İki yüze yaklaşan maddeyi kapsayan bu sözlükte, 1950’lerin geniş anlamda müzikal ve kültürel portresi ele alınıyor...
18 Mayıs 2017 14:05
Bu yazının sonunda vurgulamamız gereken noktayı, baştan söylemekte hiçbir sakınca yok: Derya Bengi’nin yazdığı Şimdiki Zaman Beledir/ 50’li Yıllarda Türkiye: Sazdan Caz’a Sözlük’ün benzerine hiç rastlamamıştık. Kitabın adı öncelikli olarak bir “sözlük” izlenimi verse de, bizce bu özelliği de aşan bir çalışma olduğu söylenebilir. Buna bir “sözlük” demek okura zor geliyor. “Acaba ansiklopedi mi” diye düşündüğümüzde de hızla geri çekiliyoruz. Ama, adını da bir türlü koyamıyoruz. Sonunda Bengi’nin bir bildiği vardır deyip, daha fazla düşünmekten vazgeçiyoruz. “Özgün” kelimesi bize hep boşlukta duran bir sözcük izlenimi verir. Ama, bu yapıtın gerçekten bu kelimenin karşılığı bir çalışma olduğuna inanıyor insan. Her maddenin- başlığın, yalnız ne anlama geldiğini, neyi sembolize ettiğini görmüyor, Türkiye’nin 1950’li yıllardaki müzikal, sanatsal, kültürel ve siyasal ortamının da ayrıntılı geri planına ulaşma olanağı buluyoruz.
Derya Bengi’yi müzik yazarı ve gazetecisi olarak, Roll dergisiyle birlikte tanımıştık. Bu dergi, popüler müzik kadar bu müziklerin siyasal ve kültürel zeminini de sorgulayan etkili bir dergiydi. Bengi ise bu derginin yaratıcılarından biri. Sonraki süreçte, gazete ve dergilerde de arada bir izlediğimiz Bengi’yi, elimizdeki çalışmadan önce, küratörlüğünü yapıp, kataloğunu hazırladığı “İşte Benim Zeki Müren” adlı sergisiyle de gördük. Şimdiki Zaman Beledir Bengi’nin ilk kitap çalışması. Ama bu, öyle bir çalışma ki, Türkiye’de ciddi bir boşluğu gideriyor.
1950’li yıllar, yalnız kültür ve sanat değil, siyasal ve toplumsal tarih bağlamında da üstünde bir bütün olarak çok az çalışılan bir 10 yıl. Belki o yıllardaki sanatsal- siyasal yönelimlere dair farklı kitapların içinde görece güçlü yorumlara, incelemelere rastlanabilir. Ama, konu, popüler kültürün başta müzik olmak üzere diğer sanat dallarına yansıması olunca neredeyse eli yüzü düzgün hiçbir çalışmaya rastlanmadığı söylenebilir. Edebiyat alanında insanın aklına, o dönemin şiiri, özellikle de “İkinci Yeni Şiiri” üzerine kitaplar gelebilir. Ama bunların hiçbiri 1950’lerin topyekûn edebi- kültürel atmosferini yansıtmaz. Jale Özata Dirlikyapan’ın Kabuğunu Kıran Hikaye/ Türk Öykücülüğünde 1950 Kuşağı (2010) kitabı gelebilir akla. Mete Kaan Kaynar’ın yayına hazırladığı Türkiye’de 1950’li Yıllar (2016) kitabında da dönemin edebiyatını okuyabilsek de, bu 10 yılın geniş anlamda müzikal ve kültürel portresi fazla yer almaz. Tabii ki bilmediğimiz çeşitli kitap kesitleri, dergi dosyaları olabilir. Ama konu müzik, sinema, edebiyat, tiyatro ve geniş boyutuyla popüler kültür karşıtlarının müzik üzerinden yaşadığı hesaplaşmaya dönünce, bu temaları bir bütün olarak kapsayan bir yapıt olmadığı gibi, yakın gelecekte de rastlanabileceğini düşünmüyoruz.
Şimdiki Zaman Beledir bu bağlamda bir ilki temsil ediyor. Ama durum bununla da kalmıyor. Çünkü, elimizdeki yapıtın benzersiz bir kurgusu var. Bizce Bengi ve yapıtını ayırıcı kılan bu özellik. İki yüze yaklaşan maddeyi kapsayan bu sözlükte, en dikkat çeken nokta, Bengi’nin metinlerini dönemin gazete ve dergilerinin üzerinden üretmesi. Dolayısıyla da zor olanı başarıyor Bengi. 1950’lerin dil, ve söylemlerine kıyasıya bağlı bir üslup yaratıyor. Müzik, bu bağlamda en önemli rolü üstleniyor. Müzik ve özelde şarkı, plak ve filmlerin yanı sıra, yerli ve yabancı sayısız müzik insanı madde başlığı olarak karşımıza çıkıyor. Ama bizce bu sözlüğün en çarpıcı yanı, Bengi’nin metinlerindeki mizahî, ama çokça da ironik üslup. Zaten, birçok alıntı, o temanın ruhunu içeriğini okura hemen aktarırken, bu durum Bengi’nin üslubuyla bütünleştiğinde, ortaya “kendiliğinden” gizli- saklı bir eleştiri çıkıyor. Belki de bu yüzden, insan bir “sözlük” gibi okumuyor yapıtı.
