Biz konfabülatör iken

Hepimiz kendi geçmişimizi yanlı yorumlarla süsleyerek objektif gerçeklikten uzaklaşıyor, sahte gördüğümüz anlatılardan daha yapay bir benlik bilgisiyle hareket ettiğimizi ise çoğu zaman fark edemiyoruz

18 Ağustos 2016 13:00

Konfabülasyon. Literatürde, “Bir kişi ya da dünya hakkında aldatma amacı gütmeksizin uydurulmuş, çarpıtılmış ya da yanlış yorumlanmış hatıralar” olarak tanımlanır.[1] Bu illete yakalanmış kişiler için, yaşadıkları olayları akıllarına gelen çağrışımsal eklemelerle zenginleştiriyor ve sonuç îtibâriyle verileri fantazilere çeviriyorlar diyebiliriz. Böylece edebiyatla konfabülasyon arasındaki iç içe geçmiş örgülere düşüp kaybolacağımız tünel de açılır. Kim neyi, niçin, nasıl ve ne uğruna uyduruyor.

Konfabülatörlük, yaşam hikâyemizin târihle edebiyat arasında konumlanmasıyla ilgili. Hepimiz kendi geçmişimizi yanlı yorumlarla süsleyerek objektif gerçeklikten uzaklaşıyor, sahte gördüğümüz anlatılardan daha yapay bir benlik bilgisiyle hareket ettiğimizi ise çoğu zaman fark edemiyoruz. Oysa ben başlığı altına tıkıştırdığımız kesinliklerin tümü de yanılsamalar içeriyor. Kendimizi dengede tutmak için etkileşimlerimizi ve deneyimlerimizi tekrar tekrar yorumlayarak keyfe keder bir dünya imgesi resmediyoruz. Gerçek hayat dediğimiz fenomen bu yanılsamalı kurgunun dışa vurulmasına denk gelmekte. Konfabülasyonlarımızı yaşıyoruz. Kimlik anlatılarımızın spekülatif içerikle şekillendiğini kavradığımızda ise yazarlık kapısı aralanıyor.

Yazarlar yalan söylemek konusunda ustalaşmaya bakıyorlar. Amaçları olabilecekleri olmuş gibi göstermek ve rüyâlarına diğerlerini de inandırmak. Aldatma amacı var mı yok mu. Kurmaca okumak için yola koyulan her okur, yazarın gerçekleri anlatmayacağını bilmekte, dolayısıyla bu noktada bir aldatma amacından bahsedilemez. Okur, yazarın gerçekleri söylemeyeceğinden emin biçimde kurguya gömülüyor. Öyleyse gerçekler ne yazarın, ne de okurun umurunda. Edebiyat evreninde dolaşan bu insanların meselesi gerçeklikten taşan cevhere ulaşabilmek. Gerçek, hayal gücünün ışığında parlıyor.

Edebiyat yoğunlaştırılmış yaşamsallık, birkaç yudum ölümsüzlük iksiri sunuyor. William Faulkner’in meşhur Paris Review röportajında söylediği gibi “her sanatçının amacı hareketi yani hayatı durdurmaktır, yüz yıl sonra, bir yabancı baktığında, hayat olduğuna göre, tekrar hareket edecektir.” Kitapların içine kelimelerle depolanan bu canlı öz, nesilden nesile ihtiyâten aktarılır, çâresizlik günlerinde sevgi ve anlam ihtiyacı içerisinde azar azar ya da bazen susuzlukla tüketilir. Aldatma yoktur, çünkü iki taraf da yalanlar konusunda anlaşmıştır. İlginç ve kıymetli yalanlar sunmak, edebiyatın vaadi budur.

Böylesi yalanları kuru kuru sunmak da olmaz, dil ile içerik sarmaşıklamalıdır okurun dimağını. Bu nedenle dil ustalığı, yalanları gerçekmişcesine ânî kılar. Var olmayan burada şimdidedir artık. Kurgular kısıtlı gündeliğin içine karışır, bireyin algısını yeni anlamlandırmaların hâkimiyetine açarlar. Edebiyata yakınlaştıkça insan, kitleden uzaklaşır. Karakterlerin, koşulların ve değerlerin transitleriyle dolu devâsâ bir hava meydanı misali genişler zihin. Okuyucu dönüşsüz noktayı aşarak kendi kişiliğinin dışına çekilmiştir. Okuyan ve okumayan, kurguyu küçümseyen ve küçümsemeyen arasındaki köprüler yıkılıverir. Edebiyat insanı bireyleştirir.

Yalnızlıktan kurtulmak için okuyanlar, okudukça yalnızlaşırlar. Konfabülasyon ustalarının dokuduğu yazınsal katmanlarda, mevcut fiziksel dünyalarının sınırlarına sığamaz hallere yuvarlanırlar. Etraf aynıdır fakat edebiyatta can bulan kopup gitmiştir artık, dönüşmüştür. İpi kesilen uçurtma gibi kerterizsiz yükselir. Bu bir kayboluştur, yücelme değil. Doğumla birlikte doktrine edilen harita lime lime dökülmeye başlar. Ebeveynlerin manzarası değildir artık görülen, araziye renkler dolmuştur. Köşeli sistematiğin iç‌inde hava boşlukları oluşur. 

