Sıdıka Özdil: Bence edebiyat müzikle iç içe ve dahası bizlerin sanata bakış açısını çok genişleten ve her zaman müziğimizde kullanacağımız sanat disiplini olduğu için, olmazsa olmazımız…
03 Mayıs 2018 14:20
Sıdıka Özdil hayran olduğum bir besteci.
Benim için modern edebiyatta Virginia Woolf ne ise, çağdaş müzikte Sıdıka Özdil aynı yere sahip. Aralarında 80 yıllık bir kuşak farkı olması önemli değil. Avangart, yenilikçi, devrimci sanatçılar zamanla sınırlanamıyor, daima taze kalıyorlar.
Sıdıka’yla Londra yıllarımda tanıştım, arkadaşı olmaktan gurur duyduğum, muhteşem ve çok yönlü bir müzisyen. Kompozitör, orkestra şefi, şimdi de hoca- Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı’nda kompozisyon dersleri veriyor.
Dünyanın bütün büyük müzik şehirlerinde eserleri icra edilen, Leverhulme Fellowship dâhil birçok uluslararası ödülün sahibi, kız kardeşi ve Türkiye’nin ilk kadın orkestra şefi İnci Özdil’le birlikte Antalya Devlet Senfoni Orkestrası’nın kurucusu.
Onu, 2016 yılında Associate (üye) yaparak onurlandıran eski okulunda, Londra Kraliyet Müzik Akademisi’nde ileri kompozisyon çalıştığı dönemde, 1980’lerde, daha gencecik bir sanatçıyken tanımak ve izlemek benim için büyük bir ayrıcalıktı, çünkü bir yıldızın yükselişine tanık oluyordum.
Hanz Werner Henze, Luciano Berio ve Krzysztof Penderecki gibi, birlikte çalıştığı bestecilerin onunla kurdukları dostluğu ve ona hayranlıklarını görmek, konserlerini izlemek, harika bir deneyimdi.
Büyük şeflerden Simon Rattle ile dostluğunu görmek büyük bir zevkti. O yıllarda Londra Filarmoni Orkestrası’nda birinci viyola olan Ruşen Güneş’le zaman zaman birlikte çalışmalarını izlemek de çok keyifliydi.
Sıdıka Özdil’in edebiyatı çok sevdiğini, edebiyatın müziğinde önemli bir öge olduğunu daha o günlerden beri bildiğim için, Edebiyat ve Müzik dosyamızın onsuz eksik kalacağını hissettim ve ona birkaç soru sormak istedim. Sağ olsun, beni kırmadı.
Orhan Veli’nin şiirlerini bestelediği eserin doğuşunu bizzat izlediğim için kalbimde ayrı bir yeri var. O eserde kullandığı “Birdenbire” şiiri gibi tıpkı:
Her şey birdenbire oldu,
Birdenbire vurdu günışığı yere
…
Aşk birdenbire oldu,
Sevinç birdenbire.
Ve bir de yaşadığımız şu karanlık günlerde “Sizin İçin” şiirinin acı yankısı var tabii.
Sizin için, insan kardeşlerim,
Her şey sizin için;
Gece de sizin için, gündüz de;
…
Hapishaneler, kelepçeler, idam cezaları,
Sizin için.
Diğer yanda, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dizeleri:
Bendedir korkusu biten şeylerin,
Çelik gagasında fecri taşıyan
Mavi kartal benim…
Sıdıka Facing Phaselis eserinde seslendirilen bu ve diğer şiirleri çok güzel seçmiş. Sonra, Cevat Şakir’in, Halikarnas Balıkçısı’nın Aganta Burina Burinata romanı; arp nasıl da yakışıyor ruhuna, arp repertuvarının enfes bir örneği.
Sıdıka Özdil’den söz ederken, Virginia Woolf’a gönderme yapmam boşuna değil. Çünkü Sıdıka Özdil de müthiş bir anlatımcı, olağanüstü yüksek ifade gücüne sahip bir besteci. Müziği deneysel, ama duygu içeriği evrensel. İnsan müzikten hiç anlamasa bile, o titreşimleri ıskalamak mümkün değil.