1950’li yılların bütün müzik türleri farklı maddelerde bir gündem oluşturuyor. Dönemin dergi ve gazetelerindeki magazin odaklı sayfalar Bengi’nin temel kaynakları. Buna, andığımız yayınların köşe yazarları ve yazıları da eklenince, dönemin popüler hayatı, kültürü ve siyasası tüm incelikleriyle okura taşınıyor. Bu aktüalite içinde müzik hep belirleyici durumda. Ya bir şarkıcının hikayesi, ya bir film ve bu filmin içindeki şarkı veya örneğin Türkiye’de Hilton otelinin açılışını okurken baba- oğul Hilton’ların müzik ve/veya sinemayla ilintili ünlü sevgililerinin İstanbul hikâyelerini, farklı maddelerle bağlantılı olarak tanımak, izlemek olanağı buluyoruz. Tüm bu popüler başlıklara rağmen, metinlerin ana zemininde 1950’lerde tüm çapraşıklığıyla oluşan yeni kent kültürünün siyasal “sahtelikleri” sıkça karşımıza çıkıyor. Birçok madde yoluyla, Demokrat Parti ve Menderes iktidarının izlediği politik çelişkiler kadar, zaaflar ve baskıcı ortam hissediliyor. Örneğin, akla hemen Karanlık Dünyam adlı madde geliyor.
Âşık Veysel’in hayatını anlatan bir film bu. Sanatçıya bu proje yoluyla bir jübileden daha çok para kalacağı umulur. Ama o oranda da talihsiz bir proje. Bu film, önemli kadrosuna rağmen, o kadar çok badire atlatır ki, insan şaşırıp kalıyor. Filmin yönetmenliğini Nedim Otyam üstlenmişken yarıda bırakıyor ve işi genç yönetmen Metin Erksan üstleniyor. Film zaten ilk yönetmen döneminde birçok teknik aksaklık ve eksiklik yaşamış. Ancak, Erksan filmi çekse de filme emek harcayanlar ve sinemaseverler hiçbir zaman filmin orijinalini görememişler. Çünkü film sansürlenmiş. Bunun birçok nedeni vardır. Bunlardan bir tanesiyse inanılmaz komik. Âşık Veysel’in köyünde çekilen buğday tarlalarının görüntüsüne sansür kurulu müdahale ediyor. Çünkü, tarladaki başaklar kısa boyluymuş. “Türk ziraatini kötülemek” gerekçesiyle o sahneler kırpılınca, yerine bir Amerikan belgeselinden mümbit tarlaları gösteren parçalar eklenmiş. Böylece film kırpıla kırpıla, ucuz bir propaganda filminin ötesine geçememiş. İnsan, metni okurken, basından gelen tenkitleri izlerken bile gülümsemeden edemiyor. Kara mizah gibi. Filmi olumlu bir propagandaya bile dönüştürmeyi başarmış dönemin iktidarı.
1950’li yıllar, yalnız Türkiye’de değil, dünyada da benzersiz bir zaman dilimi. Gençlik, ABD’de bir isyanın fitillerini ateşlerken, aynı zamanda kültürel anlamda bir sıçramayı yaşamaktadır. Kent odaklı birçok popüler müzik eğilimi, danslarıyla birlikte yeni bir varoluşu simgeler. Bunlar, üstünde çok yazılıp çizilen konulardır. Örneğin Bengi, rock’n roll müziğini ve özellikle dansını 1950’lerde kent insanlarının bu müzikle nasıl tanıştığını, Türkiye basının bu müzik ve dansa gösterdiği tepkileri, Türkçe romana taşınışını, Türkiye’ye gelen rock’n roll filmlerini, farklı maddelerde ironik üslubu ve alıntılarıyla anlatır. Alıntılara şaşkınlık göstermek şöyle dursun yaptığı yorumlar bile bir tepkinin işaretleriyle doludur. Batı’da gençliğin isyanı 1950’lerin ikinci yarısıyla gitgide yükselirken, Türkiye’yi fazla etkilememektedir. Ama, buna rağmen, şaşırtıcı kesitlerle de karşılaşılmaktadır. Örneğin, rock’n roll’un patlayış yılı olan 1956’da, Oğuz Alplaçin adlı bir gazeteci Dünya Sarsılıyor- Rock’n Roll adlı bir kitap yayımlamıştır. Kitabın yanında Alplaçin’in ilginç öyküsüyle de karşılaşırız. Ama, daha da önemlisi “rock’n roll” temasına bağlı olarak Halide Edip Adıvar’ın Âkile Hanım Sokağı romanının ayrı bir madde olmasıdır. Adıvar’ın 1957’de tefrika edilen bu romanı, bir yıl sonra kitap olarak yayımlanmış. 1957 yılında bazı gençlik örgütlerinin, rock’n roll ve striptiz danslarının yasak edilmesini talep ettiği günlermiş ve Adıvar, bu romanın iki ayrı bölümünde rock’n roll ve striptizi başlığa koymakla yetinmemiş, gençlerin bile tepki gösterdiği bu danslara bir tür sahip çıkmış. Bengi, maddenin başlarında Adıvar’ın tavrını şöyle ifadelendirmekte: “Halide Edip Âkile Hanım Sokağı”nda rock’n roll dansını bir Rüfai ayinine, zikre, kolektif bir cinnete benzetir. Tıpkı 1946’da yazdığı Sonsuz Panayır romanında cazı benzettiği gibi.” Muhafazakâr değerlere bir karşı çıkış bu. Romanın kendisinden hareketle striptizin 1950’lerde Türkiye’de ortaya çıkışının da küçük öyküsüyle karşılaşılabiliyor. Ama, bunun yanında sözlükte “Rock’n Roll ve Striptiz Yasaklansın” adlı nefis bir maddeye daha rastlanıyor. 1950’lerin ruhunu, muhafazakârlığını inanılmaz güzel anlatan alıntılarla bezeli bu bölüm. 1957’de rock’n roll ve striptize önce İzmir Kadınlar Birliği tepki göstermiş. Ama, yasakçılık noktasına pek gitmemiş. Âkile Hanım Sokağı maddesinin başında anılan gençlik derneklerinden biri olan, Milli Türk Talebe Birliği’nin başkanı Orhan Sakarya, “bugün gençlik ahlâkını ifsad eden ve bünyemize asla uymayan” cereyanlarla mücadelenin gereğini vurguladıktan sonra şunları söylüyor: “Gençlik, bir memleketin ideali, heyecanı ve hayatının sembolüdür. Gençliği dejenere olan bir cemiyet çökmeye mahkumdur. Gençlik olarak striptiz ve rock’n roll dansları gibi gençliği dejenere eden dansların yasak edilmesi hususunda ilgililere müracaat ettik. Müspet olarak karşılanmayacağına katiyetle inanıyoruz.” Bengi, bu ve benzeri alıntıları aktararak bile, o dönemin hâkim ideolojisini, muhafazakâr değerlere sıkı sıkıya sahip çıkışını aktarıyor.
