Cesur Yeni Dünya, Godard ve Cumartesi Gecesi Ateşi… Sistemin sürdürülebilirliğini sağlayan şey hafta sonu ile simgelenen özgürlük illüzyonuysa, hafta sonu ortadan kalktığında neler oluyor?
27 Mart 2021 15:14
Kabul edelim ki bu zor bir kıştı. Her geçen gün birbirine gitgide daha fazla benzerken, karantina ekşi mayaları kullanılamayan âtıl enerjiye dönüştü. Görünmez anksiyete uykuları çalarken şarap bile lezzetini yitirdi ve hafta sonunun ölümüne hep birlikte şahit olduk. Evet, bitmek bilmeyen pandemi sürecinde aynı fırtınadaydık, aynı gemide değil ama şanslı azınlıkta olsak bile bizim de kendimize göre dertlerimiz vardı!Herkesin deneyimi farklı ama genel olarak parlak ve yaratıcı fikirler birkaç tekrardan sonra cazibesini yitirdi, öğrenme arzusu ve online eğitimler sürdürülebilirlik standartlarımızın altında kaldı ve fark ettik ki insan hakikaten de insanla yaşarmış. Tek başına ya da kapalı devrede insan, bizi insan yapan o hayati enerjiyi üretemiyormuş. Makinenin çalışması için farklı kaynaklarla alışveriş ve iletişim içinde olması, beslenmesi gerekiyormuş. Ne günlere kaldık!
Arkadaşlarla kalabalık bir Zoom ortamında kilitlenip kalmak ya da online nikâhlara davet edildiğimiz bir dünyada yaşlanmak fikri tek kelimeyle sinir bozucu. Rahmetli dedemin şehirler arası otobüse bindiğinde tavandaki sayısız düğmeye ve karşısındaki dokunmatik ekrana bakakaldığını hatırladıkça ürperiyorum. Yahu ben Matrix çocuğuyum, elin robotuna, hologramına karşı nasıl rezil olurum? Haydi yaşlılık günlerime daha var diyelim, çocuğumun bütün arkadaşlarının ekranda gördüğü, hatta sadece sesini duyduğu insanlardan ibaret olması adeta korku filmi gibi. Onun hayatındaki rolümün kantinciye ya da okul müdürüne dönüşmesi ise hiç eğlenceli değil ve bir cumartesi günü bilgisayarın başında, online LGS kursundan başını kaldırıp içeri sesleniyor: “Heyy, kantinciler, salep gönderin ama çok cayır olmasın!” Bana baksana dostum, bu lanet olası dünya nereye gidiyor?
İnsan isterse her şeyin bir yolu bulunabilir, evet ve belki hayatlarımızı canlandırmak, bağlantıda kalmak için daha yaratıcı olmak gerekiyor ama Zoom’da kör topal, yarım yamalak sohbet ederek kaç rakı içebilir, Netflix bile “Öldün mü?” diye sorarken daha kaç dizi izleyebilir veya sıfır motivasyonla daha kaç kez yoga yapabilirim? Ya da dört duvar arasında bunları yapmadan önce hafta sonu neler yapıyordum acaba? Evet, özgürlüğün kısıtlanması sinir bozucu, evet, her iş ve her angarya hafta içine sıkışınca hafta sonu anlamını daha da yitirdi ve sokağa çıkma kısıtlamalarıyla birlikte “hafta sonunun” hayatımızda ne kadar önemli bir yere sahip olduğu iyice belirginleşti.
Peki, “hafta sonu” diye bir şey yokken insanlar ne yapıyorlardı ve hafta sonu nasıl ortaya çıktı? Eski Roma’da insanlar her gün çalışmakla birlikte, sekiz günde bir, Nundina adlı çarşı-pazar ve alışveriş günlerinde işe gitmiyorlardı. Fakat bu tatil günü sadece seçkin ailelerden oluşan Patrisyen sınıfı için geçerliydi. Fransız devrim takviminde ise hafta on günden oluşuyordu ve bu on günden biri tatil ilan edilmişti. Bugün bildiğimiz şekliyle cumartesi ve pazardan oluşan hafta sonu ise 19. yüzyıl başında, İngiltere’de ortaya çıktı. İşçi ve işverenlerin ortak kararıyla gelinen bu noktada çalışanların cumartesi saat 14:00’ten itibaren tatil yaparak pazartesi ayık bir şekilde işbaşında olmaları hedefleniyordu. “Hafta sonu” terimi tarihte ilk kez 1879’da, İngiliz Notes & Queries dergisinde kullanılmıştı.