Onun besteci bakışıyla, müziği ve edebiyatı neredeyse özdeşmişler gibi betimlemesi bence çok önemli bir gözlem; edebiyatta ve müzikte soyutluğu ele alışı ise başlı başına seminer olacak değerde.
Önce, edebiyata duyduğun sevginin müzikle nasıl birleştiğini anlat bana kısaca, sevgili Sıdıka, sevdiğin edebiyat eserleriyle kendi bestelerin nasıl buluşuyor ve gelişiyor zihninde?
Aslında bestecilerin dünyası çok geniş olmalı diye düşünüyorum. Okuduğumuz her roman, hikâye, şiir veya gördüğümüz resim, heykel, seramik bizi etkileyebilir ve onları müziğimizle bizim bakış açımızdan tekrar, bu kez ses dünyamızda buluşturabiliriz. Şiir ile buluşturmamız, göreceli olarak daha kolay oluyor. Ancak her beğendiğimiz şiiri de müziğimizle buluşturamıyoruz. Bazı teknik kıstaslarımız var.
Eğer şiirin genel formu ve içeriği uygunsa daha kolay oluyor. Ve tabii bestecinin kendi stiline yakın şiirleri seçtiğini de söyleyebiliriz. En azından benim için böyle…
Hikâyeler için benim eserlerimdeki seçimim genelde müziğin içine gizlemek! Yani eserimin genel çizgisini, o hikâyeyi anlatmak için kullanıyorum. Sözleri müziğe çevirmek gibi de anlatabilirim bunu… Roman bence kesinlikle opera olmalı fakat onun için çok iyi bir librettist gerekiyor ki, hocalarım dâhil pek çok bestecinin bam telidir bu konu. İyi ve kafasındakini yaratabilecek bir librettist bulmak çok zor. O nedenle, bazı besteciler bunu kendileri yapmıştır!
Facing Phaselis adlı eserin müthiş avangart bir parça. Keman ve viyola partisyonlarındaki tatlı tonaliteye hayranım. Melih Cevdet Anday ve bir de çok sevdiğim bir Tanpınar şiiri var. Beste boyunca şiirleri orkestra üyeleri seslendiriyor. O besteyi yapma hikâyeni anlatır mısın kısaca?
Facing Phaselis bana Covent Garden-Kraliyet Opera Evi Solistleri tarafından ısmarlandı ve Kraliyet Opera Evi’nin kütüphanesine giren ilk Türk eseri…
Kraliyet Opera Evi Solistleri’nin ve Orkestrası’nın konzertmeister’i (başkemancısı) Peter Manning ile benim ortak ilgi alanımız sanat tarihi, yani eski eserlere meraklıyız.
Antalya’da Phaselis’e bir İngiliz arkadaşımın yatıyla gittiğimde, bana oradaki antik tiyatronun tepesindeki minicik bir köşeden gösterdiği, iki limanı yeşille buluşturan nefes kesen manzara ile, ilk karaya çıktığımızda, yürüdüğümüz agora ve devasa su sarnıçları beni çok etkilemişti.
Zamana karşı ayakta durmayı başarmış, üstünden geçen bir sürü uygarlıktan ve sanki bir sürü çağdan bir sürü insanın seslerini duyar gibiydim. İlk önce şiir olarak, T.S.Eliot’ın The Waste Land isimli kitabından şiirler seçmiştim. Fakat T.S.Eliot’ın dul eşi şiirleri kullanmama izin vermeyince, ben de hemen Britanya Kütüphanesi’ne gidip, orada bana pek çok eserimde ilham olan, Nermin Menemencioğlu’nun çoğu çevirilerinin yer aldığı ve ve yine kendisinin hazırladığı Turkish Verses adlı kitabını buldum. Oradan en beğendiğim şiirlerin belirli kısımlarını eserin geneline çok, çok daha uygun olduğunu düşündüğüm ve bence şahane şairlerimizin şiirlerinden seçtim ve kullandım. Çok da iyi oldu çünkü bu şairlerimiz de Kraliyet Opera Evi’nin kütüphanesinde yerlerini aldılar.