Bu örneklere yönelmemizin nedeni, önce söylediğimiz gibi alıntıların tek başına 50’lerin ruh hâlini tüm çıplaklığıyla, tutuculuğuyla yansıtması. Söylemek istediğimiz şu; yazar yalnız rock’n roll müziği ve bu müzikle bağlantılı birçok maddeden hareketle 1950’ler toplumunun değer yargılarını da tiye alıyor. Bununla da kalmayıp 60- 70 yıl sonraki bugün’ün değerleriyle olan ortaklıkları okurun zihninde gezdiriyor. Bunda kullandığı dil ve söylemin, o yılların şimdiki zamanını bugünle kendiliğinden ilişkilendiriyor. Halide Edip ve MTTB Başkanı’nın vizyonuyla, bugünün kültürel çatışkılarına taşıyor okura.
1950’li yıllar tüm bu tabloların koşutunda, kent kültüründe birçok yenilenmeyi de beraberinde getiriyor. Biz, rock’n roll’u odak alarak başladık ama, çok farklı maddelerde, yine şarkı, şarkıcı, film adları yoluyla Batı dünyasındaki popüler müziklerin hemen her çeşidiyle köprüler kurma olanağı buluyoruz. Fransız Şanson müziğinden, pop, soul, caz ve kalipso’ya oradansa başta tango olmak üzere 1950’lerin sayısız dans müziklerine popüler müziğin her türünde, maddeler boyu yolculuklar yapabiliyoruz. Şarkı veya şarkıcılar hakkında birtakım bilgiler alabiliyoruz. Ama, maddelerde belirleyici olan hep Türkiye’yi bir vesileyle ziyaret eden sanatçı veya orkestralar. Bu yolla Türkiye’nin müzik tavrı, müzik ufku konusunda incelikli bilgilere ulaşıyoruz. Maddelerdeki öyküler, dönemin önemli gazeteci ve yazarlarının bu müziklere bakışının yanında, müzik eleştirmenlerinin tavrı konusunda da okura sayısız ipuçları veriyor. Okur, Halide Edip romanıyla andığımız gibi birçok roman ve öykü kitabındaki metinler yoluyla dönemin müzik anlayışına dair sayısız yaklaşımla karşılaşabiliyor. Önemli bir yazarımızın önce öykü kitabı, sonra bir öyküsü, bir de öykü kahramanı ayrı ayrı madde başlığına dönüşebiliyor. Yani Nezihe Meriç’in 1953’te çıkan musikînin çeşitli renkleriyle bezeli öykülerini kapsayan Bozbulanık kitabı ve bu kitaptaki “Çalgıcı” hikâyesinin kahramanı, gazino şarkıcısı “Meserret Gürses”, yapıtın farklı bir maddesi olarak kitapta yer alıyor. Sait Faik’in iki farklı kitabında yer alan “Türk Ülkesi” ve ”Yüksek Kaldırım” gibi öyküler yoluyla da okur 1950’ler İstanbul’unun müzik atmosferi, müzikal eğilimlerine dair değişik fikirler edinebiliyor.
1950’ler, geniş anlamda müzik sektörünün endüstriye dönüşmesi demektir. Bu, dünyada pop ve dolayısıyla tüketim kültürünün büyük ivme kazandığı bir dönemdir. Dolayısıyla da ABD’de yaşayan bütün kesimler, müzikleriyle pop formatına doğru bir değişim yaşar. Siyah’ların müzikleriyle büyük bir sıçrama yaşadığı zaman dilimidir. Rock’n roll’, siyahî müziğiyle beyazların folku arasında bir kesişme, kaynaşım özelliği taşımaktadır. Danslar artık tepkinin, isyanın işaretleridir. O yıllar Türkiye’sinde bu gelişmeler, endüstriyel sıçramanın da katkısıyla, plaklara yansımakta, Amerikan merkezli müziğe yakınlaşmakta önemli adımlar atılmaktadır. Eh, Türkiye de bir “küçük Amerika” olmanın rüyalarını yaşamaktadır. Akla hemen kitapta Celal İnce’yle ilgili iki madde geliyor. Bunlar “Celal İnce” ve “Dostluk Şarkısı”. Dönemin çok iyi bir şarkıcısı olan İnce, Amerikan filmlerini izlemesinin ardından, bu toplumun dans müziği ve şarkılarına tutkuyla bağlanmış, çok sayıda müzikal arayışın sonunda soluğu dönmemek üzere Amerika’da almıştı. Burada, Amerikan şarkılarını yeniden düzenleyip geceleri gazinolarda da söylemiş. Hatta bununla da yetinmeyip, “Dostluk Şarkısı”yla bir Amerika methiyesi bile yazmış. Onu ve sesini çok seven ve orkestrasının da solistliğini yapan tango üstadı Fehmi Ege’nin, İnce için söylediği esprili değerlendirmeyi unutmak olası değil: “Ben onu ikiye ayırırım: Türkçe şarkılar söylediği zaman İnce, diğer lisanlarla söylediği zaman Celal.” Amerikan müzik, sinema ve edebiyatıyla daha tanışır bir süreç yaşanmaktadır. Dolayısıyla da Bengi birçok maddede, ABD merkezli şarkı ve şarkıcılar, onların Türkiye’ye konukluğu ve Türk basınının onları karşılama biçimiyle çokça ilgilenir. Çünkü yeni kent kültürünün olmazsa olmazı da magazin sayfalarıdır. O günkü müziğe bakışları, yaklaşımları dönemin önemli isimlerinin, gazetecilerin konserlere ilgisi bile yer yer şaşırtıcıdır.
Buradan maddelere dönersek, örneğin “Banana Boat Song” şarkısı üzerinden, kalipsoyu tüm dünyaya tanıtan Harry Belafonte’nin müziğinin 1950’li yılların ikinci yarısında rock’n roll’a nasıl rakip olduğunu izleme olanağı bulabiliyoruz. Ray Charles’ın“What I Say” adlı şarkısından ortaya çıkan maddeye baktığımızdaysa, soul müziğin nasıl ortaya çıktığı konusunda bilgi sahibi oluyoruz. Ama, daha da önemlisi Bengi, bu şarkının serüveninden hareketle, Türkiye’yi de çok ilgilendiren Atlantic Records’un öyküsüne de adım atmış. Ray Charles gibi sayısız yıldız şarkıcı ve grubun da değişik dönemlerde şirketi olan firmanın yaratıcısı iki Türk kardeş Ahmet ve Nesuhi Ertegün’ün dünya müzik endüstrisindeki yeri konu edilmektedir. Bazı maddelerin müzik türlerinin gelişmesi ve popülerleşmesiyle ilintisini Türkiye bağlamında düşünürsek, akla hemen “Gönülden Şikayet” adlı Fehmi Ege tangosu geliyor. Tangoyu yorumlayanın kaçınılmaz Celal İnce olmasının yanı sıra, Zeki Müren’in yorumladığı kaydı kalmış tek tangosunun da bu olduğu hatırlatılıyor. Ama, daha önemlisi, bu madde vesilesiyle Türkçe tangonun Türkiye’deki ilk yaratıcılarının 1950’lerdeki solistlerini de tanıma olanağı buluyoruz.
Türkiye’de arabesk müziğin kökleri, kaynakları ise “Yarab Kalbimin Sahibi Nerde” adlı bir maddeyle sorgulanıyor. Dramalı Hasan’ın bu şarkısı Türkiye’deki popüler müziğin seyri noktasında ilginç bir içeriği kapsıyor. Bu madde “arabesk” denen müziğin dönemin seçkinleri tarafından nasıl tepkilerle karşılandığının izleriyle dolu. Bu şarkının yanında yine Dramalı Hasan’ın “Baharın Gülleri Açtı” şarkısı da benzer eleştirilerle karşılaşmış. Şarkılardaki arabesk nağmeler, basında birçok kez polemik konusu olmuş. Üstüne yazılar kaleme alınmış. Bunu yazılardan bir tanesi Refi’ Cevad Ulunay’a ait. Bu şarkılarla öyle uğraşılmış ki, bu durumdan çekinen TRT başka bir bahaneyle şarkıları repertuvarından çıkarmış. Ama herkes biliyormuş ki asıl sebep arabesk motifler içermesi. Şarkılara yönelik sert yazılardan bir tanesinde bu “Yarab Kalbimin Sahibi Nerde” şarkısının bir cinayetin sebebi olduğunun bile yazılmış olması. Bu yolla aslında dönemin popülerleşen Türk musikîsine de bir tepki oluşmuş, meyhane şarkıları diye küçümsenmiş. Yine Ulunay bu şarkıların Zeki Müren ayarında bir sanatçının söylemesine şahit olunca “Yarab radyonun sahibi nerde” diye feveran etmiş.
Bu müzikli sözlükte, 1950’li yıllarda Türkiye’ye ilk kez konuk olan caz sanatçılarıyla karşılaşılıyor. Dünya cazının oldukça önemli üç müzisyeni Louis Armostrong, Dizzy Gillespie ve Dave Brubeck’un adını taşıyan maddelerde müzisyenlerin Türkiye’ye konuk olma hikâyelerini görüyoruz. Konser kritiklerinin yanında basında İstanbul’da geçirdikleri günler, bu kente dair düşünceleri de oldukça yer buluyor. Dave Brubeck’e yönelik ciddi eleştiriler dikkat çekerken, sayısı oldukça az Türkiyeli caz sanatçımızın enstrümanlarıyla havaalanında Dizzy Gillespie’yi karşılayıp “Good Bait” şarkısını çalması, buna karşılık jest olarak Gilliespie’nin de sahnede İstiklal Marşı’nı çalması çok ilginç enstantaneler olarak okuru şaşırtıyor, biraz da gülümsetiyor. Havaalanında Giliespie’yi ağırlayanlar arasında Muvaffak Falay, Erol Pekcan gibi Türkiye cazının oldukça önemli isimleri de var.
