"Bugün adına Osmanlıca dediğimiz dil, hin-i hacette yemek üzere dipfrizde sakladığımız o donmuş katık değildi. Diğer tüm toplumsal diller gibi o da organik, akışkan, değişip duran, artan ve azalan, süreğen bir dildi. İşte biz bu süreğenliği ıskalıyoruz. Hem de tüm bir Osmanlıca çalışmaları disiplinin temelinde..."
28 Nisan 2022 19:30
Osmanlılar da Osmanlıcayı kimi zaman hakkıyla anlayamıyordu.
Bu önerme yazının selameti için kısa da olsa bir açıklamaya muhtaç.
İşe “fotoğrafın arabı”yla başlayayım. Bugün Osmanlı dediklerimizin dahi Osmanlıcayı kimi zaman hakkıyla anlayamaması derken, insanın okuduğundan ayrı ayrı manalar çıkartmasını bir tarafa koyuyorum; zira mutlak-anlaşılır bir dil olmamıştır yeryüzünde. Sözünü edeceğim şey o değil. Meseleyi Osmanlıca veya diğer bir tabirle Osmanlı Türkçesi diye ayrıştırıp bir illüzyon yaratma niyetinde de değilim. Ondan bahsetmeyeceğim. Farklı yazı stilleri, kurt yeniği boşluklar ya da dağılmış mürekkepler yüzünden okumaya mâni maddi zorlukları da kastetmiyorum. Nitekim Osmanlıca öyle ya da böyle okunur. Mesele, doğru anlamak. Osmanlıcayı gerçekten ne kadar anlıyoruz?
İnebahtı Muharebesi’nin ardından İspanyol askerleri Müezzinzade Ali Paşa’nın başını gövdesinden ayırdıktan sonra kaptanın köşkünde buldukları bir yazmayı da diğer ganimetlerin yanında İspanya’ya yollarlar. II. Felipe bu yazmanın çevrilmesini emreder ve Luis Juan de Alzamora’yı bu işle görevlendirir. Bu yazma bugün Madrid’de, El Escorial’de bulunan ve Seyyid Muradi’nin yazdığı Gazavât-ı Hayreddin Paşa’dır. Alzamora’nın belirttiğine göre çeviri Atinalı bir yeniçerinin torunu olan ve çat pat İspanyolca anlayan bir köle yardımıyla yapılmıştır. Kölenin anadili Türkçedir. Ancak bir sorun vardır: Metnin çoğunu anlamakta güçlük çekmeyen bu köle, ilk üç sayfayı Osmanlıca olmasına rağmen hiç anlayamamıştır.[1] Bir zamanlar bir Osmanlı tebaası olan bu kölenin anlamadığı kısımdan 16. asırda “halk kitleleri”nin Osmanlıca ile imtihanı hakkında ufak da olsa bir düşünme parantezi açabiliriz belki. Anlaşılmayan bölüm Gazavatname’nin bol terkipli mukaddimesi, yani giriş kısmıdır. Bu bölüm metnin geri kalanından kelime dağarcığı ve gramer yapılarıyla ayrılır. Kısa bir tadımlık:
“Şükr [ü] sipās ve ḥamd-i bī-ḳıyās ol ḫāliḳ-i vücūd ve rāzıḳ-ı her mevcūd içün olsun kim bizi ketm-i ʿademden ʿālem-i vücūda getürüb īmān ḫilʿatları ile ḫilʿatlandurdı ve Ḳurʾān-ı ʿaẓīm niʿmetleri ile niʿmetlendürdi ve anlarla ġanī ḳıldı [...] baʿdehū ol ḥażret-i sulṭānu l-aʿẓam ve ḫāḳānu l-muʿaẓẓam melik-i riḳābü l-ümem mevlā-yı mülūkü r-Rūm ve l-ʿArab ve l-ʿAcem ve bāsiṭu l-emn ve l-amān nāşirü l-ʿadl ve l-iḥsān [...] sulṭān-i selāṭīn-i zemān ẓıllu llāhi l-meliki l-mennān aʿnī ḥażret-i sulṭān-ı kām-rān ebū n-naṣr Sulṭān Süleymān Ḫān ibn-i Selīm Şāh ibn-i Bāyezīd Ḫān bin Muḥāmmed Ḫan-ı Ġāzī-yi ṣāḥib-ḳırān ḫallede llāhu salṭanatuhu ve ebbede memleketehu”[2]
Demek ki Osmanlıcadaki bol terkipli kısımlar, Arapça ve Farsça ibarelerin fazlalığı Alzamora’nın sözleriyle “doğuştan Türk” olan biri için anlaşılır olamayabiliyordu. Çünkü bu gibi unsurlar daha ziyade yazı dilinin ve dolayısıyla o dille donanmış eğitimlilerin erişimindeydi.
