“Şiirin Sesi ve Eleştiri Türkçe edebiyat eleştirisinin temel metinlerinden biri olduğu gibi, yalnız şiir eleştirmenlerine değil, aynı zamanda müzik duygusu olmadan şiir, mekân duygusu olmadan roman yazanlara da sanatta yaratıcılığın çok zaman doğuştan gelen bir 'yeti' olduğunu hatırlatmasıyla hazin bir bilgelik de içeriyor."
11 Mart 2021 12:30
Türkçe şiir eleştirisinde teorinin girift meseleleriyle ilgilenildiği pek görülmüş değildir. Nurullah Ataç, Mehmet Kaplan, Mehmet H. Doğan, Ahmet Hamdi Tanpınar hep “edebiyatın içinde” kalmış yazarlardır. Kuşkusuz bu yazarların teoriden büsbütün habersiz olduğu söylenemez; ancak edebiyat eleştirisinde teoriden bilinçli bir kararla sakınmak yaygın bir tutum olagelmiştir. Tanpınar’ın kültür analizlerinde bunun bir nebze kırıldığı söylenebilir ama 19. Asır Edebiyat Tarihi’nde teori hâlâ yasak bir bölgedir. Peki, şiir eleştirisinde teoriden sakınmak ya da tam tersi bir teorisizme sapmak ne ifade eder?
Kopuk Zincir’de yer alan “Şiirin Sesi ve Eleştiri”de Orhan Koçak, modern şiir değerlendirmelerinde sıkça karşılaşılan bir soruna göndermeyle bu bahsi açıyor: “Eleştirmenin bir kuramsal donanımı vardır ve bu donanım çok zaman edebiyat dışı disiplinlerden de beslenmiştir. Sosyal tarih, sosyoloji, yorumsama, Marksizm, psikanaliz…” Bu eleştirmen açısından önemli bir yetidir, zira “edebiyat hiçbir zaman sadece edebiyattan ibaret değildir, şiiri de sadece edebi araçlarla anlayamayız”. İyi bir şiirde şair bütün zihinsel yetilerini esere koyduğu için bu yetilerin anlaşılması da böyle bir bütünsellik taşımalıdır. Ancak tam bu noktada bir paradoks ortaya çıkar: Teorik bagajı yüklü eleştirmenler genellikle fazla ileri gidip “şiir”i ıskalar; onu toplumsal kültürün bir ürünü, bir özeti olarak görürler (Orhan Koçak sözlüğünde bunun anlamı “edebiyatı bir sosyolojik malzeme yerine koymak”tır.) Koçak burada Sartre’ın Varlık ve Hiçlik’ten sonra yazdığı Baudelaire kitabını örnek gösterir. Başka bir alanda en az şiir kadar önemli bir yazınsal üretimi olan Sartre, Baudelaire şiirine kendi düşüncesini doğrulamak üzere yönelir. Teoriyle böylesine haşır neşir olmak şiirin kendisinden uzaklaşma olasılığı yaratırken, teoriden büsbütün bihaber olmak da yüzeysel kalma tehlikesi taşır ve Orhan Koçak “ortaya” razı olacak değildir: “Ortası da bütün ortalar gibi uzlaşmacı: hem öyle hem böyle.”
Koçak bu iki yaklaşımın sakıncalarını sıraladıktan sonra şiirin sesle ve genel olarak duyularla ilişkisini, şiire özgüllük ve tikellik kazandıran duyusal boyutu incelemeye geçer. Burada bir parantez açıp –yazıda da atıf yapılan– T. S. Eliot’ın The Use of Poetry and the Use of Criticism kitabından söz edelim.
Eliot şiirle şiir eleştirisi arasındaki etkileşimi konu alan kitabının giriş bölümünde, “aynı zamanda başarılı bir teorisyen olan edebiyat eleştirmeninden iyi şiiri bir bakışta anlamasını bekleriz, oysa çok zaman böyle olmayabilir” diyerek teorik bilgi ile şiirin özgül varlığı arasındaki farka dikkat çeker. “Ayrıca bir şiirin iyi olduğunu anlayan birisi niçin iyi olduğunu izah edecek kelimeleri her zaman bulamayabilir” der. Eliot’ın kastettiği, şiir deneyiminin de bütün içsel deneyimler gibi kelimelerle ancak kısmen ifade edilebilir olduğudur. Daha önce I. A. Richards da “bir şiirin ne söylediği değil, ne olduğu önemlidir” diyerek aynı görüşü dile getirmiştir. Şiir hakkında konuşmak ya da şiir eleştirisi yapmak aslında şiirle ilgili öznel deneyimin aktarılmasıdır. Romandan farklı olarak şiirin referansı kendi içine, duyulara ve duyumlara dönüktür. Nesnel olan öznel olanın içine geçmiştir. Orhan Koçak’ın deyimiyle “şiirin anlamını kavramaya (ve sonra da özetleyip aktarmaya) çalışmadan önce şiirin duyusal varlığına maruz kalmak” gerekir.