Okumak tehlikelidir velhâsıl, okuyun evlâdım öğütlerindeki gibi şurup şeker değildir, dişli ve mücâdeleci tavırlara sürükler insanı. Okuruz ve bize sunulan anlam paketlerine tepki duymaya başlarız. Hap bilgilerle hazırlanmış gelişigüzel riyâ salatalarına diş biler, ahmak yerine konmanın sıkıntısıyla buz keseriz. Okuruz ve fark ederiz ki hepsi bizi kendi çıkarları için kandırıyor. Okuruz ve daha iyisini yaratabileceğimize dair bir vehme kapılırız. Kelimelere basa basa ayağa kalkmayı deneriz. Onlar düşürürler. Kimdir onlar. Kolektife, arasından sıyrıldığımız çoğunluğa geri dönmemizi isteyenler. Yüzlercemizin tek bir organizmaymışcasına jöleleştiği çukurlara çekerler bizi. Birkaç kitapla yeniden yükselmeye çalışırız, belki de deriz korkunun tek duygu olmadığı bir hayat mümkündür. O zaman lânetler bizi kardeşlerimiz. Çukurdaysan derler çukurda kal ve bırak artık okumayı, yeter. Okuyup adam olacakken istenmeyen oluruz.

İngiliz şair William Wordsworth şiirin iki aşamada oluşturulduğunu zikreder. Önce der, bir deneyim büyük bir heyecanla kazınır varlığa ve sonra sâkin bir saatte, hafif meltemin altında oturur, rahatlamanın tüm kuvvetleriyle o heyecan dolu hâfıza parçasını çağırırsınız. Coşkun deneyimi âkıl gözünüzle tekrardan yaşarken izlenimlerinizi kâğıda aktarırsınız. İki duruma ihtiyaç vardır, heyecanlı bir yaşantı ve dingin bir kuytu. Bu ikisinin doğru kullanımıyla yeni dünyalar doğurur insan. Konfabülasyon hâtıraları çarpıtmakken, edebiyatla hâtıralar arasındaki ilişkiyse böyle temellenir. Yaşamın ham maddesi çağıldamalarla canlandırır ve anlakın soğukkanlı perspektifi bu ham maddeyi ışınlarla işler. 

Kurmacalar anı, rüyâlar hâtıra mıdır öyleyse. Nereden gelir uydurduklarımız. Yaşanana bakışımız değişince rüyâlar ve öyküler belirir. Bir bardak suyu içen biz değilizdir de artık, bir bardak su bizi içmektedir. Enteresan olan yaklaşım değildir, hayatı sınırlamayı bıraktığımızda fark etmeye başladıklarımızdır. Kör adamlar ve Fil meselindeki gibi hayat neresindeysek orasını nihâî gerçek zannettiğimiz koca popolu bir kara hayvanına benzer. Karanlıktaki filin etrafı ne kadar çok dönülürse o kadar fazla bakış açısı birikir, kübist tablolara benzeyen çok parçalı bir fotoğraf çıkar ortaya. Parçaların bir kısmı yaşantıdan elde edilir, diğer kısmı edebiyattan, okuyarak içine girilen o derin hayattan.

Sonuç olarak gerçek tek değil binlercedir, fakat kurmacaya yeteri kadar ihtimam göstermeyen bilebilir mi bunu. Yaşanan hayat koşullarla kaimdir, koşulları ise anlatılar tâyin eder. Hangi anlatıya inanıyorsa onu yaşar insan, bozuk anlatılarla da hediyesini çamura bular. Kimiz biz. Nereden geldik. Nereye gidiyoruz. Neden ve nasıl buradayız. Bu sorulara sunulan tüm cevaplar anlatıdan ibârettir. Konfabulatörler tarafından kurgulanmış hikâyelere sığdırmaya çalışırız eşşiz ve biricik ömrümüzü. Cevabı bilmediğini kabul edenler kendileri doldururken anı defterlerini, başkalarının anlatılarına sarılanlar kilitleyerek yaşama kuvvetlerini, körü körüne ölmeye ve öldürmeye yatarlar. Keşfetmek yerine iknâ etmeye çalışanların gazabıyla çatlayıverir mâvicik küremiz, hayalle gerçeği karıştırdığımız için nâdîde olanı kirletiriz.

Edebiyat kurmacalarıyla fazla haşır neşir olmak gündelik gerçeğin kurmacalarına uyanık kalmayı mümkün kılar. Her gün sil baştan yazılan gerçeklik gösterileriyle uyur ve uyanırız. Medya denilen art niyetli konfabülasyon aygıtının mütemâdiyen değiştirdiği kolektif masallarda boğuluruz. Uyku ile uyanıklık karışmıştır artık, uykuya uyanıklık diyen de bulunur. Dünya bize güç peşindekilerin âkıl oyunlarını sunar, edebiyat ise deliliğin nerede başladığına dair işâret fişekleri. Adım adım nefretle yamalanmış gündüz düşlerine sürükleniriz. Geçmiş artık yalanlarla hemhal edilmiş, 1984 romanındaki gibi güncelin gölgesi kılınmıştır. Kardeş kardeşi çukura çekerken okuma meraklıları edebiyatın ana fikrini fısıldarlar. Anlatılara kuşkuyla yaklaşılmalıdır. Sonra yine hışım, yine korku, yine kaos. Çukura düşerken umutlar, dağılarak azalır sağduyu. Temennîler rüzgâra dağılır. Anlatılara kuşkuyla yaklaşılmalıdır.


[1] Doğuştan Yalancı / Ian Leslie / NTV Yayınları / Çeviri: Erhan Derya Kibaroğlu