarafından tahttan indirildiğinde bu da [görsel 23] yine cinsellik üzerinden tasvir edilmiştir. Abdülhamid’in yüz hatlarının haremindeki kadınlar biçiminde tasvir edildiği kartpostallar, hatta bir altın madalyon dahi üretilmişti. Burada da Abdülhamid’in tahttan indirilmesini anlatan [görsel 24] başka görseller var. Sağdaki görsel, birkaç yıl önce elime geçen bir cam negatiften. Sanıyorum hiçbir zaman kitap olarak basılmamış.
Yani Abdülhamid mütemadiyen haremiyle beraber –ve bazen de kendisi bizzat harem şeklinde– tasvir edilmekteydi. Peki neden? Bence aradığımız cevap tamamiyle “Doğu despotizmi” kavramında yatıyor, ki Abdülhamid –Batı’daki lakabıyla Kızıl Sultan– bunun 20. yüzyıl başlarındaki örneğiydi. Alain Grosrichard, 1979 tarihli ilginç çalışması Structure du sérail (Sarayın Yapısı) kitabında Doğu despotizmi kavramının temelde cinselleştirilmiş olduğundan ve bir kadınlar hapishanesi olarak “tamamen cinsellikle özdeşleştirilmiş bir mutlak güç alanı” olarak görülen sultanın sarayının bu söylemin ana motifi olduğunu iddia eder. Şöyle der kendisi:
“Şunu kabul etmek lazımdır ki, Doğu despotizmi, gücün hem dayanağı olan hem de hiçbir biçimde aşılamayacak doğal bir zorunluluk olarak kullanıldığı, belirli bir tür cinsiyet ilişkisi ile, belirli bir cinsel ekonomi ile ilintilidir. […] [Sultana] kişisel bir hak olarak tanınan sınırsız cinsel tatmin, aynı zamanda onun mutlak gücünün ve bu gücün aldığı şeklin izahının da bir aracıdır. […] Doğu despotizminin gerçek doğasını anlayabilmek ve uyandırdığı hayranlığın ne kadar güçlü olduğunu değerlendirebilmek için, bu kavramı, aslen ait olduğu cinsellik alanında incelemek gerekmektedir. Benzer biçimde, koskocaman imparatorlukları yöneten Doğu despotizmi gücünün kalbi, tam da despotun hane içi gücünü kullandığı yerde gizlenmiştir: o cinsellikle iç içe geçmiş ve cinsellikle şekillenen, dışarıya kapalı, [yabancı] bakışlara yasaklanmış yerde –yani sarayda.”
Grosrichard’a göre, kadınların itaatkârlığı, despotun mutlak hâkimiyeti için bir model teşkil etmiştir. Bir başka deyişle, harem despotik ülkenin küçük ölçekli bir modeliydi ve mutlak hükümdarın gözünde, doğulu kadınlar kocaları veya sahipleri için ne ifade ediyordu ise, doğulu erkekler de onu ifade ediyordu. Grosrichard’dan aktarmaya devam edelim:
“Despotik toplum, bir yandan, (erkeklerin) kendi küçük köle tebaaları (kadınlar) üzerinde mutlak hakim oldukları bir hane içi despotlar zinciri olarak tezahür eder; öte yandan, bu erkekler O’nun [hükümdarın] karşısında birer hiç’tir: onun kanunu karşısında yok olurlar ve hayal güçlerinin her türlü itibarı uygun gördüğü kişiliğine taparlar. [Böylece, oryantal erkekler] kendileri birer kadına dönüşürler: bu aslında Asya ikliminin onlara biçtiği kaderdir, oradaki erkeklere, Avrupa’da dişilliği nitelendiren tüm özellikleri vermek.”
Despotizm ve harem kavramlarını ilintilendiren bu türden tanımlamaların en bilindik örneği şüphesiz ilk kez 1721’de yayınlanmış olan Montesquieu’nün Letters persanes’dir (İran Mektupları) ancak buradaki tema evvelden beri yaygın olarak kullanılmaktaydı.