İyi şiir, okuru ve eleştirmeni önce duyusal varlığıyla etkiler: Cemal Süreya şiirinde doğal bir dirimsellikle beş duyu iç içe geçer (sinestezi). Metin Eloğlu şiirinde su katılmadık bir görme duyusu devinir. Nâzım Hikmet ve Can Yücel’de ses ve işitsel imgelem baskındır. Koçak, Nâzım Hikmet’in bir Yahya Kemal şiirini çözmek için saatlerce bir geminin güvertesini adımladığını, şiiri kendi gövdesinin düzenli hareketleriyle yeniden kurmaya çalıştığını aktarır. Benzer bir anekdot Shakespeare çevirirken uygun frekansı yakalamak için bütün evi adımlayan Can Yücel için de anlatılır. Can Yücel’in “Delirium Tremens”inde görme ve dokunma duyuları adeta birbiriyle bitişir:
Dün ne güzeldi dün
Dün bir düğün
Vapurun bacasında bir zambak açmış
Kulağımın zarında bir sümbül
Tırnaklarım hepsi papatya
Ayaklarımla geziniyorum dünyayı
Ayaklarım ki manolya
Uzun bir mavi bu Boğaz
Çıkı çıkıveriyor her yerden
Sanki milletçe işimiz bir sandalı denize indirmek
Modern okurda T. S. Eliot’ın işitsel imgelem (auditory imagination) adını verdiği yetinin köreldiğini tespit eden Koçak, birçok şiirin ancak ses değerine yeterince dikkat edildiği zaman anlaşılabileceği kanısındadır. Eliot “işitsel imgelem”i “hece ve ritim duygusuna sahip olmak, bilinç düzeyindeki düşünce ve hissiyatın çok daha derinlerine nüfuz edip her sözcüğe hayat kazandırmak, en ilkel ve unutulmuş olana uzanıp kökene inmek ve oradan başlangıç ve bitişi arayan bir şeyle geri dönebilmek” yetisi olarak tanımlarken, eleştirmen Matthew Arnold’ı bu yetiden yoksun olduğu için şiirden anlamamakla itham etmişti. Şiirin vaktiyle sesli okunan, işitsel uyaranların sindirilmesiyle kıymeti anlaşılan bir edebi tür olması da bu yetinin önemine işaret eder.
Orhan Koçak her şiirde sese kulak kabartmak gerekmediğini bildiğinden, Ahmet Haşim ile Yahya Kemal, Necatigil ile öncesi arasında ayrım yaparak bazı şairlerde (Ahmet Haşim gibi) sesin hiç olmadığını ama bazılarının (örneğin Yahya Kemal) sese dikkat etmeden anlaşılamayacağını vurgular. Şiirin çevrilmesi en zor, belki de imkânsız bir tür olmasının nedeni de ses öğesinde aranabilir: “Bedenin kulağından çok zihnin kulağı üzerinde çalışan bir etki.”
İyi şiirin anlaşılmasında teorinin her zaman yeterli ölçüt olmayabileceğini belirtmiştik; ancak iyi teori bazen iyi şiir eleştirisinin nasıl olması gerektiği konusunda oldukça açıklayıcı olabiliyor. Orhan Koçak’ın görsel ve işitsel imgelemin modern şiirdeki yerine ilişkin saptaması bunun bir örneği:
“Şiirde zaman, konu olarak zaman değil de şiirin kendi zamansallığı (geçiciliği, başlayıp biten bir şey olması) ancak ses aracılığıyla gerçekleşebilir. Görsel imgelem zamansal değil, mekânsaldır; işitsel imgelemse zamanla mekânın, geçişle kalışın bitiştiği bir eşduyum yetisidir.”
1993’te yazılan “Şiirin Sesi ve Eleştiri” Türkçe edebiyat eleştirisinin temel metinlerinden biri olduğu gibi, yalnız şiir eleştirmenlerine değil, aynı zamanda müzik duygusu olmadan şiir, mekân duygusu olmadan roman yazanlara da sanatta yaratıcılığın çok zaman doğuştan gelen bir “yeti” olduğunu hatırlatmasıyla hazin ve belki negatif– bir bilgelik de içeriyor. Zevk-i selim sahibi eleştirmenin şiirin sesini işitebilme yetisinin öbür yüzünde şairin duyulara yakalanabilme “yetisi” ya da yeteneksizliği yatıyor.
•
GİRİŞ RESMİ:
Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu