“Otokurmaca genelde birinci tekil kişi ağzından yazılır. Berlin de hemen her hikâyesinde bu bakış açısını kullanıyor ama buna ek olarak başka birini öykünün kahramanı yapıyor ve böylece yaşam koşullarını daha geniş bir çevreden görme şansı veriyor okura. Bir tek bakış açısına hapsolmuş hissetmiyoruz kendimizi, Amerika’nın yoksul ve bohem kesimini geniş bir perspektiften görme şansı buluyoruz.”
04 Kasım 2021 10:38
Lucia Berlin 2004’te, altmış sekiz yaşında vefat ettiğinde, yayımlanan yetmiş yedi öyküsüne rağmen sadece meraklı küçük bir okur kitlesi tarafından bilinen bir yazardı. Ben de geçtiğimiz haftaya kadar ne Lucia Berlin’in adını duymuştum ne de öykülerini okumuştum fakat “Temizlikçi Kadınlar için El Kitabı” adlı öyküyü okuyunca bu gizemli yazarın ilginç kitabında yer alan diğer öyküleri de merak ettim.
Lucia Berlin hayatına çok hayatlar sığdırmış bir kadın: Alaska’da doğmuş, maden mühendisi bir babanın kızı olarak çok farklı coğrafyalarda, maden ocaklarına yakın kasabalarda, şehirlerde büyümüş, hatta Meksika’ya ve Şili’ye uzanan hayatı sayesinde farklı kültürlerle tanışmış. Alkolik bir anne, sorumsuz bir baba ve küçük yaşta bir aile ferdi tarafından uğradığı cinsel taciz, Lucia Berlin’i yaralı bir kadın yapmış; otokurmaca tekniğiyle yazdığı öykülerinde çocukluğundan, gençlik yıllarından, sevgililerinden söz ediyor.
Hayattayken yazar olarak pek tanınmıyordu dedik ama ölümü üzerinden on bir yıl geçtikten sonra, Temizlikçi Kadınlar için El Kitabı adı altında seçme öyküleri yayımlanınca, iki hafta içinde hayatı boyunca sattığından çok daha fazla kitabı okur bularak çok satanlar listesine girdi.
OtoKurmaca
Otokurmaca, iki farklı yazın türünü birleştirir: biyografi ve kurgu. Yazarın kendi hayat hikayesinden yola çıkarak kurgu yaratması özellikle 2000’li yılların öne çıkan yazın türlerinden biri. Bazen tamamen gerçeklere dayanarak bazense yazarın hayatındaki bir noktadan yola çıkarak yazılmış olabilir otokurmaca, ancak her zaman yazarın biyografisiyle bağlantılı ögelere yer verir.
Lucia Berlin’in öykülerinde karşılaştığımız kahramanlar temizlikçilik, hasta bakıcılık ya da hemşirelik gibi düşük ücretli işlerle ayakta kalmaya çalışan, bekâr ya da boşanmış, kendi başlarına çocuklarının sorumluluğunu üstlenmiş kadınlar. Bu kahramanlar Berlin’in kendisini anlatıyor. Onun da başından üç evlilik geçmiş, dört oğlu olmuş, bohem yetişkinlik hayatı boyunca alkolizmle ve uyuşturucu kullanımıyla mücadele etmiş, üstelik hayatının bazı dönemlerinde üst sınıf varlıklı ve eğitim görmüş beyaz Amerikalı avantajlarıyla yaşamış biri.
Çok farklı yaşamlar içinden geçmiş olsa da hayatı boyunca bırakmadığı bir şey yazmak olmuş, bunun artısını ise hayatının son on yılında Colorado üniversitesi kendisine yaratıcı yazarlık dersleri vermesini teklif ettiğinde yaşıyor. Daha birinci öğrenim yılı sonunda öğrencilerin en sevdiği hoca olarak taçlandırılması ona öğretme konusunda kuşkusuz cesaret verdi. Sağlığı hızla bozuluyordu bu yıllarda, skolyozun yanı sıra şimdi ciğerleri de iflas etmişti ve yanından ayırmadığı oksijen tüpüyle yaşamak zorunda kalmıştı; buna rağmen derslerine aksatmadan devam etti ve belki de bu yıllarda doğal olarak sahip olduğu yazma yeteneği üzerine düşünme ve kendi kuramını geliştirme fırsatı buldu.
Temizlikçi Kadınlar İçin El Kitabı kırk üç öyküden oluşuyor. “Hoşça Kal” adlı öyküsünde kadın kahraman, bir sabah uyandığında kocasını tuvalete oturmuş, simsiyah bir kaşıkta bir şeyler pişirirken bulur. Lavabodaki şırıngayı göstererek sorar: “Bu nedir?” Sıradan bir günde sorulan basit bir soru gibidir ama bir yandan da bize kahramanın masumiyetini gösterir. Eroin bağımlısı kocasıyla evliliğini şöyle anlatır:
“Kulağa bir hikâyenin sonu ya da başlangıcı gibi geliyor bu, oysa birlikte geçen uzun yılların yalnızca bir parçasıydı. Kâh ilk renkli filmlerin capcanlı mutluluğuyla dolu, kâh rezil ve korkunç olan günler.”