Ancak insan ne kadar eğitimli olursa olsun, zaman geçtikçe dil değişiyor ve zamansal mesafe arttıkça dili anlamak gayet tabii bir zorluk meydana getirebiliyordu. Osmanlıcayı tüm manevra kabiliyetiyle kullanabilen bir nasir olan Namık Kemal yazdığı onca tumturaklı metne rağmen “kudema”yı, geçmişin ediplerini anlayamamaktan şikâyetçiydi. Bu şikâyetinde de yalnız değildi, Recaizade Mahmud Ekrem gibi akranları da benzer düşünüyordu. Onlardan sonraki kuşağın temsilcilerinden ve artık ölmekte olan divan şiirinin son büyük tanıklarından Tahirülmevlevi, Ali Nihad Tarlan ve Ahmet Talat Onay’ın mektuplaşmalarında da Osmanlı şiirinin anlaşılmazlığına tanık oluruz.[3] Zaten nasıl her şeyi anlasınlar ki? Çağdaş bir metni bile %100 anlamak mümkün değilken, günümüzden birkaç yüzyıl önce yaşamış kişilerin yazdıklarını şıp diye anlayacağımızı düşünmek nereden bakarsak bakalım büyük naiflik. Pamuklara sarılmış bir entelektüellik çabası bu.
Osmanlıca bir metni gerçek anlamda kavramak, onu başka bir dile yahut günümüz Türkçesine çevirebilecek ölçüde deşmek insanı dumura uğratan bir deneyim. Geçmişteki her şeyin günümüzde bir karşılığı olacağını sanma tahayyülünün yıkılışı. Kimi yönleriyle yadırgatıcı, yabancı bir tefekkürün günümüze yansısı. Yıllardır Osmanlıca ile uğraşıp bu deneyimi şimdiye kadar yaşamamışsanız, kesinlikle bir şeyleri yanlış yaptığınızı söyleyebilirim. Neden?
Osmanlı 17. asrının başında, İstanbul’daki “şehr içre” edebiyata bakalım. Durduğumuz yerden 400 yıl uzaklıkta bir mesafe. Lafın gelişi, şöyle mektuplar uçuşuyor şairler arasında:
ḥaḳḳā ki teʿsīr-i ḫurşīd-i teʿyīd-i faʿ ʿālün li-mā yürīd ile gülşen-i sarāy-ı nüzhet-efzā-yı ülfetde şüküfte olan bahāristān-ı āmāl müşāhedesiyle terfīh-i bāl müyesser olan ferḫunde-hengām-ı şādmānī ki nuḫustīn sāʿat-i nevrūz-ı kāmrānī ve bihīn vaḳt-i germāgermī-yi ʿīd-gāh-ı şevḳ-i cāvidānī idi [...][4]
Bu ifadeler şu an yaşayan Türkçeye ne kadar çevrilebilir? Bu dört asırlık mesafenin künhüne varmak için biraz uzun erimli düşünmeli. Bu öyle kuş uçumu bir yol değil hiç kuşkusuz. Daha ziyade, yadırgatıcı, deyim yerindeyse “artgidimli” bir zaman yolculuğu.
Tarihî mesafenin sebep olduğu zorluklar geçmiş üstüne kafa yoranların, çalışanların çoğu zaman pek de umurunda değildir. Mevzubahis olan edebi bir eserse hele, bu kritik okuma daha da önem kazanır. Semih Tezcan’ın Dede Korkut ve Oğuznameleri yakın okumasının ayrıksılığı, hâlâ pek anlaşılmaması durumumuzu özetliyor.
