Yazım kuralları hem olmazsa olmazımız hem de en tartışmalı konulardan biri. Peki yazarlar, editörler ve eleştirmenlerin yazım kuralları ile ilişkisi nasıl?
10 Kasım 2016 13:50
Burroughs, dil uzaydan gelen bir virüstür der! Neden olmasın! Dünyalı olsa belki bu kadar büyüleyici, bu kadar sonsuz ömürlü olmazdı… Dil, bu uzaydan gelen virüs, dünyada varlığını sürdürebilmek için en sinsi, en kurnaz politikacılardan daha iyi hareket eder; değişir, dönüşür ama yaşar yaşar yaşar. Dolayısıyla bizim gündelik kaygılarımızla, onun gidişatı hakkındaki endişelerimizle şekillenmez, şekillenemez. Diğer yandan öngörülemez de değildir tabii. Dilin her şeyden önce en güvenilir kaynağı kendisidir. Dil, yazıda, yazanda kalır. Gündelik deyişler, söyleyiş biçimleri yazıya girdiği kadar vardır ancak. İşi dil olanlar, kaynak kullanmak bir yana, geniş bir zaman aralığında durmaksızın okumak zorundadırlar.
Sözlükler, yazım kılavuzları şüphesiz politik açıdan manipüle edilmeye müsait kaynaklar olduğundan titizlikle ele alınmaları gerekiyor elbette. Ben kişisel olarak Ferit Devellioğlu’nun yönetiminde hazırlanıp basılan TDK sözlüğünü, yine Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Sözlüğü’nü, Adam Yayınları’nın Ana Yazım Kılavuzu’nu ve Necmiye Alpay’ın Türkçe Sorunları Kılavuzu’nu kullanıyorum.
İmla ve Yazı Dilinin Özerkliği
İmlanın üç ilkeye dayandığı söylenir: gelenek (teamül), ses ve anlam (akıl). Sorun da tam olarak Modern Türkçenin imlasının bu üç ilkeye birden dayandırılmasından ileri geliyor, çünkü bunların hepsini bir arada, tartıp etmeden uygulamaya kalktığınız an çelişkilerin, tutarsızlıkların sonu gelmez. Soru eki dediğimiz mı/mi, adı üstünde bir ektir, ama teamüle uygun olarak ayrı yazılır; ayrı yazımı en büyük problem kaynaklarından biri olan de/da bağlacı aslında tam bir ek gibi iş gördüğü ve konuşurken ünsüz uyumuna bağlanarak te/ta biçimini aldığı halde yazıda bu durum görmezden gelinir; bitişik yazımda kâh ses kâh anlam esas alınır: Örneğin ikilemelerin ayrı yazılması gerektiği söylenir ama güçbela bir ikileme olduğu halde, ne hikmetse (herhalde birleşik zarf sayılarak) bitişik yazılır.
Türkçenin “yazıldığı gibi okunduğu”, “okunduğu gibi yazıldığı” şeklindeki bugün geçerliliği kalmamış iddialar da kafa karışıklığına katkıda bulunuyor. Temel sorunları çözmek için bana öyle geliyor ki artık vakit çok geç. Bu işin yeni alfabeyle birlikte ilk yirmi-otuz yılda halledilmesi gerekirdi. 80 darbesinden önce Türk Dil Kurumu az çok tutarlı bir imla oluşturmuştu. Günümüzde yayın piyasasında kullanılan imla kılavuzlarının temelini de o oluşturuyor hâlâ. Siyasi müdahaleyle ortaya çıkan ve özellikle 90’larda TDK’nın yayınladığı kılavuzlardaki akıllara zarar imlaya dair bir şey söylemek istemiyorum. Bugün sorunun temeli TDK’nın uzun zamandır incelemediğim kılavuzları ile Eski TDK’lı Ömer Asım Aksoy’un hazırladığı imlayı esas alan kılavuzların temsil ettiği iki ayrı anlayışın bulunması.
Soruşturmanıza neden olan gelişme öyle sanıyorum ki kesme imiyle ilgili basında bir ara meydana gelen sansasyondu. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben de anlam ayırmak için kullanılacağı durumlar dışında, Türkçede kesme imine (apostrof) ihtiyaç olmadığını düşünenlerdenim. Kullanımıyla ilgili TDK’nın yaptığı kural değişimleri ne bana bir şey ifade ediyor ne de yayın piyasasına. Herhangi bir mantıksal temeli olmayan kesme imi kullanma kuralının da kullanımı kısıtlama kuralının da akamete uğraması kaçınılmaz.