Henry Ford, 1863-1947.
1908 yılında Amerika’da, New England’daki bir pamuk fabrikası, Sebt gününde çalışmayan Musevi işçiler için çalışanlarına her cuma günbatımından cumartesi günbatımına kadar tatil verdi. Derken 1926’da Henry Ford otomobil fabrikalarında cumartesi ve pazar günlerini tatil ilan etti. Ardından 1929’da Amerika Birleşik Giyim İşçileri Sendikası beş günlük çalışma haftasını resmî hak olarak talep ettiyse de, “hafta sonunun” Amerika’da yaygınlaşması uzun sürecekti. Nihayet 1940’ta Adil Çalışma Standartları Yasası ile beş günlük çalışma ve iki günlük hafta sonu tüm ülkede benimsendi.
Özetle, Covid’in acımasızca öldürdüğü “hafta sonu” insanların hayatına en az Covid kadar devrim niteliğinde bir dönüşümle girmişti: Fordizm. Yani 1920’lerin başında Henry Ford’un otomobil fabrikalarıyla ortaya çıkan “üretim bandına” dayalı üretim biçimi ve sonrasında ortaya çıkan “birikim rejimi”.
Güven Selçuk’un Journal of Yaşar University’de yayınlanan 2011 tarihli “Fordist Birikim Rejimi ve Kitle Kültürü“ başlıklı makalesi bu konuya son derece sade ve anlaşılır bir biçimde ışık tutuyor. Selçuk kitlesel üretim biçiminin “serbest zamanı” ve “kitle kültürünü” de beraberinde doğurduğuna dikkat çekiyor.
“1914 yılında Henry Ford’un günlük çalışma süresini sekiz saate düşürüp yine günlük ücretleri de beş dolara yükseltmesi kitle kültürünün ortaya çıkışı açısından kilit bir noktadır. Ücretlerin yükseltilmesi tüketim olanaklarını artırmış, artan serbest zamanın yarattığı endişe ise kitle kültürünü doğurmuştur. Fordist birikim rejimi ve kitle kültürü arasında bir nedensellik ilişkisi bulunmasının yanı sıra, Fordist üretim mantığı ile kitle kültürü ürünlerinin genel karakteristiği arasında da birtakım benzerlikler bulunmaktadır.”
Cesur Yeni Dünya: Macera Dolu Amerika…
Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında MÖ-MS (Milattan Önce-Milattan Sonra) yerine FÖ-FS (Ford’dan Önce-Ford’dan Sonra) terimlerini kullanması boşuna değildi. Edebiyat tarihinin önemli bilimkurgu klasikleri arasında yer alan bu distopyada Tanrı’nın yerini “Ford” almıştı artık. Gemiyle yaptığı bir Amerika seyahatinde ülkedeki tüketim kültürü, bireyselleşme ve yüzeyselleşme karşısında dehşete kapılan Huxley bu deneyimini kitabına yansıtırken, yolculuk sırasında okuduğu Henry Ford’un Hayatım ve İşlerim adlı biyografisinden de oldukça etkilenmiş ve kitapta okuduğu tüm prensiplerin Amerikan yaşam tarzına bire bir uygulandığını tespit etmişti.