Edebiyat, dil, kurumlar, ekonomi, toplum, mimari, vb. tüm şubelerini kapsayacak şekilde Osmanlı tarihçiliğinde yorum-analizden çok nakle dayalı bir anlayış yaygındır. Binlerce üyeli mail gruplarına aşina biri “mükerrer tez” uyarılarının neyi yansıttığını çok iyi bilir. Osmanlı tarihçisi çoğu zaman yorumlayan, anlamaya çalışan ve analiz eden bir zihin yerine, sözüm meclisten dışarı, mekanik bir aygıt gibi çalışır: Yazılı belgeyi okur, nakleder ve işi orada biter. Osmanlıcayı okumanın zorluklarını inkâr ediyor değilim, haşa! Ama tarihçinin esas işinin bu noktadan sonra başladığında hepimizin hemfikir olması gerekmiyor mu? Ve metni gerçekten doğru okumanın, transkribe etmenin bile esasında metni gerçekten anlamakla ilişkili olduğu müştereğinde de mi buluşamıyoruz?
Tarihçiliği bu araçsallık üstüne inşa edenler, son yıllarda pıtrak gibi çoğalan dijital beşerî bilimcilere uzaktan uzağa kuşkuyla bakıyor. İşlerinin elinden alınabilecek olmasının gerginliğidir belki bu. Artık, Fernand Braudel’in bir zamanlar dediği gibi “tarih disiplininin geniş şantiyesinde basit zanaatkârların yöntemleriyle çalışmıyor olacağımız günler” geldi.[5] Osmanlı tarihçiliği için geliştirilmekte ve geliştirilecek olan dijital sosyal bilim projelerinin, aygıtların, veritabanlarının ve yazılımların potansiyelinin farkındayım. Hiçbir surette bu girişimleri hor görüyor, küçümsüyor değilim. Tam tersine, tüm bunların alana yeni bir ivme kazandıracağı ortada. Ama şunu da belirtmeli, dijital beşerî bilimcilerin bir kısmında nakilci-tarihçilerin düştüğüne benzer bir yanılgı var. Bu yolda yapılan girişimlerin tarihçilik addedilebilmesi gibi bir durumla karşı karşıya kalabiliyoruz kimi zaman. Tüm bu teşebbüslerin tarihçiliğin ikamesi olarak görülmesi uzun vadede biraz yanıltıcı olacaktır. En azından, şimdiye kadar “proje” altında vitrine çıkan, duyurusu yapılan işlerin azımsanmayacak bir kısmında bu izlenime kapıldığımı söyleyebilirim. Bu durumu, bir zamanlar divan transkribe etmenin veyahut bir mühimme defteri okumanın tarihçilik sayılmasına benzetiyorum. Elbette ki “big data” toplamanın, networkharitaları çıkartmanın, veritabanları oluşturmanın, vb. alanı dönüştüreceğini biliyorum. Ancak tüm bunlar, daha gelişmiş bir yapay zekâ geliştirilmediği müddetçe birer manivela işlevi görecekler. Bunu unutmamalı. Bu manivelayı analitik bir şekilde tarihçiliğe nasıl monte edebiliriz? Esas sorum bu. Tarihçilik çoğumuza uzaklardan el sallıyor.
Mesafeye yeniden dönelim şimdi. Osmanlıcanın katettiği bu yolu çeşitli metot ve aygıtlarla ölçeklendirebiliriz. Sözlükler bu aygıtlar içinde, eskilerin tabiriyle “bila şekk ve la şüphe” her branştan Osmanistin takım çantasının ilk gözünde yer alıyor. Bu yazının mahreki de işte tam burası.
Lügatlere ne kadar güvenmeliyiz? Diğer şeylerin eksikliğinde çok, ama bu eksikliği hep akılda tutarak... Bu sözlüklerin kendi çağlarının öncesini ve sonrasını her zaman aydınlatmayacağını unutmadan...