Söz açılmışken söyleyeyim: De/da’nın yazımında sosyal medyada gördüğümüz kuralın tam aksi istikametteki yaygın eğilim (yani ek olanın ayrı, bağlaç olanın bitişik yazılması), berbat bir eğitimin yanı sıra, imlanın da mantıktan bağımsız olmadığının kanıtı. Yani, de/da’yı yanlış yazanlar zannedildikleri kadar kusurlu olmayabilir. Belki de kusuru önce otoritenin, otoritelerin temellendirmelerinde aramak gerekir.
Aslında her imla probleme gebedir. Bunun bir nedeni yazı ile ses arasındaki mesafeyse, bir diğer nedeni de dillerin kendi mahiyetleri itibariyle değişmeye mahkûm olmalarıdır. İngilizcenin imlası pek mi kusursuz? Kuralların geleneksel olarak oturmuş olması dışında bir avantajı var mı bu yazı dilinin? Keza Fransızcanın imlasında yeni bir reforma ihtiyaç duyulduğu uzun zamandır dillendiriliyor, tartışmalar son zamanlarda yeniden alevlenmişti, ama nereye vardığını takip etmeye imkânım olmadı. Bizde ilk kabul edilmesi gereken şu sanırım: İmla yazı dilinin özerkliğiyle, yazı dilinin neredeyse ayrı bir dil olarak kurulmasıyla ilgili bir meseledir. Konuyu derinleştirmek için, Avrupa’nın modern yazı dillerinin rönesansla birlikte oluşumunu incelemek faydalı olabilir. Teorik yaklaşıma faydası olabilecek bir kitap olarak Sylvain Auroux’nun La révolution technologique de la grammatisation’una (Gramerleştirmede Teknolojik Devrim, Liège: Mardaga, 1994) işaret etmekle yetineyim. Bu konuları konuşurken havanda su dövmek istemiyorsak, dilbilimin engin teorik ve tarihsel birikiminden yararlanmamız, bunun için de bu tür kitapların artık Türkçeye çevrilebilmesi gerekiyor.
İmla Hakkı
Bu yazıyı 2005’te bir derginin “imla” konulu soruşturmasına verdiğim yanıtlardan düzenledim. On bir yıl boyunca değişen pek bir şey yok; tek aksiyon, söz konusu derginin geçenlerde kapatılması oldu!
İmla (yazım) konusunda tam bir anarşi hüküm sürüyor: Baksanıza: Daha durumun adında bile anlaşamıyoruz: “imla” mı, “imlâ” mı, yoksa “yazım” mı? Bu anarşi bence büyük ölçüde insanların, hele de işi yazmak olanların, tek bir kılavuza bile danışmadan “sallama”sından kaynaklanıyor: “Eski” Türk Dil Kurumu’nun bile bütün bağnazlığına rağmen bazı sözcüklerden (katılın katılmayın, “özleştirme” ışığında gerekçelendirilmiş kurallar uyarınca) atmadığı “şapka” yani “düzeltme işareti” bütün bütün atılmıştır bazılarına sorarsanız (sormasanız da söylerler ya!); bazıları da nerdeyse “laboratuvar”a bile “şapka” koyma yanlısıdır. Her şey bir yana, adına ne dersek diyelim, bu konuda ilk kural, “Dil kurallar için değildir, kurallar dil içindir” olmalı bence. Yani yerine göre kimi kuralları yıkabilmeliyiz. Ben editör olarak bu dediğimi çoğu zaman, yazarımı ve/veya çevirmenimi ikna edebildiğim ölçüde elbette, yaptığımı söyleyebilirim. Fakat, editör olarak asıl bocaladığım yer, “dönem imlası” adını verebileceğim durumlar. Örnekse, yazım anlayışını ve sözcük seçimini her dönem belli bir kaynağa göre yenilemiş bir yazarın, örneğin Sabahattin Kudret Aksal’ın öykülerini yayına hazırlıyorsunuz. Yazarın yenileme şansı bulamadığı öykülerle karşılaştığınızda ne yapacaksınız? Öyküleri yazarın elinden çıktığı gibi “dönem imlası”yla mı bırakacaksınız, yoksa “Bugün böyle yazardı” deyip değiştirecek misiniz?
İşin bir cephesi de kimi yazar ve çevirmenlerin kendine özgü yazımı, sözdizimi, hatta sözcükleri olması. Aklıma gelen ilk örnekler Tahsin Yücel, Oğuz Demiralp, Nermi Uygur, ve elbette Bilge Karasu. Dördünün de, sözcük seçiminin yani eldeki “sözlük”ten “sözcük seçimi” yapmanın ötesinde, kendi sözdizimleri ve yazımları (örneğin Uygur’un birleşik sözcükleri), dahası kendi “sözlükçe”leri (örneğin Karasu ve Demiralp’in eski metinlerle Tarama ve Derleme sözlüklerinden bulup ihya ettikleri “yarlıgamak” ve “şiirmek” gibi sözcükleri, –“üslup” ya da “biçem” dediğimiz şey de anahatlarıyla bu öğelerden oluştuğu için– dolayısıyla kendilerine özgü üslupları vardır. Bu öğelerden birine, Yücel’in ya da Uygur’un sözcüklerini “Türkçe”leştirmek ya da Aksal’ın, Türkçedeki en iyi örneklerden olduğunu düşündüğüm, devrik cümlelerini “doğru”ltmak gibi bir müdahalede bulunduğunuzda (bu örnekler yaşanmıştır!) yazarın üslubunu zedelemiş olursunuz. Bu yazarların dillerine, sözcük seçimlerine ve yazım anlayışlarına katılmayabilirsiniz, ama onlar yaptıkları her şeyi açıklayabilir, her şeyin hesabını verebilirler. Oysa, yazar ve çevirmenlerimizin çoğu, özellikle de genç olanları, böyle değil: Kurallardan habersizler ve bunu tam “yavuz hırsız” ustalığıyla “Benim imlam böyle” diye örtmeye çalışıyorlar. Yani, bir yazar ya da çevirmeni bu anlamda değerlendirirken temel ölçüt, neyi neden yaptığını açıklayıp açıklayamadığı olmalı.
Bu kısacık yazıda da kolayca görülmüş olacağı gibi, benim yazım anlayışım hayli eklektik. Yine de ağırlıklı olarak (eski) TDK’nın 1977’de yayımlanan Yeni Yazım Kılavuzu’nun 1981’de yinelenen 11. basımının yazım anlayışı bana en uygun ve doğru gelmiştir. O yüzden 1980’e kadar “11. basım”ı, 1980’den sonra da bu çizgiyi sürdüren Ana Yazım Kılavuzu’nu, 1995’te Nijat Özön’ün Büyük Dil Kılavuzu’nun “gözden geçirilmiş ve genişletilmiş dördüncü basım”ı çıktığında da onu kullandım. Şimdi daha çok bu çizginin (dolayısıyla “11. basım”ın) devamı olan Dil Derneği yayını Yazım Kılavuzu’nu kullanıyorum. Gerçi bu kılavuzun (da) eksikleri ve katılmadığım yanları nerdeyse “yeni” yani “resmi” TDK’nın “gözden geçirilmiş yeni baskı” İmlâ Kılavuzu kadar çok ama olsun!
12 Eylül 1980 sonrası değiştirilen Türk Dil Kurumu’nun yayımladığı Türkçe Sözlük’ün ve İmlâ Kılavuzu’nun (eski TDK’ya) “tepki sözlüğü” ve “tepki kılavuzu” olduğunu düşünegeldim hep, hâlâ öyle düşünüyorum. Öte yandan, şimdi yapılması gerekenin, bütün o eski tartışmaları unutup “asgar-ı müşterek”te buluşmak olduğu kanısındayım. Unutmayalım: En kötü kural bile kuralsızlıktan iyidir. Bu kuralların oluşturulmasında da, kim ne derse desin, hâlâ en büyük görev Türk Dil Kurumu’na düşüyor bence.
Yazım Kuralları ile ilgili sorun genel olarak siyasi halimizle ilgili sorun(lar)la fazlasıyla iç içe. Ben hem Arter’de editör olarak çalıştığım için editör şapkasıyla bu sorunuzu yanıtlamak durumundayım, hem de bir yazar şapkasıyla.
Editör olarak işimiz tutarlılıklar oluşturmak, veya mevcut tutarlılıklara dair hem siyasi perspektif açısından hem çağcıllık hem de diğer konsensüs ortaklarının kalibresi açısından bakıldığında en makul olan konsensüslerle birleşmek, özenli yayıncılık derdindeki diğer uygun gördüğümüz veya görmek zorunda hissettiğimiz ekiplerle eşgüdüm sağlamak. Kitaplarımızın kendi içlerindeki tutarlılığını dert edinmek ve kendi dışlarında da yan yana durmak isteyeceklerimizle, ama adını böyle koymadan, sanki bir doğruya bağlı kalıyormuşuz gibi yaparak, bir uyum içinde hareket etmek.
Yazar olarak ise bambaşka bir şey deneyimliyorum. Aynı anda çok farklı mecralara yazan biriyim. Bu aynı dönemde çok sayıda farklı yayın ekibiyle, farklı yayınevleriyle, farklı editörlerle çalışmak demek oluyor. Bunların hesabını tutmak istediğim zamanlar olmadı değil (mesela “ân”a hiç şapka koymuyorsunuz ama x, y ve z koyuyor, hoş z şu durumlarda koyuyor, gibisinden), fakat bu hepten ümitsiz de bir girişim: Böyle itirazlarda yanıt yayınevinin kendi iç tutarlılık geleneklerini öne sürmesi oluyor. Dolayısıyla aynı ay içinde aynı sözcüklerim farklı şekillerde yazılabiliyor –hepsi kendi doğrusu konusunda titiz editörlerin güvenli ellerinde. Bu da bende, bir yazar olarak, aslında dilde her biri bağımsız bir sürü beylik olduğu, Türkçe için bir müşterek devlet veya federasyon bulunmadığı duygusu uyandırıyor. Giderek, kurallarına uyulması ya da uyulmaması söz konusu bir Türkçe kuralları için gerek şartın iptal olduğu hissine kapılıyorum. Bana Türkçede herhangi bir yazım kuralının varlığı böyle bir ortamda savunulamaz gibi geliyor. Birisi bana "X nasıl yazılır?" diye sorduğunda "Hangi yayınevine göre?" diye yanıt veriyorum. Bana Türkçe bir "ne olsa gider –ama iç tutarlılığı varsa ve doğru zamanda doğru arkadaşları varsa kuralı varmış gibi tınlayan– dil" duygusu veriyor. Sonuçta yazarken hemen hiç umursamıyorum, tümden yazım kuralları alanından çekiliyorum ve editörlerin dağınık metinlerime keyifle çekidüzen vermelerine imkân tanıyorum.
Ancak, gene yazar olarak, bir kitabımın yeni baskısı hazırlanıyorsa, bir dosyayı bir yayınevine önereceksem, gene editoryal bir işin içinde gibi kendimi hissediyorum ve başlıyorum bir iç tutarlılık peşine düşmeye, bir şeyleri sanki herhangi bir kural böyle bir ortamda öne sürülebilirmiş gibi düzeltmeye, değiştirmeye, sağıyla soluyla oynamaya.
Yazım Kuralları denen şey konsensüse en muhtaç şey. Üzerinde anlaşmazsak hiç bir yazım kuralı yok. Hiçbir yazım da yanlış değil. Çünkü herhangi bir yazımın doğru olabilmesi için üzerinde uzlaşılmış olması gerekir. Temel görüşüm bu.
Hal böyleyken, o sanki imalı bir tonla iç tutarlılık arayışı dediğim şeye de aslında hayranım. Oradaki titizliği, dikkati çok seviyorum. Böyle zamanlarda şiir yazılır mı diyorlar ya, böyle zamanlarda bir virgülün yeri düşünülür mü diye soruyorum ve evet diye yanıtlıyorum. Virgül orada kalsa mı uçurulsa mı diye tam da böyle zamanlarda düşünülür.
Daha önce başka bir yerde de verdiğim bir örnekle bağlayayım: Galatasaray Sergileri Türkiye sanat tarihinin son derece önemli sergileridir, malum. Kritik bir girişim. Türkiye'nin ilk uzun süreli sanat etkinliği diye geçiyor. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti tarafından Galatasaraylılar Yurdu'nda açılan 1916 sergisi özellikle önemli. 49 sanatçı 190 eserle katılmış. 12 sayfalık da bir kataloğu var.
Kendimi işte o serginin kataloğunu yayına hazırlarken hayal etmeyi seviyorum.
Ermeni soykırımı büyük ölçüde tamamlanmış, İstanbul'da o sergiye gelebilecek ne kadar Konstantinopolis Ermenisi varsa yok edilmiş; bütün ülke kan yeri, soygun yeri; Ermeni mülklerine, mallarına, nakitlerine el koyma peşinde kalabalıklar; Sarıkamıştır, Çanakkale Savaşı'dır, ölümler ve yıkımlar peş peşe. İstanbul'dan lise talebeleri savaşa gönderilmiş. Öyle bir harekâtlar serisi. Hatta Galatasaray Sergileri'nin ana referansı olacak Galatasaray Lisesi'nin 1916'da mezun veremediği söylenir öğrencilerini savaşta yitirmekten. Aynı kurumun mekânlarında, aynı sene, sanat tarihi büyük atılımını başlatacaktır...