Sadece hareme değil, aynı zamanda güç [görsel 25] ve şiddet kavramlarına da yapılan bu vurgu tamamiyle Doğu’nun despotizm ve mantık dışı şiddetin bir merkezi ve Avrupa’nın rehberliği, akılcılığı ve medenileştirmesine ihtiyaç duyan bir bölge olarak gösterilmesi amacına hizmet etmiştir. [görsel 26] Abdülhamid –Kızıl Sultan– emperyalizmin sömürgeleştirme yarışının en kızıştığı dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun başındaydı ve bu tanımlamalar Batılı halkların emperyalist yarışa desteğini sağlamak bakımından kullanışlıydı. [görsel 27]
Eğer tüm Osmanlı kadınları birer mahkûm idiyseler, o zaman hareme bu kadınların getirilmesini sağlayacak bir altyapı da olmalıydı. Bu altyapının adı köle ticaretiydi. [görsel 28] 19. yüzyılda, Amerika Birleşik Devletleri soykırım niteliğindeki Atlas Okyanusu köle ticaretini sürdürmekte iken, köleliğin yasaklanması için Britanya liderliğinde bir hareket ortaya çıkmıştı. Bu kampanyanın baş muhattaplarından biri de, önce köle ticaretini, çok sonraları da köleliği yasaklayan Osmanlı İmparatorluğu’ydu. Mağrib’deki Osmanlı korsanlarının elinde yüzyıllar boyu süren kölelikten sonra [görsel 29] Türk köle pazarı görüntüleri Avrupa’nın toplumsal belleğine kazınmıştı. İlginç olan, bu konunun cinselleştirilme derecesi idi. Örneğin bu resim [görsel 30], 1912 yılında Paris’te basılmış olan ve adı Encyclopedie de l’amour: Turquie (Aşk Ansiklopedisi: Türkiye) olan bir kitabın iç kapak görseli. Nasıl olmuştu da, köle pazarını tasvir eden bir resim bir “aşk ansiklopedisi”nin tamamıyla Türkiye’ye ayrılmış olan bu cildinin iç kapak görseli olarak seçilmişti? Batılıların tahayyülünde bu kavramlar ayrılmaz biçimde iç içe geçmişti.
Harem bir hapishane [görsel 31] olarak tasvir ediliyordu; harem kadınları ise mahkûmlar ve Osmanlı hükümdarı da onların sahibi olarak. Harem ağası erkeksi olmayan erkekti [görsel 32] yani sultanın tüm bunların mümkün olmasını sağlayan erkek tebaası. Şüphesiz haremin ve hamamın son derece erotik bir biçimde tasvir edildiği sayısız Oryantalist resim görmüşsünüzdür, fakat bu resimler en azından bir miktar edepli olmaları gereken anaakım eserlerdir. Haremin ne ölçüde cinselleştirildiğini gösterebilmek adına, sizlere anaakımın bir parça dışında kalan birkaç resim göstermek istiyorum.
Burada [görsel 33] ilk kez 1779 yılında Fransızca olarak basılan ve uzun süre Voltaire’e atfedilen bir kitap olan l’Odalisque (Odalık)’ın Almanca baskısından iki görsel görüyorsunuz. Bu arada artık biliyoruz ki bu kitap aslında Voltaire’e ait değil. Kitabın metni kısmen erotik ama, görseller metinden çok daha erotik.
Aynı şekilde, burada da bir anonim gravür [görsel 34] görüyoruz, muhtemelen geç 18. veya erken 19. yüzyıldan ve ismi de Délassement turque (Türk usulü rahatlama).
Müstear adı Sartori olan bir illüstratöre ait olan bu [görsel 35] gravür, Rococo dönemi çizeri Franz von Bayros tarafından Viyana’da çıkarılan Die Bonbonniere adlı dergide basılmış.
Bu [görsel 36] Dimitri Casali’nin birçok Avrupa ve Asya sarayını anlattığı Précis érotique de l’Histoire universelle’de (Dünya Tarihinin Erotik Özeti) yer alan, Achille Devéria’ya ait bir renkli baskı. Ve bunlar da [görsel 37] Devéria’nın başka hayalî harem tasvirleri.
Ve son olarak, tüm haremin cinselleştirildiği, Britanyalı çizer Thomas Rowlandson’a ait bu büyüleyici resim [görsel 38]. Burada harem sadece cinsel edim için bir sahne olmaktan öte, kendisi de harem kadınlarının cinselleştirilmiş tasvirlerinden oluşmakta.