Elimizdeki muteber Osmanlıca sözlüklerin çoğu 19. asrın mahsulü.[6] Elbette 19. yüzyıl öncesinde ve sonrasında Osmanlıca sözlükler vardı, hazırlandı. Ama bunlar ya o kadar kapsamlı ve güvenilir değildi, ya da sirkülasyona bir türlü giremedi. Bugün Lexiqamus gibi harikulade bir sözlük database’i dahi sadece 19. ve 20. asır sözlüklerine sırtını yaslıyor haklı olarak.
Şimdi hal böyleyken, şu sorulabilir: Söz gelimi, bir 17. yüzyıl şairi olan Bahai’yi anlamak için, Redhouse, vb. sözlükler bizi her zaman doğru manaya götürür mü? Kimi zaman, hatta bağlamın ve gerekli tarihî-edebi donanımın da yardımıyla çoğu zaman doğru anlamı bulabileceğimize inanıyorum. Nitekim 19. asırdan beri Osmanlı edebiyat tarihçileri bunu yapıyor. Ancak inanç bilimsel bir düşünme kategorisi değil. Dolayısıyla, bu soruya esas olarak “tam bilmiyorum” demek icap eder.
Belki de şöyle bir analoji trampleninden zıplayarak dalışa geçmeyi denemek daha uygun düşecektir: Söz gelimi 2022 yılında yazılmış bir metni anlamak için 19. veya 20. asrın başlarındaki bir sözlüğe baksam sonuç ne olurdu? Eminim ki bugün kullandığımız kelimelerin büyük bir kısmını hiç değişmemiş anlamlarıyla hemen orada buluverirdik. Bir kısmıysa başka, artık bugün rastlanmayan manalarda o sözlükte olurdu. Bazı kelimelerinse asla karşılığını bulamazdık. Bir de tabii kelimelerin kolektif çağrışımlarının zaman, mekân ve toplumsal sınıflar içindeki yankısı ve değişimleri var ki, henüz en ufak bir girişimi bile yapılmamış konotasyon sözlüğünün imkânlarını burada tartışmaya açmaya hiç niyetim yok.
Devam edelim.
Dil, zaman zaman hızlı değişimler gösterebilse de öyle radikal dönüşümlerin bir anda kolayca yaşanmadığı, yaşansa bile imtidadın sürdüğü bir alan. Tüm o korunan, anlamı devreden kelimeler… amenna! Varlar. Ama öte yandan, biz mahrekimizi 19 ve 20. asır sözlüklerinden, veritabanlarından alırken eskiden başka anlama sahip veya sonradan türemiş, anlamı değişmiş ya da bir şekilde anlamını yitirmiş, kısa süreliğine dile uğrayıp çıkmış, tarihin belli bir döneminde unutulup sonra yeniden başka veya aynı anlamda dile girmiş kelimeleri ıskalıyoruz. Ki bu, nerden baksak ucunu bucağını pek de kestiremeyeceğimiz bir yekûn eder. Osmanlı tarihçiliği şu anda bu gediğin üstüne bina edilmiş durumda. Habbeyi kubbe yapmak değil, hakikati söylemek niyetim.
Osmanlıcanın pek çok açıdan ne olduğunun tanımları yapılabilir; hatta bunlar kimi zaman birbirini dışlar görünse de, böylesi yap-takçı, alabildiğine alıcı, emperyal bir dili tarif etmek için yapılan tanımların hemen hepsi çoğu zaman doğruluk payı içerir. Buna kıyasla Osmanlıcanın ne olmadığının tanımı ise çok daha basit bana kalırsa: Bugün adına Osmanlıca dediğimiz dil, hin-i hacette yemek üzere dipfrizde sakladığımız o donmuş katık değildi. Diğer tüm toplumsal diller gibi o da organik, akışkan, değişip duran, artan ve azalan, süreğen bir dildi. İşte biz bu süreğenliği ıskalıyoruz. Hem de tüm bir Osmanlıca çalışmaları disiplinin temelinde...
16. yüzyıla kısa bir bakış atalım şimdi.