1950’lerde eğlence kültürünün önemli bir parçası olarak varoluşunu sürdüren, caz ve çeşitli dans müzikleri çalan orkestraları da tanıma olanağı buluyoruz. “Orkestralar Geçidi” adlı madde, bu on yılın kulüplerde, sınırlı olanaklarla çalan az sayıda caz ve dans topluluklarını da bizimle tanıştırıyor. Bu orkestralar tek bir müzik türünü işaretleyip, rumba, samba, ça ça ça, foxtrot, mambo dahil birçok dans müziğini şarkılar özelinde yorumlayan orkestralar. Yani, “alafranga müzik”i temsil ediyorlar. Kent elitleri için önemli bir müzik, ama kent halkını çok fazla etkilemediğinden bu müzisyenlerin yaşam mücadeleleri 1950’lerde hep meşakkatli geçiyor. “Orkestralar Geçidi” grupların yalnız kulüplere hapsolmayıp, daha geniş kesimlere ulaşmak için verdiği mücadeleyi de ele alıyor. Yani, birçok orkestra bir “geçit” halinde bir konser salonunda sahne alıyorlar. Bengi, bu atmosferi, kendi üslubuyla “Orkestralar Geçidi” maddesine taşıyor.
Sözlükte, müziğe birinci dereceden, şarkılar, şarkıcılar veya filmler yoluyla gönderme yapmayan çok sayıda başlıkla da karşılaşılıyor. Bunlardan “Mini Mini Valimiz”i es geçemiyor insan. Kent kültürünün inşası ve gelişiminde İstanbul’un Vali ve Belediye Başkanı olan Fahrettin Kerim Gökay’sız yani “mini mini vali”yi ele almak düşünülemezdi. Ruh ve Sinir Hastalıkları doktoru olan valinin başta klasik Batı müziği olmak üzere müziğe olan düşkünlüğü, konserlere katılımı, hatta sözlükte de yer alan piyanist ve orkestra şefi Jose Iturbi’nin konserine gidişi ve bu müzisyenle görüşmesinden söz ediliyor. Ama, bizim keyifle izlediğimiz kesit, valinin tam bir içki düşmanı olması. Bir vali düşünün, ömür boyu Yeşilay ve “İçki Düşmanları Cemiyeti”nin faal bir üyesi. Bu yüzden İstanbul meyhane kültüründe adı en çok anılan kişi olagelmiş. Bakın size bu temaya dair bir kesit sunalım: “Bir dönem yoldaki sarhoşları tıbbi yöntemlerle kusturarak tedavi etmeyi kafasına koymuştu. Ama meyhanelerde kadehler inadına “minik vali”nin şerefine kalkardı. Tekel’in çıkardığı 25 cl’lik kısa tombul şişedeki Yeni Rakı’nın akşamcılar arasındaki kod adı “Fahrettin Kerim”di. (Sf. 195) Ünlü valinin bu özelliği hoş bir espriyle “Dinleyici İstekleri” başlıklı keyifli maddede de karşımıza çıkıyordu. İlk kez halkla direkt ilişki kurulmuştu ve şarkı talepleri mektuplar yoluyla radyoya geliyordu. Bu mektuplardan birinde Yesari Asım’ın “Fariğ olmam meşreb-i rindâneden, çıkmam Allah etmesin meyhaneden” şarkısı istenmiş. Bu istek aynen yerine getirilmiş, istek sahibinin ismiyle birlikte şarkı çalınmış. Şarkıyı isteyen kişi adının Fahrettin Kerim olduğunu söylemiş. Muzip bir dinleyici, içki düşmanı valiye bu şarkıyı istetmeyi başarmış! Bu hatanın ardından radyo yetkilileri isteklerin sahiplerinin isimlerinin okunmasının yolunu kesmişler. Programa ilgi yüzde altmış oranında düşmüş. Anlaşılan, insanlar şarkıları dinlemek için değil, radyoda isimlerini duyabilmek için bu mektupları yolluyorlarmış.
Bengi, yapıtında iki temel iletişim aracı olan radyo ve televizyon üzerinden, Türkiye ve Batı’nın kültürel ve siyasal dönüşümünü işaretlemiş gibi. Dolayısıyla bu iki araç elimizdeki sözlüğün kalbi, sembolü görünümünde. Televizyon, tabii ki ağırlıklı olarak Amerika merkezli bir araç bu dönem. Avrupa’ysa TV’de görece geri planda. Amerika’da 300 televizyon istasyonu varken İngiltere’de beş ve Fransa’da üç istasyon olduğunu şaşırarak okuyoruz. Adını 1953 tarihli “TV Is The Thing This Year” adlı Dinah Washington şarkısından alan bölümde öğreniyoruz ki, şarkı bu yeni aracın yayılması için bir motor rolü üstlenmiş. Şarkıda TV’si bozulan kızın eve çağırdığı tamirciyle kırıştırması işleniyor. O yıl Amerika’da 6,5 milyon adet TV üretilmiş. 50’lerde neredeyse ABD’deki her eve girmiş bu araç. 1954’te McCarthy’nin baskıcı politikalarının sonunu getirenin de bu araç olduğu söylenmekte. Bu dönem, McCarthy suçlamalarıyla yargılanan sanıkların mahkemeleri canlı olarak yayınlandığında, bunu izleyen halk gerçeği görüyor ve izlenen baskıcı politika birden tersine dönüyor. Aklımıza hemen bugünün Türkiye’deki davaları geliyor. Bırakın davaları izlemeyi, meclisi bile yayına kapatabiliyor günümüzün siyasî zihniyeti. TV, kaçınılmaz birçok maddede anılıyor. Ama, en ilginçlerinden biri Türkiye’de İTÜ’nün verdiği televizyon kurma uğraşı. “Teknik Üniversite Televizyonu” maddesi içinde anlatılıyor bu çaba. Tabii ki Türkiye’de asıl TV yayıncılığı ancak 1968’de başlayabiliyor.