1914’ten itibaren çalışma saatleri Ford otomobil fabrikaları tarafından günde sekiz saate indirildi ve bununla birlikte günlük çalışma ücretleri de yükseltildi. Daha yüksek ücret ve daha fazla “serbest zaman” insanlık adına olumlu bir adım gibi görünmekle beraber, daha çok bir “Truva Atı” niteliğindeydi ve etkisi günümüzde olduğu üzere çağlar boyunca hissedilecekti. Tıpkı ateşin, elektriğin, internetin, cep telefonlarının keşfi ve Covid gibi bu da insanlık tarihinde “dönülmez akşamın ufku” niteliğindeki adımlardan biriydi.
Daha “insanca” koşullar sunan bu çalışma biçimiyle fabrikalar bant sistemiyle üretim yapmaya başladılar. Böylece ürünler parçalar halinde, sürekli akan bir bant üzerinde ilerlerken çalışanların yaptıkları iş gitgide basitleşti. Öncesinde bir aracı üretmek için pek çok beceri ve tecrübe gerekirken, artık size öğretilen tek bir görevi sonsuza kadar yinelemeniz yeterliydi. Bir işçiden beklenen bütünüyle bir araç üretmesi değil, sonsuza kadar aynı iki parçayı birleştirmesi ya da aynı vidayı sıkmasıydı sadece. Bu durum yapılan işi ölümcül sıkıcılıkta, robotik bir işleve dönüştürürken, görevlerin basitleştirilmesi kalifiye eleman ihtiyacını da ortadan kaldırınca, “işçi” artık yerine herhangi binlerce kişiden birinin getirilebileceği, kolayca gözden çıkarılabilir bir “bileşen” haline geldi. İşin asıl can alıcı yanı ise üretim maliyetlerini düşürürken üretilen araçları satın alacak kitleyi de üretmekti. Dolayısıyla nihai hedef, üretilen bunca aracı üreten işçinin de onu satın alacak hale gelmesiydi. İşçi hafta içi ürettiği araca artık biriktirebildiği parayla sahip olup hafta sonları da bu araçta gezebilecekti. Hafta sonu sinemaya, konsere, dans salonuna gidecek bu insanlar için şimdi bir de “kitle kültürü” üretilmeliydi. Hayatı boyunca her gün çalışan bir insan bunca boş vakti ne yapacaktı ki? Fizik kanunlarına göre her boşluk yeni bir şeylerle doldurulmaya gebeydi.
“Ücretleri ve serbest zamanları artan işçiler ilk haftalarda evlerinde ve bahçelerinde, komşularıyla, eş dostlarıyla birlikte vakit geçirmişler, deyim yerindeyse aylaklığın keyfini sürmüşlerdir. Ancak bir süre sonra içine düştükleri boşluktan dolayı hem canları sıkılmaya başlamış hem de önlenemez bir biçimde –tam olarak Henry Ford’un öngördüğü gibi– daha iyi bir semte taşınmak, yeni bir araba, yeni bir renkli televizyon ya da klima alabilmek, yani sonuç olarak tüketebilmek için artan serbest zamanlarında ikinci bir işte çalışma düşüncesi kafalarına yerleşmeye başlamıştır. Sonraki birkaç aylık dönemde ise ikinci bir işte çalışma giderek yaygınlaşmıştır. Hatta bu ikinci işte çalışan işçiler yeni aldıkları arabanın, buzdolabının taksitini ya da yeni taşındıkları semtteki yeni evin daha yüksek olan kirasını ödeyebilmek için grev kırıcılığı yapmak zorunda kalmışlardır.” (Güven Selçuk)
Henry Ford’un otomobilleri ve hafta sonunun doğumundan bahsederken ilk aklıma gelen Godard’ın Hafta Sonu/Weekend filmi oldu. Üniversitedeyken bir bahar şenliğinde geç girdiğim filmde ne olduğunu anlamamış, trafikte yığılmış arabaların bitmek bilmeyen korna gürültülü sekansına isyan edip salondan çıkmıştım. Oldum olası “rahatsız edici” filmlerden kolayca rahatsız olmuşumdur ve Weekend sinema tarihi açısından “devrim” niteliğinde “saf” bir sinema anlatısı olarak değerlendirilse de, bana göre çekilecek cefa değil. Fakat insanların “kitle kültürüyle” sınırlanmadan, kafalarına göre yaratıcılıklarını zorlayabildikleri ve izleyiciye bu şekilde ulaşabildikleri, “daha özgür” bir dünyaya özlem duymamak da imkânsız.
