Bugün nasıl ki Rus klasikleri olmadan Rus insanını, yaşantısını hissetmek zorsa, aynı şekilde Sovyet edebiyatını tanımadan da Rus postmodernizmini anlamak zordur
05 Ekim 2017 14:35
Çarlık Rusya’sına karşı başlatılan 1905 Devrimi’nin “Kanlı Pazar” ile sonuçlanması, akabinde yaşanan 1917 Şubat Devrimi ile alevlenen işçi ayaklanmaları bu coğrafyada artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının güçlü sinyallerini verir. Dünya devrim tarihine kızıl harflerle kazınmış meşhur Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi, 1991 yılına dek süren ve Doğu Avrupa’dan Orta Asya’ya uzanan geniş topraklar üzerinde yeni bir devletin doğuşuna öncülük eder. 15 milleti bünyesine katarak tarih için oldukça kısa sayılabilecek 30 yıl gibi bir zaman diliminde “Süper Güç’e” dönüşen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) 1922 yılı sonunda resmen kurulması ile etkileri Sovyet sınırlarından ötesine uzanan yapıcı ve yıkıcı dönüşümlerle dolu yeni bir dönem başlar.
Yüzyıllar boyunca süren çarlık rejiminin tüm düzenini, inanç ve alışkanlıklarını alaşağı eden Bolşevik iktidarın, Marksizm, Komünizm ve Sosyalizmin birleşiminden oluşan, Almanya’dan ithal “3’ü 1 Arada” (Marx & Engels ve Lenin) tadındaki siyasî rejimi benimsemesiyle Çar’ın tebaası konumundaki sıradan halkın (özellikle de işçi sınıfının) gücünden yararlanarak Sovyet imparatorluğunu inşa etme ve yükseltme çalışmalarına başlanır. Sosyalist temele dayalı bu yeni rejimin kabulüyle birlikte politikadan ekonomiye, toplumdan sanata, edebiyata uzanan her alanda köklü değişiklikler gerçekleştirilir. Topluma sağladığı olumlu katkıların yanı sıra ona ağır bedeller de ödettiren, kendi kendini onama özelliğine sahip uzun soluklu gerekçeleri olan, hızlı yeniden yapılandırma girişimleri tek bir amaca dayanmaktadır: Yeni bir toplum (Sovyet toplumu) inşa etmek.
Devlet ideolojisi doğrultusunda oluşturulmak istenen bu yeni toplumu şekillendirecek olan Sovyet politikası, sanat ve edebiyatın toplum üzerindeki etkisinin fazlasıyla farkında olarak resmî ideolojiyi hiç vakit kaybetmeden bu alanlar üzerinden yayma yoluna gider. Lenin, “Parti Teşkilatı ve Parti Edebiyatı” adlı ünlü makalesinde edebî çalışmaların tüm proleter faaliyetlerin bir parçası olması gerektiğine dikkat çekerek edebiyatta parti ilkelerine bağlılık (партийность в литературе) vurgusu yapar. Bunun üzerine, 1921 yılı itibariyle Rus Proleter Yazarlar Birliği ve fütürist şair Vladimir Mayakovski, Nikolay Aseyev ve fütürist-biçimci Osip Brik’ten oluşan “Sol Sanat Cephesi” (ЛЕФ) ile “Serapion Kardeşler” (Серапионовы Братья) gibi Petersburg merkezli popüler edebiyat toplulukları kurulur.
1925 yılında devrimin ateşli bir kalemi olan ünlü yazar Maksim Gorki yönetimde Krasnaya nov ve komünist gençlik örgütü olan komsomol bünyesindeki Molodaya Gvardiya dergileri yayın hayatına başlar. 18 Haziran 1925 tarihinde Rus Komünist Parti Merkez Komitesi kararıyla birlikte edebiyattaki sosyalist dönüşümün ilk somut adımı atılır ve bu andan itibaren edebiyat, sosyalizmin amaç ve gereklilikleri doğrultusunda bir propaganda aracı olarak kullanılmaya başlanır.
1920’li yıllar, devrim coşkusunun yankılandığı ve edebiyatta ilk meyvelerini verdiği önemli bir dönemi kapsar. Bu dönemde Sovyet edebiyatı özellikle şiir alanında büyük ilerleme göstermesiyle sosyalizm gölgesinde farklı akım ve tarzları benimsemiş, adları kulağımıza hiç de yabancı gelmeyen pek çok şairi ortaya çıkarır. Bunlar arasında tok sesi ve şiirlerinde kullandığı akıl ötesi dil (заумный язык) ile kafiyelerini okurun yüzüne savuran fütürist Mayakovski, “Vatanını terk edenlerden” olmadığını söylemesine rağmen iç sürgüne kurban giden akmeist Anna Ahmatova, lirik ve imge yüklü şiirleriyle tanınan Sergey Yesenin gibi değerli isimler yer alır.
20’li yıllar boyunca edebiyata ekilen ideolojik tohumlar, 30’lu yıllara gelindiğinde olgun ürünlerini vermeye başlar. Şiir dışında düzyazı şeklinde, özellikle de roman türünde yazılan Sovyet ve dünya edebiyatına mal olmuş çok sayıda edebî eser bu yıllarda gün yüzüne çıkar. 20’li yılların sarsıcı eserleri olan Dmitri Furmanov’un Çapayev’i ile Fyodor Gladkov’un Çimento’sunun ardından, Mihail Şolohov’un Durgun Akardı Don ve Nikolay Ostrovski’nin sıradan bir işçi olan Pavel Korçagin adlı başkahraman üzerinden İç Savaş (1917-1922) mücadelesini anlattığı Ve Çeliğe Su Verildi eserleri, resmî ideolojinin yayılıp benimsenmesinde büyük rol oynar.
1934 yılında Sovyet Yazarlar Birliği’nin (Союз советских писателей) kurulması ile birlikte o güne dek süregelen bütün edebî topluluklar ortadan kaldırılır. Sonrasında tabir-i caizse yalnızca “kutsal davaya!”(!) ant içmiş (içtirilmiş) ve yalnızca ona hizmet edecek olan bir edebiyat politikasının en somut adımı atılır. Birliğin aynı yıl içinde düzenlenen ilk kongresinde “Sosyalist Gerçekçilik” (Социалистический реализм) adında, Sovyet gerçekçiliğini anlatan Stalin onaylı bu yeni akımın ilkeleri, Ekim Devrimi öncesinde kaleme aldığı Ana ve Fırtınanın Habercisi eserlerinde Sosyalist Gerçekçiliğin ilk örneklerini veren Gorki tarafından açıklanır. Marksist-Leninist kurama bağlı diyalektik ve materyalist bir sanat yöntemini savunan ve işçi, fabrikatör, çiftçi, köy öğretmeni vs. gibi toplumun her kesiminden oluşan tiplerin devrime, sosyalist ideale hizmet ve bağlılıkları oranında kahramanlaştırıldığı Sosyalist Gerçekçi edebiyat, Stalin’in öldüğü 1953 yılına kadar etkin bir şekilde sürdürülür.
Sosyalist Gerçekçiliğe atılan ilk tokadın izleri tam da bu dönem itibariyle aranabilir. Stalin’in ölümü, ardından Nikita Kruşçev ile başlayan “Buzların Çözülüşü” ve Stalin kültünü yıkmaya dayalı “Stalinsizleştirme” politikaları, edebiyat üzerindeki politik baskıların hafiflemesini sağlar. Etkileri her alana yayılmış olan bu baskı mekanizması tam anlamıyla kırılmamış olsa da 60’lı yıllardan itibaren Sovyet uygulamaları ile Sosyalist Gerçekçiliğin başka bir gözle değerlendirildiği, resmî ideolojiden tamamen bağımsız, yeni ve daha özgür bir edebiyat anlayışı ortaya çıkar. Bu yıllarda “Şestidesyatniki” olarak adlandırılan Yevgeni Yevtuşenko, Andrey Voznesenski, Bella Ahmadullina gibi şairlerden oluşan topluluk, katı bir muhalif tutum içinde olmasalar da “dissident”lere pek de soğuk bakmıyorlardı.
Sovyet karşıtı hareketlerin hız kazanmasıyla Rus muhalif yazar-edebiyat eleştirmeni Andrey Sinyavski, (Batı’da bilinen adıyla Abraham Tertz) 1959 tarihli “Sosyalist Gerçekçilik Nedir?” adlı makalesinin ilk satırlarında şu soruyu soruyordu: “Sosyalist Gerçekçilik Stalin diktatörlüğünün karanlık ve büyülü bir gecesinde ürkek aydınların gördüğü bir rüya mıydı?” Şüphesiz! Hem de uzun bir rüya (kâbus). Dahası, Sinyavski’ye göre gerçekçilik ve sosyalizm yan yana gelemeyecek kelimelerdi. Nedeni ise gerçekçiliğin içine sosyalizm bulaştığında onun gerçekçilikten kopmasıydı. Bu hesaba göre her ideoloji, inanış ya da olgu, gerçekçilik maskesi takabilirdi. Peki, bu maske sayesinde sosyalizm ne kadar gerçek olurdu ya da kalırdı?
Bugünün gözüyle bakarsak, sosyalizm hiçbir zaman gerçek olmadı. François Lyotard’a sorsak “karmaşık terminolojiler, iddialı sloganlar, uzuuuun uzun açıklamalarla dolu büyük anlatılar (grand récits) öleli 40 yıl oldu! Sen hâlâ hangi gerçekten bahsediyorsun” diye cevap verirdi. Dahası, Leslie Fiedler’a göre, 60’ların sonunda postmodernizm ile birlikte gerçek ve hayal arasındaki sınır ortadan kalkmıştı. Bu mantıklı tespite dayanarak Sinyavski’nin bu görüşünün Sosyalist Gerçekçiliği saçmalık, sosyalizm ütopyasını distopya olarak gören Rus postmodern yazarlar tarafından da desteklendiği söylenebilir. Neticede postmodernizm dediğimiz şey, genel mizacı itibariyle Jean Baudrillard’ın Disneyland, Fredric Jameson’ın ise Amerika ile örneklendirdiği, gerçeğin yerini almış bir hayal dünyası içindeki sanal gerçeklikleri anlatmıyor mu? Gerçek ya da meta anlatıların peşinden koşmayan Rus postmodern (hatta tüm postmodern) yazarlar, bu nedenle gerçekçiliğin yalnızca kendini meşrulaştırmak üzere kullanılan bir kılıf olduğuna inanır. Bu yüzden yazar, gerçeğin peşine düşmek yerine onun hayaliyle dans etmeyi yeğlerken, partnerini de okuruyla paylaşmaktan geri kalmaz.
Rusya’da 70’li yılların ortasından itibaren Sosyalist sanatı ve edebiyatı ironikleştiren, Sovyet trajedisine mizah katan yeni bir sanat, edebiyat akımı ortaya çıkar. Adını sosyalist sanattan esinlenerek almış bu akım, kendini “Sots-art” olarak adlandırır. Sanatçı Aleksandr Melamid ve Vitali Komar’ın 1972 yılında terimleştirdiği Sots-art, Sovyetlerin, Sosyalist Gerçekçiliğin tutkuyla benimsediği klişelerini ve propagandalarını kitsch biçiminde yansıtan, onları bir nevi yapıbozumuna uğratarak yeniden yorumlamaya açan Sovyet karşıtı bir sanat hareketidir.
Andy Warhol’un “Marilyn Monroe” kolajıyla hafızalara kazınmış Amerikan ve İngiliz menşeili “Pop-Art” akımının Rus versiyonu olarak ortaya çıkan Sots-art, somut nesneler üzerinden fikir yürütmeye dayalı bu sanat anlayışı, kavramsal sanat ile özdeşleştirilmiş, bu nedenle de çoğunlukla Rus Kavramcılığı olarak ele alınmıştır. Çoğunluğu göçmen sanatçılar tarafından oluşan ve öncülüğünü Aleksandr Melamid ile Vitali Komar’ın yaptığı bu akımın bünyesinde İlya Kabakov, Erik Bulatov, Aleksandr Kosolapov, Leonid Sokov, Dmitri Prigov ve yazar Vladimir Sorokin gibi önemli isimler yer alır.
Sovyet gerçeği, ya da başka bir deyişle Sovyet miti her bir sanatçı tarafından farklı eleştirel bakış açılarıyla ele alınır. Bu bağlamda Sovyet sistemine ve Sosyalist Gerçekçiliğe yönelik eleştirilerin dozajı ve yansımaları değişkenlik gösterir. Sovyet sisteminin totaliterliğine, bireyin tercih hakkının ortadan kaldırılmasına bilinçli bir tepki olarak Sots-art akımını başlattığını ifade eden Aleksandr Melamid ve o dönemlerdeki yakın arkadaşı Vitali Komar, çalışmalarında Lenin ve en çok da Stalin gibi Sovyet tarihinin kült figürlerinden yararlanır. Lenin ve Stalin’in profilden yansıtılan resimlerinin bir arada bulunduğu klasik sosyalist afişe göndermede bulunarak kendi resimlerini aynı pozda “Sots-art” yazısı ile süslediği çalışma, akımın bir nevi logosunu da oluşturur. İkilinin “Sosyalist Gerçekçiliğin Kökenleri” adlı çalışması Stalin figürünü kullanarak eleştiri yürüten bir diğer çalışmadır.
Stalin’i eserlerinde malzeme yapan sanatçılardan biri de Leonid Sokov’dur. Warhol’un Marilyn Monroe’sunu Stalin ile montajlayan sanatçı, pop-art’a benzer bir çalışma ortaya koyar. Stalin’in Sovyet eleştirisi içinde neden bu kadar popüler olduğunu sanırım tahmin edebilirsiniz. Bildiğiniz üzere, Sovyet eleştirisi ve karşıtlığı sistemin totaliterliğinin yarattığı bir sonuçtur. Sovyet tarihinde totaliterlik denilince herkesin aklına ilk olarak akla Stalin geliyor, şüphesiz…
Peki ya Lenin? Pekâlâ Lenin de Sots-art’istlerin eleştiri oklarının hedefi olmuştur. Bunun en çarpıcı örneği Aleksandr Kosolapov’un, Lenin ve Coca Cola’yı aynı karede buluşturan ve üzerinde 70’li yılların Coca-Cola sloganı olan “It’s the real thing” yazılı çalışması oluşturur. İlk bakışta en çok dikkat çeken şey, resimlerin temsile uygun olarak dizilmesidir: Sosyalist lider Lenin’in “sol”, kapitalizmin simgesi Coca-Cola’nın ise “sağ” köşede yer almasıdır. Kosolapov, çalışmasında belki de kapitalizmin gerçek (bugün için), Sosyalist Gerçekçiliğin (Sovyet sosyalizminin) ise ütopya olduğunu ima etmek istemiştir, kim bilir?
Sots-art’ın Sosyalist Gerçekçiliğin afiş, pankart vs. gibi görsel, yazılı ya da söyleme dayalı slogan benzeri propaganda araçlarını kült figürler ve marka değeri yüksek olan popüler ögelerle birleştirip ona karşı kullanarak kendi geçmişiyle alay eden (self-irony) sanat anlayışı, sanat alanında daha baskın gibi görünse de, Sovyet propaganda diline ironi yüklemesi ve bu dile özgü söylemleri yeni kodlamalar eşliğinde tekrar yaratarak kullanılan nesnenin ya da görselin hâlihazırda sunduğu nesnel değere edebî değer (postmodern anlayışa göre) ve algı da katmasıyla edebî bir kimlik de kazanır. Bu anlamda Sots-art çalışmalarında resimle bir arada verilen yazı, görseli tamamlayan, onu anlamlandıran bir detay olması açısından özel bir yere sahiptir.
Sovyet yaşantısına hüzünlü, umutsuz ama hafiften özlem dolu bir bakış fırlattığı “Ufuk” (Gorizont) adlı çalışmasında plajdaki Sovyet insanlarının ufkunun sosyalizm ile örtüldüğünü gösteren Bulatov, bu ünlü çalışması haricinde yazı ile resmi en uyumlu şekilde bütünleştiren sanatçıların başında gelir. Bulatov’un çalışmalarında ilk göze çarpan şey, görsele imge kazandıran Sovyet fontlarıyla yazılmış sözcüklerdir. Tıpkı Sovyet afişlerinde, pankart ve levhalarında görülene benzer biçimde kısa ve net ifadeler kullanan sanatçı, çalışmalarında yüksek kültür olarak lanse edilen Sosyalist Gerçekçi propagandayı altkültüre indirgeyerek eleştirisini yansıtır.
Sosyalizm eleştirisinde yazı ile resim birleşiminden bahsederken Dmitri Prigov’un adını anmamak olmaz. Sanatçının 1979 tarihli “Versogram” adlı çalışması bunun güzel bir örneğidir. Bir baklava dilimini anımsatan, biri ters, diğeri düz olarak birbiriyle birleşen iki “V” harfini andıran resmin üzerinde, yukarıdan aşağıya doğru okudukça sürekli olarak değişen cümlelerin yer aldığı yazıya geniş açıdan bakıldığında “Komünizm hayaleti Avrupa’da geziyor. Karanlık ve hüzünlü hayalet-ne gezinip duruyorsun burada sabaha dek” cümleleri görülmektedir. Aynı zamanda bir şair olan Prigov’un şiirlerinde Sosyalist Gerçekçi şiirlerin parodileri ile bu akıma özgü edebî klişelerin yansımaları görülür.
Sovyet politikaları ve Sosyalist Gerçekçiliğe karşı bir başkaldırı olarak ortaya çıkan Sots-art, Rus postmodern edebiyatı için müthiş bir altyapı oluşturmuş ve onun Sovyet gerçeği ile arasında bir köprü görevi üstlenmiştir. Salt Sovyet ironisi üzerine kurulu Sots-art akımından devraldığı anti-Sovyet mirası metinlerarasılık, yapıbozumu ve retorik gibi edebî yöntemlerle zenginleştiren Rus postmodern edebiyatı onu daha kaotik bir dünyaya sürükler.
Rus postmodern edebiyatın önde gelen araştırmacılardan Mikhail Epstein ve Vyaçeslav Kuritsın, kendini bütünüyle Sovyet ironisine adamış bu akımın Rus postmodernizmi ile ilişkisini derinlemesine incelemiştir. Epstein, Sots-art’ı komünizmin sırlarını, onun postmodernizm ile ilgili bağlarını ortaya çıkaran bir sanat türü olarak nitelerken, Kuritsin ise onu sosyalist projenin (Sosyalist Gerçekçiliğin) devamı niteliğinde postmodernizm bileşeni bir akım şeklinde tanımlar. Nitekim, akımın çıkış felsefesi olan Sovyet parodisine, Rus postmodern edebiyatın genelinde, özellikle de ilk dönemlerinde oldukça sık rastlanır.
Ne zaman Sovyet ironisi ile ilgili bir şeyler düşünsem, aklıma hemen Venedikt Yerofeyev gelir. Rus postmodern edebiyatın öncü isimlerinden olan ve akademik kariyerim boyunca ne okurken ne çevirirken ne de yüksek lisans tezimi yazarken bir an olsun sıkıldığım Yerofeyev, alkolik jargon ve İncil alıntılarıyla yüklü olmasından dolayı Alkolik İncili olarak adlandırılan ve “Sovyet yaşantısından tarihe, edebiyattan siyasete ve daha pek çok alana uzanan dâhiyane bir beynin koridorlarında gezinen bilgi, düşünce ve hayalleri paylaştığı varoluşçu bir yolculuk öyküsünü konu aldığı” Moskova-Petuşki adlı ünlü eserinde, Sovyet sistemini ve Sosyalist Gerçekçiliği sık sık alay konusu eder. Nikolay Ostrovski’nin Sosyalist Gerçekçi eseri Ve Çeliğe Su Verildi'de geçen “En değerli şey hayattır insan için. Bir kere verilir insana hayat. Ve insan hiçbir utanç ve teessüfe yer bırakmayacak (…), ölürken tüm gücünü dünyanın en asil amacına, insanlığın kurtuluş mücadelesine adadığını söyleyebilecek şekilde yaşamalıdır” şeklindeki ünlü ifadesini, alkol motifi üzerinden parodileştirir. Kokteyl tarifi verdiği sırada dikkatli okuyucuya şu sözlerle seslenir: “Bir kere verilir insana hayat. Ve onu kokteyl tariflerinde yanılmayacak şekilde yaşamak gerekir. (…) Dünyadaki en mükemmel şey nedir? İnsanlığın kurtuluşu için mücadele etmek. Peki, ondan daha mükemmel olan şey ne? İşte bu. Yazınız…” diyerek başka bir kokteyl tarifi daha paylaşır.
Sots-art’ın bir temsilcisi olarak gösterilen ikinci kuşak Rus postmodern yazarlarından olan Vladimir Sorokin’in çoğu eserinde, özellikle de ilk dönem eserlerinde; İlk Gönüllü Cumartesi İşçisi (Первый субботник) adlı öykü derlemesinde, “Dachau’da Bir Ay” (Месяц в Дахау) adlı uzun öyküsü ile Norm (Норма) ve Marina’nın Otuzuncu Aşkı (Тридцатая любовь Марины) adlı romanlarında totaliter Sosyalist Gerçekliğe özgü söylemlerin yapıbozumuna uğratılmış örnekleri sunulur.
Timur Kibirov’dan Eduard Limonov’a, Saşa Sokolov’dan Viktor Pelevin’e, Sovyet ironisinin yansımaları, Sosyalist Gerçekçiliğin güncel yorumları, Rus postmodern yazarların eserlerinde yer yer yüzeye çıkar, dikkatli okurun bakışına takılır, onu kendi zihninde bir yolculuğa sürükler ve sonra tekrardan yazarın yarattığı âna döndürür. Sosyalist Gerçekçi edebiyatın tek boyutlu penceresinin sıkıcılığının farkında olan Rus postmodern edebiyatı, onun bıraktığı dev mirasın enkazına girerek kendine yeni alanlar keşfeder. Bugün nasıl ki Rus klasikleri olmadan Rus insanını, yaşantısını anlamak ve hissetmek zorsa, aynı şekilde Sovyet edebiyatını tanımadan da Rus postmodernizmini anlamak zordur.