Dolayısıyla, 1950’li yıllar Türkiye’si deyince temel iletişim aracı olarak radyo, birbirinden çok farklı maddelerle sözlükte kaçınılmaz olarak yer alıyor. 1950 yılı çok önemli, çünkü İstanbul Radyosu’nun yayına başlamasıyla inanılmaz bir özgürleşme yolu açılıyordu. “İstanbul Radyosu” adlı madde bu manada sözlükte özel bir öneme sahip. Popülerleşen zeminiyle yeni bir star sistemi kurmayı başarmıştı radyo. Türk musikîsi, yenilenerek kent kültürünün kopmaz bir parçası olacaktı. Aynı durum Türk halk müziğinin kent içinde eğlence kültürüyle bütünleşmesinin adımını atmıştı. Alaturka- alafranga çatışması tüm çıplaklığıyla gün yüzüne çıkacaktı. Bu ikilem, az sonra değineceğimiz radyo dergileri veya gazeteler yoluyla canlı bir tartışmayı gündeme getirmişti. Sözlük’ün “Alaturka mı, Alafranga mı?” adlı maddesindeki alıntılarla bezeli tartışma zeminini okurken, Bengi’nin muzipliğini bu alıntılar üzerinden, kitabın hemen başlarında keşfetme olanağı bulduk. Tabii ki tüm bu “İstanbul Radyosu” anlatısında müziğin ayırıcı rolü dikkati çekmekte. Harbiye’de yeni kurulan bu radyonun mimarisinin mükemmelliğini yabancıların nasıl vurguladığını bile öğrenme olanağı buluyoruz.
Buradan, radyonun açtığı ufka doğru yol alırsak, sayısız maddeyle karşılaşıyoruz. Açılan bu ufuk, radyo satışından radyo yapımına kadar sayısız yeniliği beraberinde getirmiş. Bu alanda ciddi bir rekabet çıkıyor ortaya. Bengi, “Radyo Markaları” adında bir maddeyi tüm incelikleriyle okura sunuyor. Yabancı marka çok sayıda radyonun bu rekabetteki yerini, rolünü okurken, insan gerçekten şaşırıyor. Nitekim 50’lerin hemen başlarında radyo satışlarındaki büyük sıçramayı sayılarıyla öğrenme olanağı bile buluyoruz. Bengi, radyo satan şirketlerle de yetinmiyor. Bu şirketlerin Türkiye’deki en büyükleri diyebileceğimiz Philips ve Siemens’i de ayrı maddeler olarak sözlüğüne taşıyor. Bunların yanında, ilk Türk radyosu olan Nevtron’u bu madde başlığı içinde öğrenme olanağı buluyoruz. Buna koşut olarak, 1950 yılının hemen başında yayınlanan dergiler “Radyo Dergileri” başlığıyla okura anlatılıyor. İlk dergi Radyo Haftası’nın ardından çıkan dergilerle satış da kızışıyor ve 1953’te bu dergi bir ilan veriyor:“Üç seneye yakın bir zamandan beri 200 bin okuyucu tarafından büyük bir zevkle ve çok sevilerek okunan, özenti uyandırıp taklide yönelten Türkiye’nin ilk ve en güzel radyo mecmuası çok meraklı bir tefrikaya başladı: Müzeyyen Senar’ın hayatından hatıralar.” (Sf. 238)
Bu bağlamda bizi en çok gülümseten maddelerden bir başkası da “Radyo Gürültüsü.” Evet, çok ilginç, radyonun “saçtığı” gürültüden şikayet eden sayısız ünlü isme, dönemin aydınlarına rastlanıyor. Halkçı gazetesinde Bülent Ecevit, Milliyet gazetesinde Refiğ Cevat Ulunay, Akşam gazetesinde H. Mecdi Veled mahlasıyla Melih Cevdet Anday veya Akşam gazetesinde Vanû’nun bu gürültüye dair yakınmalarıyla karşılaşırken insan yalnız şaşırmıyor, biraz da keyifle okuyor bu maddeyi. Aynı kaygı, Nezihe Meriç’in, bu sözlükte özel yere sahip Bozbulanık öykü kitabındaki “Özsu” hikayesinde bile konu olmuş. Yani, bu gürültüden şikayet etmeyen yok gibi. Bu radyo nelere kadirmiş diye düşünüyor insan. Hele bugünün şehir hayatını da düşünürsek! Evet, radyo 1950’li yıllar Türkiye’sinin gerçekten nabzı durumundaymış. Sözlükte, bu değindiğimiz başlıkların dışında, özellikle dönemin müzik serüveninin gündem oluşturduğu her madde de radyonun etkisi, görülmekte.
“Küçük Amerika”da kentteki birçok yeniliğin ilk adımlarının atılışına şahit olunuyor. Sanayi, hizmet ve turizm sektöründeki birçok ilk adımın nasıl atıldığının sayısız örneği bulunmakta. Bunu odak alan maddeler çoğu kez, yine Türkiye’ye konuk olan bazı şarkıcı, tanınmış şarkı ve film adlarından oluşan maddelerin akabinde. Bengi, okuru, bu manada zorluyor; özel bir çaba harcamasını istiyor sanki. Örneğin “Summertime Summertime” adlı şarkı “A capella” tarzında söylenen ABD’li The Jamies grubunun parçası. Okul tatilinden coşkulu, yüzmeli bu şarkı, bundan sonra gelen bu tür şarkıları tetiklemiş. Bu ilginç ve önemli madde yoluyla, Türkiye’de yaz turizmi denen olgunun 1950’lerde, özellikle plajlar yoluyla kendiliğinden nasıl bir rol üstlendiğini, bir eğlence kültürüne nasıl dönüştüğünü ve bu kültür içinde müziğin ve konserlerin rolüne, etkisine dair inanılmaz ilginç bilgilere sahip oluyoruz. Türkiye’de turizm fikrinin, turistik mekânların keşfinin de bu on yıl içinde belirdiğini öğreniyoruz. Öte yandan,Cole Porter’ın besteciliğini yaptığı “Come To The Supermarket”in, 1958 yapımı “Aladdin” adlı televizyon müzikalinin de bir parçası olduğunu öğreniyoruz. Bengi, bu kez “süpermarket” olgusunun 1950’lerde ortaya çıkışını, yine o hoş ironisiyle anlatıyor. Örneğin, bu ülkenin ilk süpermarketinin 1957’de Ankara’da açılan Gima olduğunu öğreniyoruz. Bu başlıkta, Türkiye’de gezgin satışlar yapan Migros’un da ardından bir süpermarket olarak ortaya çıkışı anlatılıyor.
“Hilton” ve “Divan” adlı başlıklarsa, adlarından anlaşıldığı gibi, büyük otellerin yapılışı ve açılışına kadar taşıyor okuru. Uluslararası düzeyde bir turizmi az çok ilk sembolize eden bu iki otelin açılışları anlatılırken, dergiler ve gazeteler yoluyla dönemin magazininin yaşadığı heyecanı gülümseyerek okuyoruz.
Keyifle söz edeceğimiz daha birçok madde var. Ama, konuyu pek abartmayıp, okuyacak olanlara bırakalım. Türk musikîsinin yaygınlaşmasını sağlayan gazino kültürünü, Minür Nurettin gibi çok önemli şarkıcıların söyledikleri şarkıları, bu on yıl içindeki yerlerini, ince ince, yepyeni bilgi ve alıntılarla yeniden keşfediyoruz. Elimizdeki kitap Bengi’nin yapıtı olunca, kaçınılmaz bolca Zeki Müren’in film veya şarkıları ilginç öyküleriyle madde başlığı olabiliyor. Bu musikînin hemen 1950’ler başlarında iki yıldızı olan Zeki Müren ve Alâeddin Yavaşça’nın farklı musikî tutumları oldukça ilginç bir şekilde okunuyor. Tabii ki dergi ve gazete sayfaları odak alınarak.
Halk müziği ağırlık oluşturmuyor. Önemli yıldızları olsa da Türk musikîsi kadar yaygın olmasa gerek. Bu noktada, “Ruhi Su” adlı maddeyi özellikle es geçmemek lazım. Belki de bu ustanın yaşadığı en meşakkatli acılı on yılı olsa gerek. Zehra Bilir’se herhalde popüler hayatın ilk yıldız türkücüsü olarak, sözlükte onunla özdeşleşen “Ha Bu Diyar” maddesi içinde bulunmakta. Bu türkünün dizelerinden biri olan “Şimdiki Zaman Beledir”se elimizdeki sözlüğe adını veriyor. Evet, 1950’li yıllar kent hayatı nasıl geçti diye sorulduğunda Bengi sanki “Şimdiki zaman böyledir” cevabını veriyor. Bu yüzden de hiç zedelemeden o on yılın dil ve söylemine, sözcük evrenine kıyasıya bağlı anlatıyor maddeleri. 50’lerin bir başka önemli türkücüsü Şemsi Yatsıman’ı, ayrıca bir madde olarak görmek de önemli. Hatta onun Tango Türküsü’ne de ayrı bir madde olarak rastlanıyor.
1950’lerin Anadolu halkının yalnız türkülerle değil, edebiyatla da kent duyarlılığına taşınma biçimini yansıtan Mahmut Makal’ın anlatısı Bizim Köy’ü, Yaşar Kemal’in romanı İnce Memed’i veya Kemal Bilbaşar’ın öykü kitabı Pembe Kurt’tan hareketle bu yazarların açtığı yeni, farklı toplumcu edebiyat tavırları ilginç maddelere dönüşüyor. Evet, kent, halk kültürü, Anadolu’nun yaşama biçimi, özellikle de “traktör”ün getirdiği yeniliklere kır halkının gösterdiği tepkilerin, kentteki basına ve hatta magazine yansıma biçimi değindiğimiz kitaplar vesilesiyle maddelerde yerini buluyor. Yani artık yeni bir toplumcu duyarga, tamamen sahip çıkılmasa da, popüler kent yaşamına adım adım eklemlenmeye başlıyor. En azından, 1950’lerde kentli aydınların kıra bakışındaki değişimin geri planında, bu kültürün kentin gündelik hayatına hızla girişinin önemli payını Bengi, bu sözlükte es geçmiyor. Hem de bu kültür için halk müziğinin önemini gözeterek.