Weekend – Godard, 1967
Kurtuluş cephesinde kurtuluş yok…
Özetle gücümü kuvvetimi toplayıp yıllar sonra Weekend’e tekrar daldım ve sonuna kadar izlemeyi zor da olsa başardım. Meşhur trafik sekansında hafta sonu gezisine çıkan insanların araçları yollarda tıkanıp kalmış ve sonsuz bir konvoy oluşturmuştur. Paris’te yaşayan “şehirli” insanlar hafta sonu için kırlara kaçarlar. Oysa kırsalda hafta sonu yoktur. Hafta sonu gelince buğday başaklarının su ihtiyacı sihirli bir şekilde yok olmaz. Her gün tavuklarını yemleyen çiftçi ister cumartesi olsun ister pazar, tavuklarını her gün beslemek zorundadır. Şehirlinin köylüyle buluşması da benzer çatışmalar ve algısal farklılıklarla doludur. Sert bir burjuvazi eleştirisi niteliğindeki film tüketim toplumuna atfedilen şiddet ve yozlaşmayla dolu, kan revan içinde insanlar ve yol kenarına devrilmiş arabalardan mütevellit bir trafik cehennemidir. Dönemin dikkat çekici tüm otomobil modellerini tek sekansta bir arada görmek ister istemez Bay Henry Ford’u ve post-Fordizm’in gölgesini de tüm ağırlığıyla hissettirir. Godard’ın yorumuyla duyarsızlaşmanın zirvesindeki burjuvazi hafta sonu tatilinin ve dedesinden kalacak mirasın peşindedir. Herkes yoğun ve sıkışık trafikte yolunu bulmaya çalışır ve hiç kimsenin kendinden başka bir önceliği yoktur. Fakat Godard bu eleştiri karşısında herhangi bir çıkış yolu çizmeyi de reddeder. Görünüşe göre kurtuluş cephesinde de kurtuluş yoktur. Onun yerine sadece daha fazla kaos ve her yeri saran ümitsiz bir şiddet vardır. Nitekim bu sıkışmışlık duygusu filmin çekildiği 1967 yılından tam bir yıl sonra tüm şiddetiyle bir patlamaya yol açacak ve ‘68’in özgürlük yangını dünyayı saracaktır.
Le Weekend, 2013
‘67’den 2013 yapımı Roger Mitchell imzalı Le Weekend’e geldiğimizde ise özgürlük yangınının çoktan dindiği bir dünyayla karşılaşıyoruz. Orta yaşı geçmiş iki İngiliz profesör gençliklerinde yaşadıkları macerayı tazelemek, metal yorgunluğundan mustarip evliliklerini ya kurtarmak ya da kurban etmek üzere bir hafta sonu gezisi için yıllar sonra tekrar Paris’e gidiyorlar. Çiftin gençlik yıllarındaki sitüasyonist Paris’e duyduğu özlem kendini film boyunca hissettiriyor ve görüyoruz ki onlar ‘68 ruhunu, Yeni Dalga sinemasının isyankâr ve maceraperest düşlerini yeniden uyandırmaya çalışıyorlar. Oysa dünya artık farklı bir noktada; yetişkinlikten yaşlılığa geçişte konformizm var ama konfordan eser yok. Büyük başarılar, büyük birikimler, zengin ve huzurlu emeklilik hayalleri suya düşmüş. Hayat hâlâ büyük bir debelenme ve mücadeleden ibaret.