Facing Phaselis, dokuz yaylı çalgı için bestelendi. (Beş Keman, İki Viyola, Bir Viyolonsel, Bir Kontrabas) Şiirleri çalanlar okuyorlar. Normalde konzertmeister hem şiir okuyor, ilk ve son şiiri okuyor, hem çalıyor hem de yönetiyor. Her şiir bir bölümü açıyor veya bağlıyor. Her bölüm ise en hayran olduğum besteci J.S. Bach’ın kullandığı klasik bir formu içeriyor. Ancak eserin altına Mozart’ın Ave Verum Corpus isimli eserinin ana temasını gömdüm. Çünkü ben bu eserimi bestelerken canım kadar sevdiğim, Türkiye’nin ilk kadın konzertmeister’i Gülden Turalı’yı kaybettik! Onun üzüntüsüyle Ave Verum Corpus’u seçtim ve bu eserimi de zaten ona ithaf ettim. Böylece Gülden ablacığım da orkestrasında çalmayı çok istediği Kraliyet Opera Evi’ne girmiş oldu.
Facing Phaselis bir anlamda zamana karşı direnen sanatçıların da simgelendiği bir yapıt, bence… Melih Cevdet Anday’ın söylediği gibi: zamanı uzatmak…. Şairlerin isimlerini söylersek neden ölümsüz olduklarını, neden bu kadar ilgi gördüğünü de anlatabiliriz: Ahmet Hamdi Tanpınar, Melih Cevdet Anday, Cahit Saffet Irgat.
Bestelediğim şekliyle ilk seslendirilişi Kraliyet Opera Evi-Covent Garden’da yapıldı. O zamanki genel müdürü, tüm bu şairlerin şiirlerinin peşine düşmüştü ve tabii ki, ilk görmek istediği yerin, Phaselis olduğunu söyledi…
Avangart bir çağdaş besteci olduğun kesin. Ama seni nasıl tanımlarız? Romantik diyebilir miyiz? Ya da bugün için “neo-romantik” mi diyeceğiz? Herhalde “romantik” kelimesi yanlış bu çağda ama senin inanılmaz entelektüel ve geometrik bir tarzınla, bir de muhteşem duygusal yanın var, bunlar nasıl bağdaşıyor?
Ben avangart yazı stilini kendi ülkemden aldığım, sonsuz kültür katmanı ile birleştirmeyi amaç edinmiş, çağdaş bir besteciyim. Türkiye’de doğmak, yedi kat medeniyetin üst üste kurduğu kültür-sanat mirasına doğmaktır ve bu inanılmaz bir şans bana göre. Hiçbir zaman ilham sıkıntısı çekeceğimi sanmam.
Avangart yazı stilini benimserken, eserlerimi dramatik ögeden yoksun bırakmak istemiyorum. Bence kompozisyon, akıl ve duygunun, yani beyin ve kalbin bir araya getirilmesi sanatı. Müzik ya da seslerle oynamak çok zevkli ama duygusuz kalırsa kuru ve anlamsız olur. Yazdığım müzik ilk önce benim kalbime dokunmalı ki herkesin kalbine ve beynine girebilsin.
Ben avangart stilin, duygusallıktan, (ya da ona romantizm dersek eğer) romantizmden soyutlanmasının doğru olmadığını düşünüyorum. İki kavram arasında köprü kurulabilir ve hatta bunlar birbirleriyle iç içe geçirilebilir. İngiliz hocam Paul Patterson benim eserlerimi anlatırken “Doğu ile Batı’nın birleştiği bir köprü gibi, tıpkı ülkesi gibi…” demişti. Buna akıl ile duygular, kara ile deniz, tarih ile günümüz müziğinin buluştuğu, birleştiği noktayı da eklersek, işte benim yakalamaya çalıştığım çağdaş stil…
Orhan Veli’yi niye sevdiğini tahmin ediyorum. O da şiirde senin müzikte olduğun kadar devrimci ve avangart bir sanatçıydı. Onun şiirlerini bestelediğin eserde hangi şiirlerini niçin seçtin, nasıl seçtin? O besteyi yapma hikâyeni kısaca anlatır mısın?
Orhan Veli’yi her zaman çok sevdim ve onun şiirlerini kendime çok yakın hissettim. Ve evet, gerçekten o da devrimci benim gibi. Ve yaşadığı çağa göre avangart ama insana uzak değil. Ve hatta öyle yakın ki, bizden birisi gibi. Ama muhteşem abide şiirleri var. Orhan Veli hem Türk’tür hem de çok evrensel.