Latifi ─kuracağım analojinin sorunlarını sırtlanarak ve çağdaş okurun bu yol ile bahsettiğim döneme aşinalık kazanmasını ümit ederek─ yaşadığı dönemin bir nevi Doğan Hızlan’ıydı desem hepten yanlış olmaz.Latifi Efendi başka birkaç isimle birlikte çağının Osmanlı edebiyat kamusunu içeriden bir gözle anlatmış bir isim olmasına ve yaşayan Osmanlıcayı çok iyi bilmesine rağmen, bir yüzyıl öncesinin Osmanlıcasının “oğuzane” ve “kaba” ibarelerle dolup taştığını söylüyor, bu Osmanlıca ile yazılan şiiri ise garip ve barbarca buluyordu.[7] Demek ki Namık Kemal’den önceki Osmanlılarda da Osmanlıcanın değişimine yönelik benzer serzenişler vardı.
Şimdi biraz geri çekilip resmin geneline bakmaya çalışalım. Âşık Çelebi’nin adeta Cemal Süreya’ya, oradan da Âşık Yunus’a gizil birer selam vererek “henüz Türk şiirinin süt dişlerinin taze gonca gibi tebessüm eylemediği” dönem dediği 14. asırdan 20. yüzyıla varan bir uzamı var Osmanlıcanın.[8] Tüm bu süreçte Osmanlıcayı, varsayılageldiği üzere yekpare bir dil olarak görebilir miyiz? Ya da diğer bir ifadeyle, Osmanlıca homojen bir gramer, sentaks ve vokabüler havuzu, bir durgunsu muydu? Elbette hayır... Osmanlıca, yukarıda biraz kapısını araladığım üzere, zaman, mekân ve toplumsal sınıflar içinde değişip duran, kimi zaman devam eden, kimi zaman yitip giden, dialektal, fragmantal ve heterojen unsurlardan müteşekkil bir akarsuya benziyordu daha çok. Testisine o ırmaktan bir çalım su koyveren, dili cim karnındaki nokta misali o birkaç damla sudan ibaret sanıyor. Oysa bu nehrin yatağından kesitler almak Vankulu, Riyazi, Muhammed Salih, Şuuri, Meninski ve Asım Efendi gibi isimlerin bıraktığı çeşitli büyüklük ve içeriklerde sözlükler sayesinde ve esas olarak da, hazırlanması gereken tarihî-bağlamsal bir konkordans sayesinde mümkün.
Osmanlıcanın uzun geçmişinde kültür-tarihsel ve diyalektik pek çok kırılma, değişme ânı var. 19. asır modernitenin Osmanlıya tüm tebelleş olmuşluğuyla bu mental değişimin en sert yaşandığı dönem sayılabilir. İşte bu yüzden 19. asırda yazılmış sözlüklere bakarak Baki gibi kalburüstü bir şairin gazellerini bile tam manasıyla anlamak mümkün değilken, daha niş kelime dağarcığına sahip edipleri anlamak ne kadar olası? Mesela Seyyid Muradi gibi ömrünü korsanlık/gemicilik ile geçirmiş birinin dilini, Evliya Çelebi’nin oyunlarını veya Tıfli’nin küfürlerini…
Filologlar arasında sık sık “sözlüğe dayılık olmaz” denir. Doğru. Tarihçi uğraştığı metni doğru anlamak istiyorsa bildiğinden emin olduğu kelimeler için bile sözlüğe bakmayı refleks haline getirmeli. Ama bu refleksin yanında, sözlüklerden huylanmayı da şiar edinmeli. Çünkü sözlükler de yetersiz.
Bunlar dışında, yokluğunda işimizin çok zor olacağı bir Tarama Sözlüğü var elimizde neyse ki. Ancak, bu sözlük hem sadece Türkçe olduğu düşünülen kelimeleri ve ekleri içeriyor, hem de hâlâ tekamülünü tamamlamamış bir halde. Kökeni Türkçe olmayan ama bin yıldır Türkçede yaşayan unsurların “yabancı” sayılması garabetine burada hiç girmiyorum bile. Bir de şu var: Tarama Sözlüğü, Derleme Sözlüğü ya da en son TÜBA’nın yayıma hazırladığı Andreas Tietze’nin etimoloji sözlüğü gibi büyük kaynakların herkesin kullanımına açık, online[9] mecralar olması gerekmiyor mu artık? Hele ki akademisyenlerin günden güne daha konar-göçer bir hale geldiği şu ortamda kim 10 ciltlik bir sözlüğü sürekli yanında taşıyabilir/taşımak ister? El altında dolaştırılan PDF yığınları mı, yoksa devlet organlarının veya tekelleşmiş devasa akademik yayınevlerinin basılı yayınları mı bilimsel üretime daha çok katkı sağlıyor?