Bu tümceler hem Berlin’in öykülerini hem de hayatını çok güzel özetliyor. Yaşama büyük bir açlıkla sarılan bir kadın görüyoruz öykülerde. Yaşadıkları çok ağır olsa da bunları anlatış dili hafif ve kederden uzak. Kendi başına gelenlerin sorumluluğunu almayı bilerek dik duran bir kadın portresi oluşuyor gözümüzün önünde.
Kitapta beğendiğim öykülerden biri “Bakış Açısı” oldu. Bu öyküde Anton Çehov’un “Acı” öyküsüne gönderme yapıyor Berlin; otokurmacanın bir yönünü de analiz etme fırsatı buluyor. Kendini ya da hayatından bir sahneyi kurgularken bile bir adım uzaktan bakmanın ve öykünün dışına çıkmanın önemini dile getirerek:
“Çehov’un ‘Acı’ öyküsünün birinci tekil şahsın ağzından yazıldığını hayal edin. İhtiyar bir adamın bize oğlunun yeni öldüğünü anlattığını. Utanç duyar, rahatsız olur, hatta sıkılırdık, öyküdeki arabacının müşterileri gibi tepki verirdik aynen. Oysa Çehov’un tarafsız sesi arabacıyı haysiyetle kuşatır. Böylece bizler yazarın ona duyduğu merhameti sezinler, oğlanın ölümüne değilse bile beygiriyle konuşan o ihtiyar adamın yüreğimizi sızlatmasına mâni olamayız.”
Berlin kendi öykü kurgusunda da sözünü ettiği bu tarafsız sesi kullanıyor. Anlatılamayacak denli büyük acıları öyküleştirerek başka bir forma sokuyor, başkasının öyküsü yapıyor ve dışardan bakan kişi olarak kendi hayatına da yeni bir bakış açısı kazanıyor.
Otokurmaca genelde birinci tekil kişi ağzından yazılır. Berlin de hemen her hikâyesinde bu bakış açısını kullanıyor ama buna ek olarak başka birini öykünün kahramanı yapıyor ve böylece yaşam koşullarını daha geniş bir çevreden görme şansı veriyor okura. Bir tek bakış açısına hapsolmuş hissetmiyoruz kendimizi, Amerika’nın yoksul ve bohem kesimini geniş bir perspektiften görme şansı buluyoruz.
An’ın Görüntüsü
Berlin’in en sevdiği yazar Çehov’du. Öykülerinde de Çehov benzeri bir anlatı buluyoruz. Çehov öykünün bitmiş bir tür olmadığını savunurdu. Ona göre tamamlanmış duygusu vermemeliydi öyküler, ne de bir ders öğretmeye çalışmalıydı. O daha çok “hayattan bir dilim” olarak sunuyordu öykülerini. Sanki karşı apartmanda perdeler açılmış da biz o dairede yaşayanların hikâyesine bir anlığına tanık oluyoruz gibi. Öyküleri hayattan sahneler olarak görüyordu Çehov ve belki büyük bir tiyatro yazarı olmasında anlatıyı anlık sahneler olarak görmesinin rolü vardı.
Aynı Çehov gibi Berlin için de öyküler hayatın içinden tanıklıklar sunmalıydı. Herkesin öyküsüne aynı titizlikle ve yüksek gözlem gücüyle bakan bir yazar Lucia Berlin. Zenginler, ünlüler, soylular yok onun öykülerinde; bunun yerine sıradan insanın, en sıradan halini anlatmayı seçiyor.
“Bir Gönül Macerası” adlı öyküde anlatıcı yakın arkadaşını anlatıyor. Arkadaşı mutlu ve neşeli bir kadın: kendisine tapan varlıklı bir kocası var, sağlıklı çocukları, güzel evi, vb… Dışardan bakıldığında her şeye sahip olan kadınlardan ama katıldığı feminist bir grup, hayatında eksiklik olduğu ve bunu da ancak evlilik dışı bir ilişki yaşayarak tamamlayacağı fikrini işliyor ona. Berlin bu tür konuları, değişen kadın rollerini büyük bir ironiyle anlatıyor.
Ölümünden sonra ünlenen ve geniş bir okur kitlesine kavuşan Berlin’in öyküleriyle ilk kez karşılan okurlara hoş gelecek şeylerin başında, çok ender öykülere ve romanlara konu olan işçi kadınları ele almış olması geliyor. Cilveli, esprili ama karanlık hayatları gizlemeyen öyküler bunlar.
•