Bu kültürel arkaplana bakıldığında, cinselleştirilmiş harem kavramının uzun süre Osmanlı İmparatorluğu ile eşanlamlı olarak kullanılması şaşırtıcı değildir. [görsel 39] Avrupa’daki Osmanlı varlığı 1912’deki Balkan Savaşı ile sona erme tehdidi altındayken bir Çek dergisinde şu iki siyasi karikatür yayınlanır. Solda, cariyeleri tarafından çevrelenmiş halde olan sultan, Tevrat’taki Babil Kralı Belşazzar’ın hikâyesindeki gibi bir elin duvara günlerinin sayılı olduğunu yazmasını izlemektedir. Tevrat’a göre Belshazzar aynı gece öldürülmüş ve böylelikle Babil Krallığı da sona ermiştir. Buradan çıkarılacak hisse gayet açıktı: Osmanlı İmparatorluğu yakın zamanda parçalanacaktı.
Sağdaki çizimin mesajı bundan daha da açıktır. Sultan V. Mehmed Reşad olduğu açıkça anlaşılan bir adam cariyeleriyle beraber cennetten kovulmaktadır. Tabelada “Asya’ya gider” yazılıdır ve resimaltı da cennet kavramının Avrupa ile eş tutulduğunu kanıtlar niteliktedir. Yani, ateşten kılıcı olan melek, Hz. Adem’in Türk versiyonunu (birkaç Havva’sıyla beraber) cennetten kovmaktadır.
Elbette, her iki karikatür için de güncel bir uluslararası durumu tasvir etmek için Tevrat’tan çok bilinen hikâyeleri mecaz olarak kullandıkları, ve bunun da hiçbir orijinal tarafı olmadığı iddia edilebilir. Doğru, fakat sultan ve hareminin bu denli takıntılı biçimde tüm Osmanlı İmparatorluğu’nu temsilen kullanıldığını görünce sanıyorum bunun üzerine bir iki şey söylemek icap eder.
Gerçekten de, savaş ve sömürgeciliğin cinselleştirilmesi 20. yüzyılın başlarında çok yaygınlaşmıştı ve stereoskopik slaytlar ve kartpostallar [görsel 40] gibi popüler efemera ürünlerinde kullanılmaktaydı. Her iki görüntüde de Avrupalı bir asker sömürge hareminin sınırlarını aşıyor, bu da emperyal güçlerin sömürgeleri işgalini temsil ediyor. Burada, anti-emperyalistler tarafından bugün dahi sıklıkla kullanılan bu teşbihin, kadınları vücutları ele geçirilebilecek varlıklar ve erkekleri de onları ele geçirenler olarak temsil eden cinsiyetçi stereotipler üretmesi bakımından son derece zararlı olduğunu söyleyebilirim. Diğer bir deyişle, birisi örneğin Birleşik Devletlerin Irak’a “tecavüz ettiğini” söylediğinde, Amerikan emperyalizmini eleştirmekten başka bir şey daha yapmaktadır: bu kişi aynı zamanda “tecavüz” kavramını kadın bedeninin ele geçirilmesi olarak doğallaştırmaktadır.
Şimdi gelin Osmanlı sonrası döneme bakalım ve Osmanlı İmparatorluğu’nun cinselleştirilmesinin Cumhuriyetçiler tarafından nasıl kullanıldığına şahit olalım.
1924 yılının Mart ayında, [görsel 41] Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanının üzerinden henüz altı ay bile geçmemişken, Resimli Ay adlı dergide, çok uzun bir başlık altında bir makale yayınlanır: “Saray, Sînesinde Binlerce Cariye Saklayan bir Fuhuş ve Rezâlet Menba’ı İdi.” Resimli Ay, Paris ve New York’ta eğitim görmüş, ülkenin önde gelen solcu entelektüellerinden olan Zekeriya ve Sabiha Sertel çifti tarafından yayınlanıyordu. Bu makale kaba saba Cumhuriyetçi propagandadan başka bir şey değildi, fakat asıl ilginç olan, bu makalenin batılıların kalıp harem ve Osmanlı sultanı algısını yeniden üretmesiydi.