Bengi, bu ilk yapıtında Türkçe dilindeki ustalığını çok iyi yansıtıyor. Çoğu maddelerde alttan alta derin bir mizah söz konusu. Gazete ve dergilerden ya da şarkı sözlerinden yaptığı alıntılardaki seçicilik her yazar ve araştırmacıya mahsus bir özellik olmasa gerek. Sözlükte öyle iki madde var ki, yazarın politik duyarlılığını inanılmaz iyi anlatıyor. Bunlardan ilki olan madde “Kore’ye Giden Asker” başlığını taşıyor. Sadettin Kaynak’ın yazıp Suzan Yakar Ruktay’ın söylediği plak, bugün gibi o yıllarda da ağırlığını koymuş olan “milliyetçi” ideolojinin şarkılar yoluyla bile nasıl baskın bir role sahip olduğunu gözler önüne seriyor. Askerin Kore’ye gidişinden sonra, o ilginç ‘heyecan”ı da yansıtan bu şarkının, metnin başında sunulan sözlerini aktarmamız bile Bengi’nin bu siyasi tavra duyduğu tepkinin bir göstergesi gibi. İş bu şarkıyla da bitmiyor, plağın ikinci yüzünde, yine Sadettin Kaynak imzalı “Göçmenler” adlı bir başka şarkı anımsatılıyor. Bu şarkıdaysa Bulgaristan’daki komünist rejimden kovularak Türkiye’ye sığınan Türkler anlatılıyor. Aynı “kutsal” duygular gözetilerek tabii. Yazar, bu iki şarkının 1950 sonbaharında bir “günlük gazete işlevi” üstlendiğini söyleyerek de okuru gülümsetmeden edemiyor. Kore’ye gitmekte olan askerlere gösterilen aşırı ilgi, şenlikler ve konserleri de takip ettikçe insan yalnız şaşırmıyor, o dönemin toplumsal ruh halini yansıtması açısından garip duygu durumlarına giriyor. Yalnız halk değil, kentin sanat ve müzik camiası büyük ölçüde bu seferberliğin parçası olabiliyor. Bunda şarkılar ve türkülerin yanında çekilen sayısız film de anımsatılıyor. İnsan, bu maddeyi okurken, “bu kadarını da kestiremiyor insan” duygusuyla karşılaşılıyor. Bu duyguyu, diğer okuyuculara havale edelim. Ama, bu maddeye adını veren “Kore’ye Giden Asker” şarkısının sözlerini de alıntılamadan edemiyoruz:
“Elimde silahım var/ Dilimde Allahım var/ Kore’ye gidiyorum/ Ateşim var, ahım var/ Barışa yardım kanım/ Türküm uludur şanım/ Hak korusun vatanım / Göğsümde imanım var/ Yiğit oğlu yiğitim/ Cenktir sana öğütüm/ Ya gazi ya şehitim/ Kalbimde Allahım var/ Allahu ekber Allahu ekber/ Yolun açık olsun asker”
Evet, müziğin Türkiye’deki gelişimine dair teknolojik adımlara, plağın bu 10 yıldaki evrimini izlediğimiz maddelere, uluslararası dansözlerimize, klasik Batı müziğinin bu dönemdeki rolü, işlevi ve sanatçılarına, kentin ana eğlence merkezlerine, radyo yarışmalarına, tiyatronun yerine veya benzeri sayısız temaya doğal olarak dokunamadık bile. Toplamda, yaklaşık 180 maddeden oluşan oylumlu bir sözlük bu. Ya da ansiklopedi, ya da tanımlayamayacağımız türden bir kitap. Ama, bizi derinden etkileyen “Glink Glink” adlı maddeyi unutmamız düşünülemezdi. Bengi’nin de görece uzun maddesinde vurguladığı gibi 6- 7 Eylül olayları Türkiye’de kontrgerilla ve derin devlet tarihinin en kara sayfalarından biriydi. “Glink Glink” başlığı o günlerde yaşanan acı dolu bir olayı anlatıyor. Maddede anlatılan öykü 6 Eylül’de bir Rum ailenin evinde geçiyor. Aile iki küçük kızları ve papaz misafiriyle sofraya otururlar. Bu arada bitişik komşu, elinde bir bayrak koşarak eve girecek olayları doğru dürüst anlatamadan bayrağı cama asacak, büyükleri bodruma indirip, küçük kızları da kendi evine götürüp saklayacaktır. Çünkü özellikle Rumlara ve bütün azınlıklara yönelik linç ve yağma girişimi, Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalandığı provakasyonuyla başlamış ve iki gün bütün hızıyla devam etmişti. Ama, bitişik komşu Raşit Bey’in önlemleri insanları kurtarsa da, evin yağmalanmasını, kırılıp dökülmesini engelleyemez. Bayrak, asılı olsa da yağmacılar bir an evin içine baktıklarında içlerinden biri bağırır: “Glink Glink”. Bu evdeki piyanoya verdikleri addı. Bir Müslüman evinde bulunamayacağı varsayılarak kapı kırılıp içeri girilecek ve ev talan edilip, piyano da parçalanacaktı.
Bu öykü söz konusu tarihe dair okuduğumuz ve dinlediğimiz temalardan biriydi. Bengi de 6-7 Eylül’ün tüm siyasal, kültürel ve ideolojik geri planını bu olayın ardından tüm incelikleriyle kaleme almaktadır. Bu madde, tabii ki anlattığımız olayla sınırlı kalmayıp, sözkonusu iki günün tüm tarihsel geri planını da içinde barındırmakta. Belki “müzik”, hatta bir enstrüman olarak piyano, bu maddede sadece bir sembol. Yazar, bu trajik günlerin geri planını anlatırken de bir siyasal duyarlılığı ön plana çıkarmaktadır. Metnin içinde müzik bağlantılı öykücükler olsa da, bu acı olayları tüm incelikleriyle metne taşımıştı. Müziğin üstünden, bu 10 yılın yalnız popüler, magazinel tarihçesi değil insanî yüzü, gündelik hayatı, insan ilişkileri de maddelerin bir çoğunun içine yedirilmiş. Şimdiki Zaman Beledir’i sıradan bir kitap veya sözlük olarak adlandıramayız. Tersine, bu 10 yılın kültürel panoramasını çizen en önemli kitaplarından biri olarak, bir başvuru yapıtı gibi düşünmek daha doğru olacaktır. Hele müzik özel alanınızsa, mutlaka arşivinize alın deriz.