Evet, bu ortamda Galatasaray Sergileri başlıyor ve iki yıl da üst üste düzenleniyor. 1916 ve 1917.
Şimdi size verdiğim bu kısa yanıtı tekrar okuyup birkaç virgülün yerini değiştireyim diyorum...
Her kitap çevirmeni gibi benim de elimin altında yazım kılavuzları var elbette: Dil Encümeni’nin 1929 tarihli İmlâ Lûgati’nin ikinci basımı olan İmlâ Kılavuzu’ndan tutun, Necmiye Alpay’ın Türkçe Sorunları Kılavuzu’na dek epey kaynağı elimin altında tutuyorum. Bununla birlikte son zamanlarda, çevirilerimde yazım kılavuzlarından ziyade sözlüklere başvurduğumu fark ettim. Bunun sebebi, kelimelerin taşıdığı anlamları, kabul edilmiş yazılış şekillerinden daha fazla önemsemeye başlamış olmam. Kelimelerin, bilhassa yabancı kökenli kelimelerin anlamlarını iyi bilmemek, yazımlarını bilmemekten daha yakıcı bir sorun gibi geliyor bana. O yüzden çok sayıda sözlüğüm var. Sözlüklerde, kelimenin yazımını da görüyoruz zaten; hatta fazladan, o yazımın yaşam hikâyesini izleyebiliyoruz: Mesela Sevan Nişanyan’ın etimoloji sözlüğüne bakınca, kelimenin hangi dilden, hangi kökten geldiğini, ilk kez hangi tarihte dilimizde kullanıldığını, özgün dildeki imlasını ve zaman içinde nasıl anlam değişikliğine uğradığını öğreniyoruz. Bir diğer örnek olarak, Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat’ini, eski Türkçe kelimeleri kullanmak isteyen her dil işçisinin sık sık karıştırmasını isterim. Esasen, dilin gelişim ve değişim serüvenini farklı farklı kaynaklardan takip etmek, kendimize yakın gelen yazımı seçmemizi sağlayacak bilgiyi, bilinci, bakış açısını da kazandırıyor bize.
Öte yandan, çevirmeni yazım konusunda rahatlatan bir süreç var: Redaksiyon. Çeviriyi redakte eden kişi, belli bir kılavuzu takip edecek ve çevirmenin yazımını o kılavuza göre “düzeltecek”tir elbette. Çevirmene düşen genellikle, bu düzeltiye boyun eğmek, bazen (hatta sıklıkla) hatalarının düzeltilmesinden ötürü memnuniyet duymak oluyor. Ama çeviri alanı, dil aktarımından kaynaklanan birtakım ek yazım sorunları içeriyor. Kendi sıkıntılarımdan örnek verirsem: Başka bir dildeki, diyelim Antik Yunan ve Latin yapıtlarındaki isimlerin harfçevrimi, bu isimlerin Türkçede nasıl yazılıp nasıl okunacağı hususundaki baş ağrısı. Çünkü bunların Türkçede yerleşik, ama bizi tatmin etmeyen yazım şekilleri var: Homeros’un meşhur destanının ismini, yerleşik haliyle, yani Odysseia diye yazıyoruz. Can sıkıcı soru: Peki bu ismi nasıl telaffuz ediyoruz; yazdığımız gibi okumamız mümkün mü? Meşhur Güzellik Tanrıçası’nın Türkçedeki ismi nedir: Afrodit mi, Aphrodite mi? Hangisini tercih edeceğiz? Tabii bu noktada da redaktör ve editör devreye giriyor; şayet yayınevi klasik eserlerin çevirisinde tecrübe ve birikim sahibiyse, yayımladığı çevirilerdeki tercihler doğrultusunda bu isimleri biçimlendiriyor.
Zaten yazım birliği sorunlarının kökeninde bir bakıma, farklı dillerle ve farklı alfabelerle yaşadığımız temas var. Temel güçlüklerimizden biri, kelimenin ait olduğu dilin sesletimini Türkçeye aktarmak olmuş. Bitmek tükenmek bilmeyen şu “şapka” tartışmasının özü bu. Dil bir bütündür ve her şeyiyle doğru, güzel kullanılması gerekir tabii. Bununla birlikte, kişi imla sorununu, sık sık başvuracağı bir kılavuzla çözebiliyor. Oysa ifade zafiyetlerinin, anlatım bozukluklarının üstesinden gelmek, çok daha derin ve çetrefil bir okur-yazarlık meselesi.