Fakat Jeff Goldblum’un canlandırdığı eski bir dost, çiftimizin hafta sonu tatilinin ortasına bomba gibi düşüyor. Genç karısı, serveti, yaşam enerjisi ve akademik başarılarıyla Morgan bizimkilerin hayatta ıskaladıkları ne varsa hepsine sahip görünüyor. Morgan’la karşılaşmaları kıskançlıktan hayranlığa ve zaman zaman da tiksintiye uzanan, karmaşık duygulara yol açsa da, orta yaşlı çiftimizin hayatın sürekli artan yerçekimine isyan etmesini sağlayan bir yaşamsallığı tetikliyor. Gitgide canlanıp tekrar hayat dolan Nick ve Meg bu havai fişek etkisiyle gençlik yıllarında kim olduklarını yeniden hatırlıyorlar. Ve geçmişten gelen bu capcanlı yaşam enerjisi gençliğin tüm sakarlığını ve umursamazlığını da beraberinde getiriyor. Gözlerinin içine baktığınızda ‘68’in alevlerini hâlâ görebiliyorsunuz ama ağır ağır çıkılacak o merdivenleri tırmanacak yerleri ağrıyor. Dizler tutmuyor, beller ağrıyor, hayat yormuş ve tüketmiş… Yine de bu hafta sonu kaçamağı ihtiyar delikanlıların bütçelerini aşan restoranlardan hesap ödemeden kaçmalarına, kaldıkları lüks otel odasını genç rock yıldızları gibi duman etmelerine engel olmuyor. Ve bu ileri yaşta maddi manevi göze alamayacakları pek çok şey olsa da, en azından “hafta sonunu” yarın yokmuşçasına, delidolu yaşıyorlar. Filmin finalinde ise bizi Godard’ın ‘64 tarihli Band â Parte/Çete filmine ışınlayarak üçlünün meşhur dans sahnesini yeniden canlandırıyorlar. Senaryosunu Hanif Kureishi’nin yazdığı filmde bedenimiz yaşlansa da, içimizde fikirleri, şımarıklığı, isyanı, arzuları ve cinselliğiyle sadece “65 yaş üstü bir birey”den çok daha fazlasının yaşadığını hatırlıyoruz. Ve bütün bu heyecan bir hafta sonu ile tetikleniyor. Çünkü hafta içi zorunluluklar, hafta sonu ise sistemin size izin verdiği ölçüde özgürlük demek.
Saturday Night Fever, 1977.
Varoş gençlik diskoda…
Hafta sonu denince 1977 yapımı, genç John Travolta’lı Saturday Night Fever’a dönüp bakmamak olmazdı ve itiraf edeyim ki bugüne kadar sadece müzik, eğlence ve disko ateşinden ibaret olduğunu sandığım bu filmin sıkı bir sert gerçekçilik örneği olduğunu bilmiyordum! Hafta içi hırdavatçıda it gibi çalışıp hafta sonu diskoda krala dönüşen Tony’nin ağır Katolik ve bir o kadar da kaotik İtalyan ailesi, hedonist “apaçi” arkadaşları ve New York’ta ayakta kalma, hatta mümkünse sınıf atlama mücadelesinin anlatıldığı filmde başkarakterimiz geleceği umursayamayacak kadar genç. Hayat “kokuşmuş bir mücadele” ve “gelecek sadece bu geceden ibaret”. Yaşamı kana kana içip sabahlara kadar dans etmek isteyen bu gençlik ne yazık ki özünde ırkçı, eşcinsellik karşıtı, cahil ve namusçu değerleri ile özgürlük arzusu içinde büyük bir sıkışmışlık yaşıyor. Zengin, fakir, herkesi bir araya getiren, siyah, eşcinsel ve demokratik disko gerçekliğini ne yazık ki filmde göremiyoruz ama işçi sınıfı kökenli disko gençliğinin kendi içindeki ırkçılık ve bağnazlıkla yüzleşmesi de merceğe alınmayı fazlasıyla hak eden, can alıcı bir nokta. Diskocu varoş gençlik, köklerinden gelen muhafazakâr ayrımcılıkla baharı saçlarından yakalama arzusu arasında kalıyor. Tecavüz kültürü ve ne kadar fakir ya da cahil olursan ol, beyaz olmanın getirdiği ayrıcalıklar masaya yatırılıyor. “Kendini öldürmeden kendini öldürmenin yolları da var” diyen Tony için hafta sonu ve diskotek kendini dilediği gibi yaşayabileceği tek özgürlük alanı. Oysa dilediği kişi olmak için önce ilkel arzularını dizginlemesi ve önyargılardan özgürleşmesi gerekiyor.
