Dostoyevski: Çağının Bir Yazarı, 19. yüzyıl Rus kültürü ve edebiyatı tarihini de içeren, yer yer felsefi derinlikleri olan bir metin...
Stanford ve Princeton üniversitelerinde Slav Dilleri ve Edebiyatı ve Karşılaştırmalı Edebiyat bölümleri Onursal Profesörü olan Joseph Frank (1918-2013) yaklaşık bir asır süren uzun yaşamını adeta Dostoyevski: Çağının Bir Yazarı adlı eserine vakfetmiş. İlk olarak beş cilt halinde yayımlanan bu anıtsal eserin yakınlarda tek cilde “sığıştırılan” versiyonu yayımlanmıştı. Bu versiyonu geçtiğimiz ay Ülker İnce’nin yetkin çevirisiyle raflardaki yerini aldı. Cüssesine ve küçük punto olmasına rağmen yaklaşık 1000 sayfayı bulan yapıt, Dostoyevski’nin dünyasına girmek, ama özellikle de eserlerine nüfuz etmek için eşi bulunmaz bir kaynak.
Joseph Frank, kendini asla geleneksel yaşamöyküsü anlatımıyla kısıtlamıyor ve eserinin merkezine büyük yazarın yapıtlarını koyuyor. Böylece Çağının Bir Yazarı, 19. yüzyıl Rus kültürü ve edebiyatı tarihini de içeren, yer yer felsefi derinlikleri olan bir metin haline geliyor. Joseph Frank, Dostoyevski’nin içine doğup yetiştiği o çalkantılı dönemdeki tarihi arkaplanı aktarırken, örneğin, entelijansiya ile Çarlık rejimi ve destekçileri, Batıcılar ile Slavcılar, Nihilistler ile Hıristiyanlar arasındaki siyasi ve, deyim yerindeyse, birer düello kıvamındaki ideolojik tartışmaları da olabildiğince ayrıntılı bir şekilde gözler önüne seriyor. O büyük romanlar böyle bir arkaplan bağlamında ele alınıyor.
Zira biyografi, inceleme ya da deneme, Dostoyevski’yi konu alan bir kitabın başlıca karakterlerinden biri de kaçınılmaz bir biçimde Rusya olacaktır. Kitabın başlarında, “Rus yazarların hiçbiri, Rus toplumunu en alt basamağından en üst basamağına kadar geniş bir yelpaze içinde tanıyan Dostoyevski’yle yarışamaz,” diye yazıyor Joseph Frank. Dostoyevski gençliğinde Ütopik Sosyalizmi benimseyerek köleliğe karşı çıkan aydınlardan oluşan Petraşevski Grubu’na yakınlaşmış –aslında grubun bir üyesi değildi– ve onlarla birlikte tutuklanıp yalancı idam işkencesi yaşamış, ardından da kürek mahkumu olarak Sibirya’ya, sürgüne gönderilmişti; hayatının dört yılını bir suçlu olarak cezaevinde, kendisi gibi suçlu köylülerle yan yana geçirdi (yaşadıklarını Ölüler Evinden Notlar'da romanlaştırarak ebedileştirdi). Ama o aynı hayatın son döneminde de, söylentiye göre, Çar II. Aleksandr’ın saraya davet ettiği, –hatta yine bir söylentiye göre, “borçlarını kapadığı”– bir kişi olmuştu (ki o dönem halkla Çar arasında arabuluculuk yapmaya çalıştığı söylenebilir). “Dostoyevski’nin yapıtları incelenir ve yapıtların yorumları yapılırken böyle bir hayatın, bütün o büyüleyici özellikleriyle birlikte anlatılması elbette olmazsa olmazdır,” diyor Frank. Ne var ki, “roman ve öykülerini okudukça,” diye devam ediyor, “geleneksel biyografi yazarlarına özgü bir bakış açısıyla onun yapıtlarının hakkını vermenin çok zor olduğunu gördüm.” Çünkü, “Dostoyevski’nin roman kahramanları, birtakım psikolojik ve duyusal sorunlarla boğuşsa da” tüm kitaplarında “çağının ideolojik öğretilerinin esintisi güçlü bir şekilde hissedilmektedir.” Örneğin Suç ve Ceza’daki Raskolnikov, Cinler’deki Stavrogin ve Kirillov gibi karakterlerdeki sıra dışı uç durumların ardındaki güdü, ancak bu şekilde açıklanabilir. Raskolnikov kadar belirli ideolojik ve felsefi çağrışımlar yaratan, hatta o ideolojinin simgesi olan bir roman kahramanı var mıdır? Belki Don Quijote.
Bu hususta, özellikle bugünün okurları için en çarpıcı örneklerden biri de Cinler’dir. Dönemin anarşist gruplarının iç dinamiklerini, yahut Karmanizov karakterinin, Babalar ve Oğullar’la o güne kadarki en çarpıcı nihilist portresini –eleştirel bir portresini– veren, ancak sonra ününü tazelemek için yeni nesil nihilistlerle yakınlaşan Turgenvey’in gülünçlemesi olduğunu bilmek, ama özellikle de o günlerde patlak veren “Naçayev Olayı”nın içyüzünü bilmek önemlidir: “Dostoyevski, Cinler’e gelinceye kadar hiçbir zaman herkesçe bilinen gerçek olayları temel alarak yazmamıştı,” diye yazıyor Joseph Frank. Zira tarihin en muazzam siyasi romanlarından biri olan Cinler’in olay örgüsünün merkezinde bu tüyler ürpertici cinayet vakası vardır ve o dönemki okurların romanı okurken bu vakayı düşünmemesi olanaksızdır – Dostoyevski, bir kez daha ideoloji ile psikolojiyi ustalıkla birleştirerek düşünceleri en son noktasına kadar götürür, bu yolla olabilecekler konusunda özellikle genç okurlarını, devrime yakınlık duyan genç nesli uyarmaktadır. Böylelikle bu olayı kendi “fantastik gerçekçilik” tekniğine göre öyle bir genişletmiş, boyutlandırmıştır ki, bu tarihsel vaka, bir yerde tarihle de, sanatla da, düz gerçeklikle de sınırlı kalmaz ve bir efsane niteliğine bürünür. Buna ek olarak o sakin ve ruhsuz Stavrogin karakterinin bünyesinde Byron etkisinin –özellikle Puşkin ve Lermontov başta olmak üzere Rus edebiyatındaki Byron etkisinin– Dostoyevski tarafından nasıl işlendiğinin, yahut bu nihilistin portresinin Babalar ve Oğullar’la ne tür bir hesaplaşma içinde yazıldığının ortaya serilmesi, okurlara büyük bir romanın nasıl bir emek, bilgi, yaratıcı güçle, dahası, en az o kadar önemli bir yer tutan ahlaki kaygılarla katman katman inşa edildiğini tecrübe etme imkanı verir...
Nitekim, “Dostoyevski’nin yaratıcılığının bağlamını açıklamaya çalışırken,” diyor Frank, onun özel hayatına kıyasla, “yaşadığı çağa egemen olan çeşitli düşünceler arasındaki çatışmaya daha çok yer ayırdım.” Çünkü:
“Dostoyevski’nin yazdığı şeyleri toplumsal, politik ve ideolojik bağlamı içine yerleştirmek, yine de onun yapıtlarını doğru dürüst anlayabilme yönünde atılmış bir ilk adımdır yalnızca. Çünkü o yapıtlarda önemli olan şey kahramanlarının kuramsal tartışmalara girmesi değildir. Kahramanların düşünceleri, kişiliklerinin bir parçası haline gelmiştir, dahası bu ikisinin birbirinden bağımsız olarak var olması olanaksızdır. İdeolojik bir yazar olarak rakip tanımayan dehası şu yeteneğinde yatmaktadır: Dostoyevski öyle eylemler düşünür, öyle durumlar uydurur ki, bunlarda düşünceler davranışlara egemen olur ama davranışlar alegorik hale gelmez. O benim ‘ahıretbilimsel hayal gücü’ dediğim şeye sahipti, bu hayal gücü, düşüncelerin eyleme dökülmesi, sonra bunların en uzak sonuçlarına kadar izlenmesi planlarını kapsayan hayal gücüdür. Aynı zamanda Dostoyevski’nin kahramanları bu tür sonuçlara kendi toplumsal çevrelerinde egemen olan sıradan ahlaksal ve toplumsal ölçütlere göre tepki verirler ve işte bu iki düzeyin iç içe geçmesi, Dostoyevski’nin romanlarına hem imgelemsel çeşitliliğini hem de toplumsal hayattaki gerçekçi tabanını kazandırır.”
Dostoyevski’nin “ideolojik bir yazar olarak rakip tanımayan dehası”nın kökenini yakın arkadaşı Nikolai Strahov şu sözlerle anlatıyor: “Dünyanın en sıradan soyut düşüncesi pek çok kereler tuhaf bir güçle dikkatini çeker, onu görülmemiş derecede heyecanlandırırdı. [...] Bazen çok bilinen, çok sıradan basit bir düşünce birden zihnini alevlendirir, olanca önemiyle sırrını ona açardı. Deyim yerindeyse Dostoyevski o düşünceyi alışılmamış bir canlılıkla hissederdi.” Dostoyevski’nin önemli yapıtlarına damgasını vuran niteliği, ondaki bu doğuştan gelen “düşünceyi hissetme” ya da başka bir deyişle “düşünceyi duygulaştırma” yeteneğinden kaynaklanır. İvan Karamazov karakterinin böylesi inandırıcı, Büyük Engizisyoncu Söylencesi’nin böylesi etkili olmasının kökü burada aranmalıdır belki de.
Romanları arasında en büyük yeri elbette, “Peygamberin Pelerini” başlığı altında Karamazov Kardeşler kaplıyor. Dostoyevski’nin başyapıtının temelinde, dönemin Rus radikallerinin, kökleri Ortodoks Hıristiyan inancına dayanan ahlaksal ve toplumsal değerleri benimsemelerine rağmen tanrıtanımazlığı seçmiş olmalarıyla gelen derin çelişki gizlidir – ki bu çelişki, onun karanlık öngörüsünü haklı çıkararak günbegün daha da derinleşecektir. Dostoyevski, Karamazov Kardeşler’de “felsefi tanrıbilim izleğini kullanarak cesaretle bu sorunun üstesinden gelmeye çalışır: Sevgi olduğu varsayılan bir Tanrı nasıl olur da içinde kötülük barındıran bir dünya yaratır?” Joseph Frank şu sözlerle devam ediyor:
“Hıristiyanlığın bu ebedi ve ezeli ikilemini Dostoyevski öylesine görkemli bir şekilde sergiler ki hiçbir çağdaş yazar bu konuda onun eline su dökemez; Dostoyevski bir yandan İvan Karamazov aracılığıyla Tanrı’nın iyi olduğu varsayımına amansızca saldırmakta, öbür yandan Büyük Engizisyoncu Söylencesi aracılığıyla olsun, Peder Zosima’nın vaazları aracılığıyla olsun buna karşı çıkmaya çalışmaktaydı. Bu konuda yazdıkları bizlere Yunan tiyatrosunu, Elizabeth dönemi tiyatrosunu, Dante’yi, Milton’ı, Shakespeare’i hatırlatır ve böyle engin denizlerde pek ender dolaşan romancı meslektaşlarından onu ayırmamıza yol açar. Anakahramanlarının her biri, Batı edebiyatının en önemli örneklerinin bazılarının etkisiyle, son derecede zengin simgesel bir ölçekte ayrıntılandırılmıştır, kendi romanı da artık o örnekler arasında yadsınmaz yerini almış bulunmaktadır.”
Joseph Frank’in çağının bir yazarı olarak resmettiği bu muazzam Dostoyevski portresinde elbette karanlık yanlar da var: Yaşlandıkça ara ara hortlayıveren anlamsız bir Yahudi düşmanlığı ya da bencil Batı’ya duyduğu tepkinin güdümlediği abartılı bir Slav milliyetçiliği gibi. Portresini şu sözlerle tamamlıyor Joseph Frank:
“[Dostoyevski] son notdefterine şöyle yazmıştı: ‘Eksiksiz bir gerçekçilikle, insanoğlunda insanı bulmak. Bu öncelikle bir Rus özelliğidir, bu anlamda ben, son çözümlemede, gerçekten de halkın kendisiyim [naroden] (çünkü benim özüm halkın Hıristiyan ruhunun derinliklerindeki özden gelir) – şimdi Rus halkı beni tanımıyor da olsa gelecekte tanıyacaktır.’ Dünya kültürünün baba mirasının parçası olan Dostoyevski işte budur, emperyalizmin egemenlik sancağını dalgalandıran, yanlış yola sapmış yurtsever Dostoyevski değildir, gelgelelim bu ikisinin aynı yürekte yan yana bulunabilmesi Dostoyevski’nin savaştığı insan kişiliğinin gizeminin bir parçasıdır.”