Bir gün viyola sanatçısı Ruşen Güneş ile onun evinde konuşurken konu Orhan Veli’ye geldi. O bir şiir söyledi, ben bir başkasını; derken Ruşen bana Orhan Veli’nin şiirlerinden oluşan bir eser bestelememi söyledi. Ciddi misin, diye sordum. Evet, çok ciddiyim, dedi. Hemen orada mini planımızı yaptık.
Mezzo-soprano ve piyanist iki arkadaşı olduğunu söyleyince, ben de o zaman mezzo-soprano, viyola ve piyano için yazayım, dedim. İstediğim Orhan Veli şiirini bestelemem konusunda da anlaştık. Daha sonra beni aradı ve daha eseri yazmaya başlamadan konser tarihini ve yerini söyleyince şok geçirdim…
Tabii bir de şiirleri İngilizceye çevirmek gerekiyordu ki, o kısım çok zor bir işti. Çünkü Orhan Veli’nin kendine özgü bir anlatım şekli var ve bir şeyi yanlış yapsan aynı zevki vermiyor. En önemlisi o şiirsel anlatımı, sürprizleriyle, aynı Türkçede verdiği zevkle algılayabilsin kişi.
İşte bu önemli anda, BBC Dünya Servisi’nde birlikte çalıştığım can arkadaşım Tayfun Ertan imdadıma yetişti. Tayfun da Orhan Veli hayranıydı ama öylesine hayrandı ki, şiirleri çevirdiğinde aynı güzelliği veremeyeceği endişesini taşıyordu. Oysa ben ondan emindim ve dediğim çıktı. Bence her bir çeviri birbirinden güzel oldu. Tayfun’un çevirdiği Orhan Veli şiirleri: “Hürriyete Doğru” (Towards Freedom), “Misafir” (The Guest), “Sizin için” (For You). En son şiir “Birdenbire”nin (All of a Sudden) çevirisi ise Talât Sait Halman’a ait. Bu şiirlerin hemen hepsi çok beğenildi ama bilhassa “Sizin İçin” yani “For You” çok ama çok ilgi ve beğeni topladı.
Şiirleri nasıl seçtiğime gelince; aslında şiirleri okuyunca hemen kendiliğinden çıkıyor ortaya. Her birinin ortak yanı, çok ayrıntılı bir şekilde ortamı çizmeleri ve hatta anlattıkları olayı neredeyse gözümüzün önüne getirmeleri. Hepsinde umut veren, yaşama sevinci veren bir ortak yan var ama drama da var içlerinde. Özellikle de “Sizin İçin” bunun en güzel örneği. Olağanüstü güçlü ve modern bir şiir yazımı. Hayran olmamak elde değil. Şiirler sanki “gel, beni müziğe uyarla” diyor.
İlk icrasından bahseder misin? Nasıl tepkiler almıştın Orhan Veli’nin şiirlerine ve kendi eserine?
Orhan Veli şiirlerinin ilk seslendirilişi Southbank Merkezi, Kraliçe Elizabeth Salonu’nda yapıldı. Bana gelen tepkiler çok olumluydu. Ve hatta Orhan Veli Şarkıları pek çok kez seslendirildi Londra’da… Daha sonra Avusturya’da Viyana Modern Festivali’nde ve hatta Kongre Kütüphanesi’nde, Amerika’da. Çok beğenilmese bu kadar seyahat etmezdi sanırım.
Eser ile ilgili olarak hem avangart tarzda hem de Türk bazı materyalleri kendi potamda eritebildiğim için övgüler almıştım. Ayrıca mezzo-soprano, viyola ve piyano’yu çok yaratıcı şeklide ve balanslı bir biçimde kullandığımı söylediler. Viyana Modern’e davet edildiğim için orada Orhan Veli hakkında bilgi verdim.
Burada Tayfun’un çevirdiği “For You” özellikle çok beğenildi. Ve hatta, o zamanlar hocam Paul Patterson’ın evinde, birlikte çalıştığım Krzysztof Penderecki, “keşke bu şiiri senden önce ben bulsaydım” dedi… Bence o bilseydi ilk önce, kesin kullanırdı..
Şiirin kendisi çok güzel ama eğer İngilizce çevirisi de güzel olmasaydı nasıl anlaşılabilirdi ki? Onun için Tayfun Ertan’ı da kutlamak gerekir. Belli olmaz, belki ileride yine kapısını çalıp, elimde bir şiir ile “şunu da çevirir misin, lütfeeen” diye sorabilirim. İyi bir şiir çevirisi yapmak çok zordur. O kişinin de şair olması veya şiiri en az şair kadar hissedip, başka bir dilde aynen hissettirmesi gerekir. Onun için önemli bu konu.
Aganta Burina Burinata nasıl doğdu kafanda? Balıkçı’yı özellikle hangi nedenlerle çok seversin?
Aganta Burina Burinata’yı çocukken okumuştum ve sonra Halikarnas Balıkçısı’nın hemen her eserini alıp okudum. Halikarnas Balıkçısı da tıpkı Orhan Veli gibi hikâye alanına yepyeni bir nefes gibi doğmuştur, bence… Anlatımı ile bildiğimiz halktan, sıradan insanları duygularıyla, yaşam felsefeleriyle ve ilginç yanlarıyla avuçlarımızın içine bırakır. Üstelik onları öylesine güzel anlatır ki, artık onlar hem birer hikâye kahramanıdır hem de bizden birileri…
Bir tatilimizde babam ve annem Bodrum’a gitme kararı verdiler. Kardeşim İnci ile çok sevindik, “ne güzel, Halikarnas Balıkçısı’nın memleketine gideceğiz” diye. Babam doktordu fakat doktor olduğunu kimseye söylemememiz konusunda bizi sıkılamıştı. Nedeni, tatildeyken bile hasta muayene etmek zorunda kalmasıydı. Fakat kendisinin güneş alerjisi tutunca, karada kalıp, sadece akşam güneşini seyretmek için basit bir balıkçı kahvesine gidip, orada akşam kahvesini içmeyi tercih etmek zorunda kaldı.
İşte ne olduysa, orada oldu ve babam bu kahvehanenin sahibi balıkçının hastalığına çare bulup, onu iyileştirince, balıkçı babamı ve bizleri teknesiyle oradaki adalarda gezdirmeyi teklif etmiş. Yaşasın! Hepimiz tekneye bindik ve sabah çok erken, 05.30’da açıldık. Ben balıkçıya yardım teklif edip, peşinde gezinince sohbet koyulaştı. Ona Halikarnas Balıkçısı’nı tanıyıp tanımadığını sordum. Öyle memnun oldu ki, gözleri parlayarak “tabii tanırım. O yazdığı hikâyelerden birinde ben de varım ama çocuk hâlimle” dedi…
Ve başladık o hikâyedeki şu kahraman, bu kişi vs. konuşmaya. Sana bir sürpriz daha yapacağım, dedi. Ve bizi bir adaya götürdü. Adanın bir tarafında kocaman bir kaya vardı. Ve o kayanın üstüne kocaman bir balık çizilmiş. Ben zıplayarak “ama bu Bedri Rahmi Eyüboğlu” diye bağırdım. Evet, dedi. Bu o!
Muhteşem sürprizdi ve o güzel günü hiç ama hiç unutmadım. Ve arp eserimin konusunu tamamen Halikarnas Balıkçısı’nın hikâyelerinden ve eserin formunu da tamamen Aganta Burina Burinata üzerine kurguladım. Eserin hikâyesini, eseri seslendiren arpçı veya arpçılar konser öncesinde anlatıyorlar. Halikarnas Balıkçısı’nın ismi de böylece duyulmuş oluyor. Aganta Burina Burinata, Hollandalı arpçı Godelieve Schrama için yazıldı ve içinde pek çok modern tını barındırır. Bazıları benim buluşum olan yeni çalma teknikleri de var. Modern yazı tekniklerinin yanı sıra yine benim duygusal, romantik anlatımımı içerdiği için arpçıların seçtiği bir yapıt hâline geldi. Biraz da o nedenle, Fransa’da Paris Konservatuvarı Arp Bölümü’nden mezuniyette, zorunlu eser olarak seçildi. Hâlen de öyle ve dünyada pek çok yerde seslendiriliyor.