Hafta sonu mülkün temelidir…
Güven Selçuk makalesinde Ford’un hayalindeki büyük şirketlerin şekillendireceği toplum düzeninin “işçilerin belli bir yaşam tarzını benimsemelerine bağlı olduğunu” söylüyor.
“… bu korporasyonların görevi salt üretim değil, aynı zamanda çalıştırdıkları insanlara nasıl yaşamaları gerektiğini öğretmektir. Bu doğrultuda oluşacak uyumlu ve müreffeh bir işçi sınıfı, kapitalist sistem karşısındaki sosyalizm tehdidini de aslında kendi elleriyle ortadan kaldırmış olacaktır (Şaylan, 2002: 142-143). Dolayısıyla buradaki amaç bir bakıma, homo-faber’i homo-docilis’e (uysal insan) dönüştürmektir…”
Dolayısıyla Weekend’deki Parislilerden Le Weekend’deki orta yaşlı çifte ve Saturday Night Fever’daki Tony ile apaçi arkadaşlarına, herkesin hafta sonu yaşadıkları kontrollü özgürlük illüzyonunun sistemin sürdürülebilirliği için elzem bir unsur olduğunu söylemek mümkün. Üstelik herkes köle olursa bütün bu plastik çöpleri, zehirli gıdaları kime satacağız, öyle değil mi? Nitekim hafta sonu mülkün temelidir. Ve hafta sonu sadece mülkün değil, kültürün de temelidir.
Güven’in makalesinde açıkladığı üzere, 2. Dünya Savaşı ve 1929 Büyük Buhranı’nın ardından
“üretimin ve tüketimin kitlesel hale gelmesi ve ürünlerin standartlaşması, beraberinde insanı ve kültürü de standartlaştırmış, tek boyutlu hale getirmiştir. Bu noktada yeni bir kültürün ortaya çıktığı görülür; kitle kültürü... Kitle kültürü özü itibariyle pazarlanabilir bir karaktere sahiptir ve bu yönde tasarlanmıştır. Kapitalist toplumun kitle kültürü piyasa mantığı ve ticarilikle birlikte var olur. Kitlelere kültür satılmalıdır ve bu durumda kültür mümkün olan en geniş izleyici kitlesine satılmayı bekleyen bir maldır. İzleyiciler de bu mübadeledeki potansiyel alıcılardır.”
Milyonlarca yıl önce karada yaşam başlamaz olaydı!
Sığındığımız anlar…
Demek milyonlarca yıl önce balığın teki sudan çıkıp karada yaşamaya karar verdi diye ben her gün işe gidip kira vereceğim, öyle mi? Evet, aynen öyle… Netflix’ten Amazon ve Spotify’a, kültür-sanat işleri birtakım tekellerin eline geçtiği için ben artık sadece yüksek satış hedefiyle çekilmiş filmleri izleyip çok satmaktan başka önceliği olmayan kitapları okuyacağım, her yerde çalan birbirinin aynı yavan şarkıları dinleyeceğim, öyle mi? Yerseniz… Çünkü çok sevdiğiniz bağımsız yönetmen artık film yapmak için fon bulamıyor, bulduğu zaman da “satış” öncelikli baronlar gelip bu “ürünün” sağını solunu, her yerini kurcaladığı için bir şeye benzeyecekse de benzemez hale geliyor. Siz Türkçe kaliteli blues dinlemek istiyorsunuz ama sevdiğiniz müzisyen müziğini sırf size dinleterek geçinemiyor. Oyuncu kadrosuna bakıp film seçmek de artık hayal oldu, çünkü herkesin standartları düştü ve evet, Salma Hayek de evine ekmek götürüyor ve götürebilmek için abuk sabuk filmlerde oynuyor. Neticede sanatsal yaratım, çevresini saran yapı karşısında şekillenerek gitgide “ürün”e dönüşüyor.