Bu makalede okuyoruz ki, [görsel 42] solda gösterilen vergi mükellefleri sefalet içinde yaşarken, sağda resmedildiği şekilde, ülkenin hükümdarları zamanlarını haremin havuzunda oynayan çıplak cariyeleri izleyerek geçiriyordu. İlk bakışta, ilerici bir entelektüelin bu saçma oryantalist stereotipleri benimsemesi belki şaşırtıcı görülebilir, ama aslında bu daha önce eşi benzeri görülmemiş bir durum değildir. Cinsellik tarih boyunca bir ayrıştırma aracı olarak kullanılagelmiştir, örneğin burjuvazinin kendisini hem aristokrasinin yozlaşmış cinselliğinden hem de işçi sınıfının hayvani dürtülerinden tefrik etmesinde olduğu gibi.
[görsel 43] Fransız Devrimi’nin hemen sonrasında Kral XVI. Louis’nin iktidarsızlığı ve Marie-Antoinette’in doymak bilmez cinsel iştahı hakkında çok sayıda malzeme yayınlanmıştır. Birçok gravürde [görsel 44] kraliçenin askerler, soylular ve içlerinde Marquis de Lafayette’in de bulunduğu birtakım politikacılarla cinsel ilişkide bulunduğu iddia edilmiştir. Hatta kraliçe [görsel 45] bu resimde birçok cinselleştirilmiş bedenin bir birleşimi olarak resmedilmiştir, aynı Abdülhamid’in resmedildiği gibi.
Özetle, Ancien Régime’in (devr-i sabık) cinselleştirilmesi, Cumhuriyetçilerin sıra kendilerine geldiğinde benimsedikleri, aslen oldukça eski olan bir yöntemdi. İhsan adlı biri tarafından yazılmış bu kitap [görsel 46] –ki bu da 1924 yılında yayınlanmıştır– şu başlığı taşıyordu: Nazendenin Sergüzeşti: Sarayların Fuhşu, Seviciliği ve Bin Türlü Rezaletleri. Abdülhamid’in cinselleştirilmesi, yarı-erotik, sansasyonel romanlar yazan bazı [görsel 47] Türk yazarlar tarafından da kullanılmıştır. İstanbul’un İtilaf Kuvvetlerince işgali, Selâhaddin Enis ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu dâhil bazı yazarlar tarafından cinselleştirilmiş bir biçimde [görsel 48] tasvir edilmiştir. Karaosmanoğlu, işgal İstanbulunu Osmanlı seçkinlerinin yabancı işgalcilerle işbirliği –ve zina– içerisinde olduğu, cehennem azabının yaşandığı bir yer, ikinci bir Sodom ve Gomora olarak betimlemiştir. Batılı yazarlar için de Cumhuriyet Türkiyesi öncelikle [görsel 49] “Haremsiz Türkiye” idi.
Zamanla Cumhuriyetçilerin ateşi söndükçe, Osmanlı İmparatorluğu’nu kötülemek önemini yitirdi, onun yerine, ülkenin Osmanlı geçmişi giderek [görsel 50] egzotize edilmeye başlandı. 1968 yılında, İsmet Zeki Eyüboğlu Divan Şiirinde Sapık Sevgi adıyla son derece homofobik bir kitap yayınladı. Bu kitapta, klasik Osmanlı şiirindeki “hasta” cinsellik, halk edebiyatındaki “sağlıklı” heteroseksüellikle karşılaştırılıyordu. Yaklaşık 35 yıl sonra, İsmail Metin An Osmanlı sarayındaki cinsel pratikler ve “sapıklıklar” hakkında bir kitap yazdığında, Osmanlıların “sapıklıkları” artık eğlence malzemesi olmuştu. Birinci baskısının ismi sadece “cinsel eğilimler”ken, ikinci baskıda daha sansasyonel bir başlık seçilmişti: “cinsel sapıklıklar.”