Osmanlıca söz konusu olduğunda herhangi bir tarihsel sözlüğe ya da gerigidimli bir kelimeler soyağacına sahip değiliz. Osmanlıca kelimelerin tarihini hakkıyla bilmiyoruz. Bu ne demek? Bir kelimenin ilk geçtiği yeri, kronolojik bağlamı içindeki anlamsal ve şekilsel gelişimini izleyemiyoruz. Alt başlığı “The definivitive record of the English language” olan Oxford English Dictionary benzeri bir veritabanından söz ediyorum aslında. Böylesi “nihai bir kayıt” Osmanlıca gibi devasa bir metinler corpus’u için söz konusu dahi değil. Örneğin OED’ye başvuran biri, “marvel” kelimesinin yüzyıllara göre değişen/değişmeyen anlamlarını görebilir ve böylece uğraştığı metni daha doğru anlar. Osmanistlerinse, örneğin “acayip” ve “garip” kelimelerini doğru anlamlandırması ancak 2010’lu yıllara doğru mümkün oldu. Öncesinde bu kelimeleri bugünkü manalarıyla anlıyorduk. Bir örnek daha: “kâfir” kelimesinin Osmanlıcadaki en yaygın anlamının “zındık, mülhit, tanrıtanımaz” değil, muhtemelen bu pejoratif çağrışımlarıyla birlikte düpedüz “Hıristiyan” olduğu [dikkat, “Musevi” değil!] sözlüklerde yazmaz. Aynı şekilde “budak” sözcüğünün “soy” anlamı da sözlüklerde yok. Yalnızca geçtiği bağlama bakarak bunu anlayabiliyoruz.[10] Çünkü elimizdeki sözlükler ve veritabanları yetersiz, daha da kötüsü, ortada genel bir Osmanlıca konkordans yok.
İşte bu yüzden de çoğu Osmanist’in hiç itiraf etmediği, kiminin içten içe bildiği, kimininse farkında dahi olmadığı bir gerçekle karşı karşıyayız: Aslında hiç kimse Osmanlıcayı sanıldığı kadar iyi anlamıyor. Anlayamaz. Öyle olduğu iddia edilse bile pratikte bunu sınayacak sistem henüz ufukta görünmüyor. Mezar taşı okumak isteyen “taife-i ecdâdcıyân”ı burada itibardan tasarruf etmeden selamlıyorum.
Osmanlıcayı anlama sorunu bilhassa girift bir yapıya ve zengin bir kelime dağarcığına sahip mensur metinlerde iyiden iyiye ayyuka çıkar. Osmanlı nesrini kelimesi kelimesine anlamaya ve çevirmeye çalışanların sayısının handiyse yok hükmünde olması doğrudan doğruya bu sorunla ilişkili. The Norton Anthology of English Literature benzeri bir derlemenin Türk edebiyatı için yapılamamasının sebeplerinin başında bu durum geliyor. Hakkıyla anlaşılmayan şeyi, kimse modern okura aktaramıyor. Ulysses gibi demir leblebi bir metnin bile üç farklı çevirisinin yapıldığı Türkçeye Nergisi’nin hakkıyla çevrilememesi işte yukarıda andığım tüm bu sorunlardan kaynaklanıyor.
Peki, ne yapmalı? En başta racon kesmeyi, naifliği, üşengeçliği ve gafleti bir tarafa koyup herkes şunları kendine sormalı: “Acaba bugüne kadar okuduğum Osmanlıca metinleri gerçekten ne kadar anladım?”, “Sözlükler ne kadar yeterli?”, “Anladıklarımı gerçekten anladım mı?”, “Anlamadığıma, ‘anlamadım’ diyor muyum?” …
Anlamadığını anlamak büyük erdem. Başlangıç için hiç de fena olmayan bir adım.