Müzik ve edebiyat ilişkisi senin için ne ifade ediyor? İki sanat arasında ne gibi benzerlikler yahut bağlantılar görüyorsun?
Bence müzik ve edebiyat, ikisi de yazın olduğu için, direkt ilintili. Zaten telif haklarında da yazarlar ve besteciler hep bir aradadır. Örneğin, benim bağlı olduğum İngiltere’deki kuruluş, merkezi Londra’da olan İcra Hakları Derneği’nde biz bestecilerin telif haklarıyla yazarlarınki aynı yerde korunuyor.
Kaldı ki, en önemli örnek, opera; konusunu edebî bir eserden almak zorunda. Bestelediğimiz lied’ler ya da şarkılar da şiirler üstüne yazılıyor, yüzlerce yıldır. Edebiyatta da formlar vardır. Formunu tutturamazsan roman dağılır. Anlatım tarzı, kişileri oluşturmak, olgunlaştırmak, mekânlara oturtmak, giriş-gelişme-son’a ulaştırabilme becerisi, ana hatlarıyla müzikle aynı bence... İçinde felsefeyi barındırması ve bu felsefeyi okuyucuya aktarabilmesi edebî bir eserin var olma nedenidir. Aynı şey müzik için de geçerli.
Senfoni yazmayı roman yazmaya benzetiyorum, örneğin. İyi bir besteci eğer romandaki form doğru tutturulamamışsa hemen fark eder, çünkü yazıdaki düşünüş biçimi ile müzikteki birbirine çok paralel. Edebiyatın da soyut bir yanı var, tıpkı müzikteki gibi... Tamam, müzik çok daha soyut bir kavram ve elle tutulup, gözle görülemediği için ve sadece kulağa, beyne dayalı bir sanat türü olduğu için biraz daha zor. Ama bence edebiyatın soyut yanı da benzerlik gösteriyor. O da, her ikisi de, kâğıt üstünde. Görsel değil. Ama işte o soyut yanı, edebiyatı besteciler için çok çekici kılıyor çünkü hayale açık; hayal gücünü kullanmak zorunda kalıyor insan. Müzik de öyledir.
Hayal gücünüz yoksa, beyninizde duyamıyorsanız, besteci olamazsınız. Bazıları duymadan, hayal gücünü kullanmadan yazıyorlar ama onların bir sonraki yüzyılda yaşam bulmaları zor bence... Edebiyatın ve müziğin ölümsüz olan bir yanı da var. İşte bu her şeye değer…
Senin gibi edebiyatı seven ve müzikle buluşturan başka bestecilerden en çok sevdiğin birkaç tanesi kim ve onları neden seversin?
Aslında pek çok besteci var beğendiğim ve sevdiğim. Burada sadece çok az bir kısmını belirteyim, yoksa çok sıkıcı olurum. Örneğin, Schubert, en güzel eşlik yazan bestecidir ve ben çok şey öğrendim ondan. Örneğin, Wagner (kendi librettolarını da yazabiliyor ve olağanüstü bir anlatım gücüne sahip); Richard Strauss (senfonik şiirin dev bestecisi, anlatamayacağı konu yok); Alban Berg (Wozzeck ve Lulu operaları tam bir devrim), o da benim sevdiğim devrimci türünden... Ne yazık ki, yaşarken büyüklüğü anlaşılamamış ama muhteşem bir besteci.
Benim hocalarımdan Hans Werner Henze, beş dil biliyordu ve tam bir edebiyat kurdu idi. Bir dili bilmek istiyorsan, ilk önce edebiyatını bileceksin, derdi. Hemen her eserinde edebiyatı konu almıştır ve çok güçlü bir anlatıma sahipti. Paul Patterson, İngiliz hocam, özellikle çocuk hikâyeleri üzerine yazdığı eserlerle bilinir ve bu alanda en ünlü bestecidir, inanılmaz basit ama etkili bir anlatımı vardır. Voices of Sleep isimli eseri bana göre çok önemli.
Paul Patterson’ın da hocası olan Krzysztof Penderecki, o da zaman zaman birlikte çalıştığım bir besteci, eserlerinde romantizmden kaçınmaz ve avangart stilinden tamamen neo-romantizme döndüğü için “drama ve edebiyat eserin içini zenginleştirir” derdi. Bir de Lutoslawski tabii, onunla da Paul’ü ziyarete geldiğinde evinde çalışma fırsatı buldum. Lutoslawski de avangardın temsilcilerinden; o da edebiyata çok düşkündü ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Can Kuşu” adlı şiirini çok beğenmişti, tıpkı Hans Werner Henze gibi…
Bir de benim Türk hocam Necil Kâzım Akses’i bilhassa belirtmek isterim. Doğru şiir okumayı, şiirin en güzelini seçebilmeyi ve onun üstüne prozodi çalışması yapmayı, en sonunda da o şiiri ya da metni müziğimle birleştirebilmeyi ilk önce Necil Kâzım Akses öğretti bana. Ona ilk önce besteci olabilmemi, daha sonra da edebiyat sevgimi borçluyum.
Krzysztof Penderecki ve Hans Werner Henze bu konuda sana nasıl ilham verdi?
Penderecki ve Henze’nin ortak özelliği tüm zamanların edebiyatçılarını, ressamlarını, heykeltıraşlarını hep tanıyor olmalarıydı. Özellikle Hans Werner Henze’nin (Berlin Filarmoni’nin Yerleşik Bestecisi) çok ilginç bir yaşamı vardı. Beş dili anadili gibi konuşması ve o dillerin tamamında yazılmış olan edebî eserlerin üzerine eserlerini yazmış olması olağanüstü bir olaydı.
Onunla ilk tanışmamız bir yarışma ile oldu. Can Kuşu/The Soul Bird (Şiir: Bedri Rahmi Eyüboğlu, Çeviri: Nermin Menemencioğlu) adlı eserimi birincilikle ödüllendirmişti. İnci’nin kurduğu orkestrada çalanlara ve İnci’ye de orkestra şefi olarak En İyi Yorumcu Ödülü’nü verdi. İşte o zaman tanıştığımızda, “bu şiiri senden önce görmüş olsaydım, mutlaka ben yapardım. Ama sen yapmışsın, geç kaldım” demişti...
Bir yıl sonra onunla çalışmaya başladığımda prozodi’yi çok beğendiğini ama bu şiiri bir de Türkçe okumamı istemişti. Sadece dinledi, dilin ses uyumunu beğendi. Sonra benden önce ders yapan arkadaşıma anlattığı İtalyanca şiirin nasıl okunması gerektiğini, bunun müziği ne kadar etkilediğini anlattı. Daha sonra Fransızca, İspanyolca, Almanca ve nihayetinde İngilizce şiirlere, Shakespeare’e uzanan bir dil yolculuğu yaptık derste...
Rusça da öğrenmek istediğini söyledi. Tüm dillerde yazılmış aşk hikâyelerini biriktiriyordu. Kerem ile Aslı’yı, Leylâ ve Mecnun’u biliyordu. Onları konuştuk. Sanırım her derste ya edebiyattan ya da bir ressamdan bahsetmişizdir. Onlarla böyle çalışmak insanda öğrenme ve okuma duygusunu kamçılıyor. Ve evet, ister istemez onlar gibi entelektüel olmak için çaba harcamaya başlıyorsunuz. Sanatın içinde olmak ve orada kaybolmak çok güzel bir duygu.
Öğrencilerinde edebiyat sevgisi görmek hoşuna gider mi?
Öğrencilerimin hepsinde edebiyat sevgisi var ve çok okuyorlar. Bence edebiyat müzikle iç içe ve dahası bizlerin sanata bakış açısını çok genişleten ve her zaman müziğimizde kullanacağımız sanat disiplini olduğu için, olmazsa olmazımız… Zaten müfredatımızın önemli bir bölümü şiiri nasıl müziğe uyarlayacağımız yani prozodi ve şiirin anlatımı sırasında nasıl bir eşlik yaratmalıyız ve hatta senfonik şiir yazacaksak onu da nasıl yazmalıyız… Ve tabii ki opera yazabilmek için de edebiyatın geniş bir bölümünü bilmek zorundayız. Tiyatro için müzik ve bale için müzik; hemen hepsinin dayandığı bir edebî eser var. Yani müzik ve edebiyat bence ikizler, o kadar bağlantılı.