[görsel 51] Murat Bardakçı Osmanlı’da Seks adı altında çok satan bir kitap yazdı ve bu kitap şimdiye dek 9-10 baskı yaptı. Farklı eserlerden cinsellikle ilgili kısımların bir derlemesi, bir nevi “Osmanlı erotik edebiyatı Reader’s Digest’i” olan bu kitabın basındaki yansımaları genellikle büyükannelerimiz ve büyükbabalarımız ve büyük-büyükannelerimiz ve büyük-büyükbabalarımızın da cinsellik hakkında bir şeyler bildiğine dair yaşanan büyük şaşkınlık şeklinde oldu. Sema Nilgün Erdoğan müstear adıyla yazılmış olan Sexual Life in Ottoman Society (Osmanlı Toplumunda Cinsel Yaşam) birkaç farklı dilde yayınlandı. Tahmin edebileceğiniz üzere, bu kitap genellikle turistlerin çokça gidip gördüğü yerlerde satılıyor. Aslen bir hekim olan İlter Uzel de, birtakım Osmanlı erotik metinleri üzerinde çalışmış, Osmanlı’nın ‘En Seksi’ Sırları adlı bir başka sansasyonel kitaba imza atmıştır. Kitabın isminde “En Seksi” neden tırnak içine alınmıştır, onu bilmiyorum.
Hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, yüzeysel ve sıkıcı bir “neo-Osmanlıcılık” akımının moda olduğu ve Türkiye’deki mevcut hükümet tarafından sistematik olarak baskıcı bir siyasi söylemin belkemiği haline getirildiği bir zamanda Osmanlı cinselliğinin bu şekilde egzotikleştirilmesine çok sayıda tepki gelmektedir. [görsel 52] Birkaç yıl önce –korkarım tarihi not etmemişim, ama yaklaşık 10 yıl kadar önce olmalı– Osmanlı tarihçilerinin duayeni Halil İnalcık, “Harem bir fuhuş yuvası değil, bir okuldu” başlığıyla bir makale yayınlamıştı –ki burada iddia edilen fikir de karşı çıkılan fikir kadar yüzeyseldi. Evet, haremde birtakım eğitim faaliyetleri yapılıyordu, ama haremi bir okula indirgemek tamamiyle anlamsız, onu bir fuhuş yuvasına indirgemek anlamsız olduğu gibi.
Neo-Osmanlıcı eleştirilerin odağındaki bir hedef de, televizyon dizisi [görsel 53] Muhteşem Yüzyıl olmuştu. Bu dizide Kanuni Sultan Süleyman kadınlara aşırı düşkün olarak tasvir ediliyordu. Dizi, büyük bir uluslararası başarıya ulaştı, fakat Türkiye’nin muhafazakâr basın-yayın organlarında çokça tartışıldı ve hedefe konuldu. Burada [görsel 54] bir internet sitesinden, birbiriyle alakasız iki fotoğraf ve şu resimaltını görüyoruz: “İki resim arasındaki farkı bulun. Hangisi Osmanlı haremi?” Cevap, tabii ki, “hiçbiri.” Siyah-beyaz görüntü, Sultan II. Abdülhamid’in hareminin 1909 sonrasında dağıtılması neticesinde bazı kadınların Avrupa’yı gezerek para için kendilerini halka sergiledikleri dönemde çekilmiş bir fotoğraf. Fotoğraf dış mekanda çekildiğinden, kadınlar tabii ki örtülü. Dolayısıyla bu kare harem duvarlarının arkasında ne şekilde giyindiklerine dair hiçbir şey anlatmıyor. Renkli olan görüntü ise bir televizyon dizisinden. Özetle, ikisini karşılaştırmak tamamen anlamsız.
Sizlere mütebessim bir veda olarak, değerli Cumhurbaşkanımız [görsel 55] Recep Tayyip Erdoğan’ın bir görüntüsünü takdim etmek istiyorum. Bu fotoğraf, kendisi Muhteşem Yüzyıl dizisini eleştirdiği bir konuşma yaparken çekilmiş. “Bizim tanıdığımız Kanuni bu değil” diyor. Tabii ki Cumhurbaşkanı’nın tanıdığı Kanuni ne kendi oğlunu boğduran Kanuni’dir, ne de iktidarı sırasında Fuzuli’ye şu satırları yazdıran: “Selam verdim, rüşvet değildir deyu almadılar.” O dönem, şanlı, hatasız bir dönemdi ve çağdaş Türkiye o dönemle sürekli mukayese edilir ve hep eksik bulunur.