Güven Selçuk’un, makalesinde Ünal Oskay’dan alıntıladığı üzere,
“Kitle kültürü, yöneten ile yönetileni, varlıklı ile yoksulu, özgür olan ile özgür olmayanı, mutsuz insan ile onu mutsuz kılan toplumsal realiteyi özdeş kılacak bir yanılsama oluşturma işleviyle üretilir. Kitle kültürünün tüketicisi olduğumuz anlarsa, yaşadığımız bu realite ile başa çıkamayacağımızı düşündüğümüz anlardır. Realitenin gerçek yüzünü görmekten ‘kaçmak’ istediğimiz anlardır. Bize acı veren toplumsal realite karşısında, deyiş doğruysa, unutmaya, amneziye sığındığımız anlardır.” (Oskay, 2001a: 152)
Peki, sistemin sürdürülebilirliğini sağlayan şey “hafta sonu” ile simgelenen özgürlük illüzyonuysa, hafta sonu ortadan kalktığında neler oluyor? Ne yazık ki hiçbir şey… Sıkılıyoruz ediyoruz ama gezegenin üzerine oturan fili görmezden gelmek isteyen insancıklar olarak gerçeklerden kaçmanın yolunu daima buluyoruz ve bunu yaparken de Ford’un torunlarının servetlerine servet katmalarına yardımcı oluyoruz. Sistemin insanı tüketme sınırı her geçen gün insanca sınırları katbekat aşarken insanlığın büyük bir kısmı hiçbir şey olmamış gibi evinde Amazon’dan siparişlerini bekliyor, çocuğunu saksıda yetiştirip ekran karşısında çürümesini izliyor ve beklenen taşma noktası asla gelmiyor. Yeni normal derken eskinin anormali bile nostaljik oldu ve gördük ki insan her şeye alışıyor. Alışıyor da insandan geriye ne kalıyor? İnsan neye katlanırsa onu yaşarmış. Demek ki ev hapsinde, evden çalışıp dizi-film izleyerek, sanal yoga yaparak ve gerçekten ihtiyaç duymadığımız şeyleri eve sipariş ederek de yaşayabiliyormuşuz, öyle mi?
“Güç ve makine, para ve mal yalnızca yaşamak için bizi özgür kıldıklarında yararlıdırlar. Onlar amaç değil, araçtır” diyen Henry Ford’un anlaşılan tüm “idealizmiyle” insanı “özgür kılmak” için yarattığı hafta sonunun bizi ne kadar özgürleştirdiği ortada. Hani ABD dünyanın dört bir yanına asker gönderip halkları “özgürleştiriyor” ya, işte bu da o hesap. Geldiğimiz noktada ofis ve yol masrafından kurtulan şirketler çalışanların yakasına sadece gündüz gözüyle değil, gece yarısına kadar ve cumartesi pazar da yapışabileceklerini keşfettiler. Büyük markalar ve satış siteleri plastik çöplerini ve sağlıksız gıdalarını evde kısıtlı imkânlarla yaşarken de satın almaktan vazgeçmeyeceğimizi gördüler. Hükümetler kimse evden çıkmasın, şu saatte şunlar bu saatte bunlar markete gitsin, AVM’ye gidilsin ama sahilde açık havada piknik yapılmasın, kongre yapılsın ama konsere gidilmesin dendiğinde gık çıkmadığını memnuniyetle öğrendiler. Şimdi bakalım Covid’in getirdiği evden çalışmalar, online eğitimler, sanal nikâhlar ve meyhaneler bizi ne kadar ve nasıl özgürleştirecek? Kısıtlamalar sona erdiğinde bu süreçte geliştirilen teknoloji ve alışkanlıklardan geri kalanlar hayatımızı nasıl etkileyecek?
İşte bunların hepsi evrim. Hepsi de bir gün sudan çıkıp karada yürümeye kalkan o meraklı balık yüzünden…
•