•
NOTLAR:
* Değerli eleştiri ve önerileri için İpek Hüner Cora ve Aysu Akcan’a teşekkür ederim.
[1] Bilgiler şuradan: La vida, y historia de Hayradin, Ilamado Barbarroja, p. 27.
[2] Seyyid Muradî, Gazavât-ı Hayreddin Paşa, Biblioteca del Monasterio de El Escorial, Madrid, Patrimonio Nacional, Ar. 1663, 1v - 2v.
[3] Tahir Olgun, Edebi Mektuplar, haz. Cemal Kurnaz, Ankara: Akçağ Yayınları, 1995.
[4] Nergisi, Esālibü l-Mekātib, Österreichische Nationalbibliothek, A. F. 552, 6b; ayrıca in “The Esālibü l-Mekātib (Münşeʾāt) of Meḥmed Nergisī Efendi”, Ed. J. R. Walsh, Archivum Ottomanicum. Vol. X. 1969, p. 238.
[5] Fernand Braudel, The Mediterranean and the Mediterranean World in the Age of Philip II, Volume I, Berkeley: California University Press, 1995, s. 18.
[6] 19. asırdaki “sözlük patlaması” ile ilgili olarak, Ali Emre Özyıldırım’ın “Kâmûs-ı Osmânî Üzerine” başlıklı kısa ama açıklayıcı yazısına bakılabilir: Mehmed Salâhî, Kâmûs-ı Osmânî, haz. Ali Birinci, İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, 2019, s. 36-43.
[7] Merak edenler için: Latifi, Tezkiretü’ş-Şuara, Şeyhi maddesi.
[8] Orijinali: “Ammā henuz dendān-ı şīn-i şiʿr-i Türkī ġonce-i ter gibi tebessüm eylememiş” (Âşık Çelebi, Meşâi’rü’ş-Şu’arâ, s. 68).
[9] TDK sözlüklerinin online erişimli olduğunu bilmekle beraber, Tarama Sözlüğü’nün son derece kullanışsız bir şekilde çevrimiçi hale getirildiğini vurgulamak isterim. Bu gibi veritabanları daha kullanıcı dostu bir şekilde hazırlanmalı.
[10] Bu örnekler yine Semih Tezcan’ın kılı kırk yaran arkeo-filolojik çabaları neticesinde ortaya çıktı. Bkz. Topkapı Sarayı Oğuznamesi, s. 69 ve s. 89.
KAYNAKÇA:
Âşık Çelebi. Meşâ’irü’ş-Şu’arâ, haz. Filiz Kılıç, Ankara: T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü, 2018.
Braudel, Fernand, The Mediterranean and the Mediterranean World in the Age of Philip II, Volume I, Berkeley: California University Press, 1995.
Bunes, Miguel A. de ve Emilio Sola, La vida, y historia de Hayradin, Ilamado Barbarroja, Granada: Universidad de Granada, 1997.
Latifi, Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratü’n-numazâ, haz. Rıdvan Canım, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, 2000.
Nergisi, Esālibü l-Mekātib. Österreichische Nationalbibliothek, A. F. 552.
Walsh, J. R., “The Esālibü l-Mekātib (Münşeʾāt) of Meḥmed Nergisī Efendi”, Archivum Ottomanicum, Vol. X, 1969.
Olgun, Tahir, Edebi Mektuplar, haz. Cemal Kurnaz, Ankara: Akçağ Yayınları, 1995.
Özyıldırım, Ali Emre, “Kâmûs-ı Osmânî Üzerine”, Mehmed Salâhî’nin Kâmûs-ı Osmânî adlı eser içinde, haz. Ali Birinci, İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, 2019.
Seyyid Muradî, Gazavât-ı Hayreddin Paşa, Biblioteca del Monasterio de El Escorial, Madrid, Patrimonio Nacional, Ar. 1663.
GİRİŞ RESMİ: