Gökyüzünden yıldız koparmak

İnsanları mutlu edecek düzen, sistem, yöntem nedir? İşte bu sorunun peşindedir Sovyet bilimkurguları

05 Ekim 2017 14:20

“Birbirimizin gözlerinin içine baktık, kalın camlı çerçevelerinin arkasında ne bir gerilim, ne umarsız bir korkusuzluk, ne şehit olmak için yanan bir ateş vardı; sadece kızıl bir sükûnet ve her şeyin tam da böyle olması gerektiğine dair, kızıl bir kendine güven… Aceleye gerek yok, diyor. Kıyamete daha bir milyar yıl var, diyor. Eğer teslim olmaz ve anlar, anlar ve teslim olmazsan bir milyar yılda çok, hem de çok şeyler olur.”

Bu sözler, geç dönem Sovyet bilimkurgusunun önemli örneklerinden, politik bir paranoya öyküsü olarak kabul edebileceğimiz Kıyamete Bir Milyar Yıl’ın (1974) finalinde karşımıza çıkar. Strugatski kardeşlerin çoğu eserinde olduğu gibi, hem erken hem geç dönem diğer Sovyet bilimkurgularında da sıklıkla göreceğimiz bilimsel aydınlanma/ aydınlatma arzusu, çalışma ve zafere ulaşma ideali, emek ve bilgi paralelliği, hedefe kilitlenmiş ütopyacı bakış gibi tema ve unsurların bu paragrafta toplandığını gördüğümüzde, “kızıl bir sükûnet” ve “kızıl bir kendine güven”le neyin vurgulanmaya çalıştığını daha iyi kavrayabiliriz.

Soğuk savaş komplolarının, yabancı uygarlıkların müdahalesinin, hatta tüm evrenin muhtemel gizemine eğilir bu roman. Sovyet biliminin gelişimine taş koymaya çalışan kim ya da nedir? Fantastik bir durum mevcut mudur? Mevcutsa bilimin diliyle açıklamak, bilinmezi anlayıp (romanda söylendiği gibi) “teslim olmamak” mümkün müdür? Bu fantezi, dışarıda (hepsi birer Sovyet öteki’si olan: Amerika’da, başka bir gezegende ya da doğada) mıdır yoksa bilim insanının zihninde midir? Ve içeride, onun zihnindeyse, tehdit de içeride, Sovyetler’de olabilir mi? Yoksa bu soruların hepsi yanlış mıdır? Soru sormak, kızıl kıyameti mi yakınlaştırır?

Yok mu edeceğiz, yok mu olacağız?

Sovyet bilimkurgu edebiyatının erken dönemine baktığımızda, kızıl kıyamet/ kızıl sükûnet ikilemini görmek için Aleksandr Bogdanov’un Kızıl Yıldız (1908) adlı Bolşevik ütopyasına odaklanmamız gerekir. Burada kahramanımız Leonid, devrimci bir bilim insanıdır. Bir misafir ve gözlemci olarak, bir nevi “seçilmiş kişi” vasfıyla Mars’a götürülür, hem de devrimci Marslılar tarafından. Bu aracılık rolünü Kızıl Yıldız’ın devam kitabı Mühendis Menni’de de sürdürecek ve geliştirecektir. Hatta kelimenin tam anlamıyla aracılık yapacaktır iki gezegen arasında, çünkü o artık bir çevirmen olacaktır.

Kızıl Yıldız, Aleksandr Bogdanov, Çev.: Ayşe Hacıhasanoğlu, Yordam KitapLeonid, hâlihazırda kendini sosyalist mücadeleye adamış biridir. Marslılar tarafından seçilip kendisine Dünya’nın temsilcisi olması teklif edildiğinde aklına gelen ilk soru şudur: “Yürüttüğüm devrimci çalışmayı ne yapacağım?” Elbette bunun cevabını zaman ilerledikçe bulacaktır, çünkü bu Mars görevi de devrimci bir faaliyettir. Hatta sadece Leonid için değil, Marslılar için de böyledir. Marslıların önderi Menni ona elçilik önerisinde bulunurken “bizim yaşam düzenimizi tanımak ve Marslıları yeryüzündeki yaşam düzeniyle tanıştırmak” gayesinden bahseder. Bu diplomatik görev için Leonid’den daha uygun bir aday bulamazlar, çünkü Marslılara göre Rusya o sırada (1917 Ekim Devrimi’ne teorik ve pratik olarak ışık tutan 1905 Devrimi döneminde) “yaşamın en enerjik ve parlak sürdüğü, insanların giderek daha fazla ileriye baktıkları” bir ülkedir. Leonid de, çalışma disipliniyle, bireyci olmamasıyla, kişisel bağımlılıklarının daha az olmasıyla yoldaşlarının önüne geçer. Dünya’dan uzaklaşıp Mars’a yaklaştıkça bir yabancılaşma yaşayıp kendi devrimciliğini sorgulayan Leonid, geride bıraktığı mücadele için üzgündür ve kendini suçlar: “Orada, aşağıda kan akıyor… burada ise dünün militanı sakin bir izleyici rolünde bulunuyor.” Bu görevin de devrimci bir eylem olduğuna onu ikna eden Marslı Netti’nin cevabı şöyledir: “Orada kan daha iyi bir gelecek için akıyor… ama mücadele etmek için de daha iyi bir geleceği tanımak gerekli. Ve siz bunu öğrenmek için buradasınız.” İşte bu “daha iyi bir gelecek” cevabıyla birlikte Bogdanov bizi ütopyanın alanına sokmuş olur.

Bu noktadan sonra ütopya edebiyatının tipik unsurlarını göreceğimiz romanda Leonid’in gözlemleri eşliğinde Mars’ı ve oradaki sistemi tanırız. Eril-dişil ayrımının olmadığı, zamana göre ayrılan nesne ve isimlerin olduğu (“yaşayan bir insanla ölmüş biri arasındaki, var olanla var olmayan arasındaki fark”ın bir harfle verildiği) bir dil, Kızıl Gezegen’in doğası (kahramanımızın tespitiyle “sosyalist doğa”) gereği yeşil değil kırmızı olan bitkileri, emekçilerin ayrıntılı faaliyet sistemi gibi belli başlı alanlarda bilgi alırız. Kaçınılmaz olarak bunların içinde en önemlisi gezegendeki çalışma sistemidir.

Burada merkeziyetçi bir idare altında, sürekli bir ölçüm ve ayarlama hâli mevcuttur, fakat emekçi bireyler özgür iradeleriyle bu sistemin bir parçası olur ya da olmazlar. Öncelikli olan sisteme yararlı olmak, çalışma disiplininden yoksun kalmamaktır. Sistem, bireyler üzerinde zorlayıcı, sınırlayıcı değildir. Bu durum üretim ve tüketim için de geçerlidir. Paraya ihtiyaç zaten yoktur, tüketim çılgınlığı gibi bir şeyin yaşanması da söz konusu olmaz. İşgünleri kısadır, kolektif emek özgürleşmiştir. Marslılara göre, “çalışmak, gelişmiş sosyalist insanın doğal gereksinimi” olduğundan bir baskı ya da şiddete de gerek kalmaz. Çalışmak estetik bir eylemdir bu toplumda. Fabrikalar ve atölyeler süs ya da gösterişten uzak yerlerdir, çünkü böyle mekânların gösterişi, güçlü makinelerin çalışmasındaki estetikte yatar. Çalışmak bir sanat aynı zamanda zanaattır âdeta. Marslıların mimarî anlayışı da, maddi anlamda faydalı olan her eşyanın estetiğinden ibarettir.

Bogdanov, Mars’taki sosyal ve politik düzeni detaylandırdıktan sonra konuyu asıl tartışmak istediği noktaya getirir. Mars’ta kıtlık yaşanması beklendiği için önlem alınması gerekmektedir. Kitlesel bir kolonizasyon ihtimali üzerinde durulur. Marslılar ya Dünya’yı ya da Venüs’ü kolonize edecek ya da tarihten silineceklerdir. Görüşlerden birine göre Dünya, topluca göç etmeye uygundur ve Venüs de yerleşime uygun değildir. Dünya’nın doğal zenginlikleri Mars’ınkilerden kat kat fazladır. Bir engel varsa, o da Dünyalı insanların varlığıdır. Sonuç olarak, Mars’ın yok olmaması için tüm insanlığı yok etmek gerekir. Üçüncü bir yol, Dünyalıları sosyalist eğitimden geçirmektir ama bu da imkânsız görünmektedir. İşte bu görüşleri savunan Sterni adlı Marslının gözünde kahramanımız Leonid zayıf bir karakter sergilemiş ve Marslılara Dünyalı insanlar hakkında olumsuz bir izlenim yansıtmıştır. Yine de çoğunluk ve Marslıların önderi Menni bu görüşlere katılmaz. Ne var ki Leonid kendisi üzerinden Dünyalı insanlara yapılması ihtimalinden bahsedilen katliam nedeniyle suçlulukla boğuşur, sanki onun yüzünden sorulmuştur bu “yok mu edeceğiz, yok mu olacağız?” sorusu. Devrimci mücadelenin düzgün ilerlemediği, aydınların ve köylülerin işçileri desteklemediği bir ortamda Dünya’ya döner. Finalde, devrimci mücadeleye geri döndükten sonra Mars’la tekrar barışık hâle gelen Leonid’in öyküsü umutlu bir şekilde devam edecektir, hem Mars hem de Dünya için.

Umutlu ve umutsuz kurgular

Ekim Devrimi’nden sonraki ütopyalara baktığımızdaysa umudun yerini korumaya devam ettiğini ama bir yandan karanlık bir bakış açısının da yerleşmeye başladığını görmek mümkün. 1920’de, Zamyatin’in Biz’i kaleme aldığı tarihlerde Biraderim Aleksey’in Köylü Ütopyası Ülkesine Seyahati adlı romanı yazan Aleksandr Çayanov, umut ve ütopya arasındaki ikircikli ilişkiyi yansıtan bir eser bırakır geriye. Artık, ütopyadan bahsederken distopyadan da bahsetmek gerekecektir. Zira Çayanov’un Ivan Kremnev takma adıyla yazdığı bu romanın kahramanı Aleksey Vasiliyeviç Kremnev, “henüz sosyalist cennette yaşamaktan uzağız, ama yine de onun yerine ne önerirdiniz” sorusundan sonra kendisini geleceğin Moskova’sında, 1984 yılında bulur. Zamyatin’den etkilendiği esasen belli olan George Orwell’in 1984’ünün bu köylü ütopyasıyla aynı yılda buluşması edebî bir tesadüf müdür yoksa “etkilenme” hususunda oldukça esnek olan (örneğin, belki de Zamyatin’in Biz’inden çok Katharine Burdekin’in Swastika Geceleri’nden beslenen) Orwell’in Sovyet eleştirisi için bu yılı seçmesinde Çayanov’un rolü var mıdır, bu da ayrı bir araştırmanın konusu olabilir.

Conquerors of Space, Alexander Deineka, 1961“Ütopik bir romanın kahramanı mı oldum acaba” diye sorar kendine Kremnev. Gelecekte gördükleri onun şimdiki zamanına pek uymaz. Böylece ütopik umudun yanında distopik bir endişe de baş gösterir ve kahramanımız sosyalizm adına çeşitli hayal kırıklıklarıyla yüzleşmek zorunda kalır. Tabii o sırada sadece gelecekle ilgili değil, geçmişle, yani bu zaman yolculuğundan önceki yaşamıyla ilgili de bir endişeye kapılır.

Zamyatin, Sovyet bilimkurgusunda umut ve umutsuzluk arasındaki dengelerin değişmesinden ne kadar sorumluysa Mihail Bulgakov da o derece sorumludur. Her iki yazar da yasaklıdır; yakın tarihlerde Stalin’e mektup yazarak dertlerini iletir ve ülkeden ayrılma izni isterler. Zamyatin, 1931’deki bir mektubunda Stalin’den, diğer yazarlara gösterdiği ilgiyi beklediğini söyler. Aynı yıl Bulgakov’a yazdığı bir mektuptaysa onun kötü bir mektup yazarı olduğunu ima edip Stalin’e derdini anlatamadığını belirtir. Halbuki kendisi bu konuda artık ustadır ve Stalin’den olumlu cevap alır. Bulgakov ise kaderine razı olmak durumundadır.

1920’lerde yazılan Biz gibi, Bulgakov’un yakın tarihlerde kaleme aldığı bilimkurgu romanı Köpek Kalbi de Sovyetler’de altmış yıla yakın bir süre geçtikten sonra yayımlanacaktır. Bilimkurgunun daha erken İngiliz örneklerinden Frankenstein (1818) ve Doktor Moreau’nun Adası (1896) gibi ölü bedenden bir canlı yaratmak, organ nakli, Tanrı’ya şirk koşmak meselelerinin üstüne giden ve hiciv yönü özellikle ilk kısımda daha ağır basan bu romanda kahramanımız, bekleneceği üzere bir bilim insanıdır. Profesör Filipoviç’in peşinde olduğu şey, insan organizmasının gençleştirilmesidir, ama bir köpek üstünde bir insan cesedinden elde edilen parçalarla yaptığı cerrahi operasyon sonucunda bir bilim garibesi yaratır. O âna dek bir köpek olan kahramanımız artık bir insandır, ama parçalarını aldığı insan da pek düzgün bir karaktere sahip olmamıştır hayattayken. Romanın büyük bir kısmı çılgın doktor ve yarattığı tekinsiz varlık arasındaki zıtlığa odaklanır. O yüzden doktorun bu “insanlaştırma” sürecini tersine çevirmesi ân meselesi haline gelir.

Sovyet bilimkurgusunun Jules Verne’i olarak anılan Aleksandr Belyaev’in, Bulgakov’un Köpek Kalbi’yle aynı yıl yazdığı ve daha sonra bir romana dönüşecek olan öyküsü Profesör Dowell’in Başı, 1925’te, Moskova’da İşçi Gazetesi’nde tefrika edilir. Bulgakov’un ele aldığı konunun bir benzerini işleyen Belyaev’in metni daha karanlık ve gizemlidir. Belyaev, “Sovyetlerin Jules Verne’i” yakıştırmasına rağmen insan varoluşuna yüklediği karanlık tutumla Jules Verne’in antitezi H.G. Wells’i daha çok çağrıştırır. Bulgakov’un kara mizahi üslubuna kıyasla neredeyse bir 19’uncu yüzyıl İngiliz gizem öyküsünün ağırlığına, belki bir Stevenson ya da Chesterton mistikliğine sahip olan bu romanda, çılgın bilim insanının ölü bir vücuda hayat verme gayretinin korkunç öyküsü anlatılır. Belyaev burada Frankenstein’ın izinden gidip ruh-beden diyalektiğini tartışmak için bilimkurgunun ne kadar uygun bir alan olduğunu kanıtlar adeta.

Su Adamı, Aleksandr Belyaev, Çev.: Hazal Yalın, İthaki YayınlarıAslında korkunç bir girişime dönüşen bilimsel projenin aslı, bedenden ayrılmış bir insan başının hayata döndürülmesidir. Bu projeyi yürüten Profesör Dowell gün gelip öldüğünde, bu fikrin uygulandığı baş kendisininki olur. Mary Shelley Frankenstein’da, yaratıcı doktor ve yaratık arasındaki macerayla Aydınlanma’nın kendi başını yemesini nasıl anlattıysa, Belyaev de bilimin kendi başını nasıl yediğini anlatır. Dehşet, yalnızca bir insan başının bedensiz bir şekilde diriltilmesinde değil, bu fikrin tam da o diriltilen baş tarafından ortaya atılmış olmasında gizlidir.

Belyaev, Shelley’nin izinden gitmeye 1928’de yayımlanan Su Adamı’nda da devam eder. Bilimde ilerleyerek dünyayı kurtarmaya çalışan çılgın doktorların öykülerini ise sadece Su Adamı ya da Profesör Dowell’in Başı’nda değil, bir uzay macerası olan ve 1936’da yayımlanan Ket Yıldızı’nda da sürdürür. Gelecek vizyonu, dünyayı kurtarma planlarıyla umut taşıyan bir zihniyeti yansıtan Ket Yıldızı’nda, teknolojik olarak gelişme diyebileceğimiz ama insanlık adına ne kadar gelişmeye işaret ettiğini sorgulayacağımız dehşete düşürücü sahneler de çıkar karşımıza. Öykülerdeki atmosfer zamanla giderek kararmaya başlasa da, Sovyet bilimkurgusundaki Belyaev karakterleri bile hâlâ bir umut taşımaktadır insanlığın geleceğiyle ilgili.

Şimdiye kadar bahsedilen eserlerin birçoğuna karşı Belyaev’in iki büyük eserinde de mekânı Rusya’dan uzaklara taşıdığı görülür. Profesör Dowell’in Başı’nda olaylar Paris’te geçerken, Su Adamı’nda Arjantin’de buluruz kendimizi. Katı, teknik bir bilimkurgu olmaya çalışan Ket Yıldızı’na göre daha samimi, naif bir yaklaşımı olan, bilimsel ikna çabasını bir kenara bırakan Su Adamı, Salvator adlı bir doktorun elinden çıkan bir varlığın, (inci avcılığı yapan denizcilere göre bir deniz canavarının, tedavi ettiği yerlilere göreyse iyilik dağıtan bir deniz tanrısının) öyküsünü anlatır. Kimi zaman Doktor Salvator’dan “tanrı” diye bahsedilir, Su Adamı dediğimiz yaratığın “iblis” olduğu düşünülür, kimi zaman bir baba-oğul öyküsü çıkar karşımıza, ama bunlar zaten bir asır önce Shelley’nin Frankenstein’da işlediği detaylardır. Geçmişte ünlü ve başarılı bir cerrah olan Doktor Salvator, satın aldığı küçük arazide bilimsel faaliyetlerine gizlice devam ederken bir yandan da yerli halkın hastalıklarını iyileştirmekle ilgilenir. Doktor Salvator’un etrafında, Doktor Moreau’nun öyküsünü hatırlatan hilkat garibeleri dolaşır ama bunlar hilkat değil, medeniyet garibeleri, kültür ucubeleridir.

Su Adamı ya da romandaki ismiyle İhtiandr da aslında bir hilkat garibesi değil, İngilizce ve İspanyolca bilen, yakışıklı biridir. Karadaki hayattan uzak bir geçmişi olduğu için insanlık hakkında ancak küçük bir çocuğun sahip olabileceği kadar şey bilen İhtiandr, deniz altındaki yaşamın ona sağladığı katkılarla istediği kadar inci toplayarak Arjantin’in, Güney Amerika’nın ve hatta dünyanın en zengini olabilecek güce sahiptir ama elbette bu yolu seçmez kendine. Hem insan akciğerleri hem de köpekbalığı solungaçlarına sahip bu yaratık, Frankenstein canavarı kadar olmasa da yer yer bir yabancılaşma yaşar; karayı olduğu gibi denizi de yadırgadığı zamanlar olur. Romanın ikinci yarısından itibaren Doktor Salvator, İhtiandr’dan rol çalmaya başlar. Artık sıra neden böyle bir varlığı yarattığını, insanlığı nelerin beklediğini, bu dünyanın nasıl kurtulacağını onu yargılayan gericilere anlatmaya gelmiştir çünkü. Tanrı’nın alanına girip, yaratıcıya eş koştuğu için savunma yapması gerekir, ama ona göre kurban Tanrı’nın ta kendisidir.

Salvator’a göre kendisiyle birlikte Darwin ve evrim teorisi de yargılanmaktadır. Doktor, hayvanların ve hatta insanların mükemmel olmadığını ve düzeltilecek biyolojik unsurları olduğunu savunur. Karada ve havada yaşayan tüm hayvanlar sudan çıkmıştır ve Su Adamı’nın öyküsünün çıkış noktası da burasıdır: Artık geldiğimiz yere geri dönme zamanıdır, çünkü su, âdeta keşfedilmemiş bir gezegen gibi zengin kaynaklarla doludur. İnsanlığı parlak bir gelecek bekliyordur suyun altında ve tabii ki bunun için de insanların suyun altında yaşayabilir bir biyolojik yapıya kavuşmaları gerekir. Su Adamı, bu ütopik umudun modelidir.

Doktor Salvator, çoğunluğun iyiliği için kurban verilmesi konusunda nettir. Mükemmelliğe, ütopyaya erişmek için verdiği zayiat onun için kabul edilebilir bir durumdur. Bu aritmetik trajik değildir onun gözünde, hatta onu vicdanen rahatlatır.

Bu sebeplerle, Belyaev’in diğer Sovyet bilimkurgu yazarlarından ayrıldığı görülür. O, döneminin endişelerini taşıyan bir yazardır. Umutludur ama yarattığı kahramanlar tuhaf bir trajediyle yüklüdür. Kim bilir, belki de bu noktada Ekim Devrimi’nden ziyade yazarın trajedilerle dolu hayat öyküsünün payı vardır. Belki de dünyanın kısıtlı kaynakları hakkında ekonomik bir model arayışıyla, suyla kaplı dünyamızın değerini bilmeye çağırıp toplumsal mesaj vermeye çalışan vizyoner bir Sovyet bilimkurgusu değil, yazarın çocukluğunda boğulan erkek kardeşinin acı hatırasından ibaret, travmatik bir zayiat öyküsüdür; Doktor Salvator’un bile vicdanını rahatlatmayacak türden bir aritmetiktir bu.

Profesör Dowell'in Başı, Aleksandr Belyaev, Çev.: Hazal Yalın, Doruk Yayınları

Çalışmak mutluluktur

1908’deki Kızıl Yıldız’dan beri süregelen umut/ umutsuzluk ikilemi, Sovyet bilimkurgusunun erken döneminde karşımıza çeşitli içeriklerle çıktığı gibi, geç döneminde de Arkadi ve Boris Strugatski kardeşlerin 1960’lı ve 70’li yıllarda yazdıkları romanlarda odakta kalmaya devam eder. Bu romanlarda belirleyici unsur bilimsel ilerlemedir; modern insanın bilme arzusunun ve umudunun barındırdığı gizemli endişedir.

Strugatski kardeşlerin romanları belki de iki kişi olmalarından hareketle, genellikle birbirlerine benzemez. Adeta her roman farklı yazarlar tarafından kaleme alınmış gibidir. Çoğulluğun verdiği dinamiklik, Uzaktaki Gökkuşağı ya da Uzayda Piknik gibi romanların derinliğini ya da karanlığının gücünü artırırken Pazartesi Cumartesiden Başlar veya Tanrı olmak Zor İş gibi romanların da renkliliğini ve zenginliğini artırır.

Yazının başında atıfta bulunduğumuz Kıyamete Bir Milyar Yıl’ın “Fantastik olayları fantastik olmayan varsayımlarla nasıl açıklarsın” sorusuna karşı, Pazartesi Cumartesiden Başlar’da büyünün bilimle karşıt olup olmadığı tartışılır. Büyüyü bilimkurgunun malzemesi hâline getiren yazarların bu eseri zaman zaman fanteziyle süslü bir bilimkurgu romanı olarak da değerlendirilmeye açıktır, tıpkı zamanda yolculuk yapılan bir Orta Çağ macerası gibi okunabilecek Tanrı Olmak Zor İş gibi.

İnsanları mutlu edecek düzen, sistem, yöntem nedir? İşte bu sorunun peşindedir Sovyet bilimkurguları. 1965’te yayımlanan Pazartesi Cumartesiden Başlar’da tasvir edilen büyülü yapı, bilimin mutluluğun hizmetinde olduğunu vurgular. Tatil yapmayan, her daim çalışan “büyücüler”dir bilim insanları. Pazartesi ile cumartesi arasında bir fark bırakmayan bu sistemde, çalışmak mutluluktur. Tıpkı Bogdanov’un Kızıl Yıldız’ında resmedildiği gibi, çalışma estetiği Sovyet kültürünün bir parçasıdır. Çalışmak estetik bir eylemdir, zorunluluk değildir, kendiliğinden devam eden bir hâldir. Bilinmeyenle uğraşmak, arayışın verdiği umut, emekçi insanın mutluluk kaynağıdır. Var olma amacıdır özgürleşen emek: “Mutluluk bilinmezin ara vermeksizin kavranması sürecidir, hayatın anlamı da budur.”

1964’te yayımlanan Tanrı Olmak Zor İş’te de emek ve bilgi ilişkisi, Kızıl Yıldız’daki gibi bir ikilem eşliğinde işlenir. Totaliter düzen eleştirisi olarak okunabilecek bu romanda, bir uygarlığın diğeri üstündeki etkisi tartışılmaktadır. Uzayda Piknik romanındaki gibi örtük ve paradoksal bir etkidir bu. Romanın adından anlaşıldığı gibi, Tanrı olmak, belirleyici başrolü oynamak, karar verici olmak kolay değildir. Tanrı’dan istenecek her dileğin bir bedeli olabilir. Daha iyi, daha mutlu bir dünya için, tüm insanlığı yok edip, yerine başka bir insanlık yaratmak adil midir? Bir Tanrı için, daha mükemmelini yaratmak adına zayiat vermek kabul edilebilir mi? İşte bu sorunun peşine düşer Strugatski kardeşler bu romanda. Bunu da, karanlık bir çağın yaşandığı distopik bir dünya modeline, geri kalmış bir uygarlığa işaret ederek yaparlar.

1971’de yazılan ama hemen yayımlanamayan Uzayda Piknik ise, tüm bu romanlarda bahsettiğimiz unsurların ufak rollere dağılıp adeta bir yapboz oluşturduğu bir romandır. Paranoya, çevresel felaket, yabancı bir uygarlığın müdahalesi, yozlaşmış kültür, bilimin umutsuzluğu… Öteki’nin yokluğu ve sadece bıraktığı izin varlığı söz konusudur bu muamma öyküsünde. Bir uzaylı ziyareti ya da müdahalesi yoktur, sadece izi vardır. 1963’te yayımlanan ve bilim insanlarının durduramadığı bir felaketin dehşetini anlatan o karanlık roman Uzaktaki Gökkuşağı gibi somut bir kıyamet öyküsü anlatmaz. Kıyamete Bir Milyar Yıl’da yapıldığı gibi, bilinmeyenin tanım kümesini birçok gizemli alternatifle de doldurmaz. Bu romandaki meçhul küme, kıyamete aittir ve tamamen meçhuldür. Bu kıyamet romanlarının ortak noktası, bilim insanlarının kıyametteki paylarının oldukça büyük olması olarak açıklanabilir ancak.

Pazartesi Cumartesiden Başlar’da şu şarkı söylenir: “Ne Descartes’ız biz, ne de Newton/ Bizim için bilim, karanlık bir harikalar ormanı/ Sıradan astronomlarız biz, evet! Gökyüzünden yıldız koparıyoruz.” Her büyücü ya da her bilim insanı, kendi bilinmezinin peşinde kendi geleceğini yaratır. Bu geleceklerden en iyisi için hâlâ umut vardır Strugatski romanlarında.

Mutluluk, gökyüzünden yıldız koparmaktır, kızıl bir yıldız…

 

Kaynaklar:
Kıyamete Bir Milyar Yıl, Arkadi ve Boris Strugatski, çev: Hazal Yalın, İthaki Yayınları, İstanbul, 2015.
Kızıl Yıldız, Aleksandr Bogdanov, çev: Ayşe Hacıhasanoğlu, Yordam Kitap, İstanbul, 2015 (üçüncü baskı).
Kızıl Yıldız-2: Mühendis Menni, Aleksandr Bogdanov, çev: Ayşe Hacıhasanoğlu, Yordam Kitap, İstanbul, 2012.
Biraderim Aleksey’in Köylü Ütopyası Ülkesine Seyahati, Aleksandr Çayanov, çev: İhya Kahraman, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2015.
Stalin’e Mektuplar, Y. Zamyatin & M. Bulgakov, çev: İsmail Arıkan, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991.
Köpek Kalbi, Mihail Bulgakov, çev: Süha Demirel, Tefrika Yayınları, İstanbul, 2015.
Profesör Dowell’in Başı, Aleksandr Belyaev, çev: Hazal Yalın, Doruk Yayınları, İstanbul, 2013.
Ket Yıldızı, Aleksandr Belyaev, çev: Hazal Yalın, Doruk Yayınları, İstanbul, 2013.
Su Adamı, Aleksandr Belyaev, çev: Hazal Yalın, İthaki Yayınları, İstanbul, 2017.
Tanrı Olmak Zor İş, Arkadi ve Boris Strugatski, çev: Hazal Yalın, İthaki Yayınları, İstanbul, 2017.
Pazartesi Cumartesiden Başlar, Arkadi ve Boris Strugatski, çev: Hazal Yalın, İthaki Yayınları, İstanbul, 2016.