Bazı metinler o kadar büyük bir politik öneme sahiptir ki edebî yönlerini eleştirmek çok zor olur. Romanı eleştirmek sanki romanın davasına itiraz, insanlık idealine ihanet etmek gibi geliyor kulağa...
16 Mayıs 2019 09:00
James Baldwin’in Sokağın Dili Olsa romanı son zamanlarda kafamı en çok karıştıran metinlerden biri oldu. Roman, 70’li yıllarda Harlem’de yaşayan iki Afro-Amerikalı gencin aşkının hikâyesi. Çocukluklarından beri mahalle arkadaşı olan Tish ve Fonny artık birer gençtir ve yakında evlenme planları yapmaktadırlar. Ancak, Fonny kendisine kafayı takan ırkçı bir polisin iftirasıyla hapse atılır. Tish ve ailesi Fonny’yi canla başla hapisten kurtarmaya çalışırken, Fonny de hapishanede ayakta kalma mücadelesi vermektedir. Böyle anlatıldığında, hikâyenin hiç de kafa karıştırıcı olmadığının farkındayım. Zaten karmaşık olan da hikâye değil, hikâyenin art alanı ve nasıl anlatıldığı.
Art alanla başlayalım. Biyografik özellikleri göz önüne alındığında, James Baldwin’in özel ve özellikli bir yazar olduğunu hemen görebiliriz. 1924-1987 yılları arasında yaşamış ve öykü, roman, düzyazı ve tiyatro oyunları yazmış olan Baldwin siyahî bir yazar. Hem Afro-Amerikalı hem de eşcinsel olduğu için, Amerikan toplumunda en az iki kez ötekileştirilen, iki kez ezilen bir grubun temsilcisi, bir aktivist. Temsilciliğinin altını çizmek gerek çünkü eserlerinde siyahî ve eşcinsel olmayı konu edindiğinden yazarlığını politik bir mücadelenin hizmetine sunmuştur diyebiliriz. Ezilen insanlara el uzattığı için, iyi ihtimalle görmezden gelinen, kötü ihtimalle sokak ortasında dövülen, işkence edilen ve öldürülen insanların sesi olduğu soylu bir mücadelenin neferidir.[i]
Romanın kafa karıştırıcı yönü burada başlıyor. Bazı metinler o kadar büyük bir politik öneme sahiptir ki edebî yönlerini eleştirmek çok zor olur. Büyük acılar çekmiş bir halkın derdini anlatan bir romana teknik bir bakış açısıyla yaklaşmak ve romanın iyi yazılmamış olduğuna hükmetmek, insana kendini kötü hissettiriyor. Romanı eleştirmek sanki romanın davasına itiraz, insanlık idealine ihanet etmek gibi geliyor kulağa. Oysa, Walter Benjamin’in “Üretici olarak Yazar” yazısında dediği gibi, “bir edebiyat eserinde eğilimin politik anlamda doğru olabilmesi için, edebî anlamda da doğru olması gerek[ir]… bir eserin doğru politik eğilimi, onun edebi niteliğini de içerir; çünkü doğru politik eğilim, edebi eğilimi de kapsar.” (s. 99) Benjamin, bir başka deyişle, yanlış edebî tercihlerle, doğru politik davaları destekleyemeyeceğimizi söylemektedir. Ya da kısmen doğru eğilimlere sahip olamayacağımızı. Belli konularda doğru davranıp, işimize gelmeyen belli konularda doğrudan sapmak bizi yanlış yapacaktır. Ve doğruyu söylemek gerekirse, Baldwin Sokağın Dili Olsa’danın anlatımında sebebi anlaşılmaz hatalar yapmıştır.
Baldwin yanlış bir tercihte bulunup ana kadın karakteri Tish’i romanına anlatıcı olarak seçmiştir. Yani, roman birinci tekil şahıs anlatısıdır. Birinci tekil şahıs anlatısı yazmak her zaman zordur çünkü romancı bu tür anlatıyı tercih ederek tanrısal bakış açısından ve her şeyi bilen ve gören anlatıcı modelinden vazgeçer. Anlatıcının bildiği, ölümlü bir faninin bilebilecekleriyle sınırlıdır. Roman düzlemindeki bir karakter olduğu için bütün karakterler gibi sınırları olan, doğa yasalarına maruz bir varlıktır. Bilgiye erişimi sınırlı olduğu için de olayların aktarımında ve olan bitenin yorumlanmasında kendi bakış açısıyla sınırlıdır. Tanrısal anlatıcı gibi tartışılmaz bir erdemle ve bilgelikle konuşamaz birinci tekil şahıs anlatıcı. Hele ki bu anlatıcı Tish gibi gençse, romancı yazdıklarında fazlasıyla dikkatli olmalıdır. Aksi takdirde, anlatıcı inandırıcılığını kolaylıkla kaybedebilir.
Anlatı başladığında, Tish 19 yaşındadır, yaşamakta olduğu New York’tan başka sadece Philadelphia ile Albany’yi görmüştür. Altı yaşından beri tanıdığı Fonny ile beraberdir ve anlatıdan anladığımız kadarıyla başka sevgilisi olmamıştır. Romanda sahip olduğu genel yaşam tecrübesine dair ayrıntılar verilmese de, Tish’in 1970’li yıllardaki orta gelirli sıradan siyahî bir ailenin kızı olarak kısıtlı bir çevrede, kısıtlı imkânlarla yaşadığını öngörebiliriz. Kendisi özel bir duyarlığa ve kavrayışa ya da çok-renkli bir yaşam tecrübesine sahip olduğunu imâ dahi etmez. Ne de kullandığı dil sofistike birine işaret etmektedir. Ancak, romanın başlarında Tish kadın ve erkeklerle ilgili derin yorumlarda bulunur. Mesela erkeklerin kadınlar gibi büyüyüp gelişmediklerini öğreniriz 19 yaşındaki Tish’den: “Erkeklerin olgunlaşması çok daha zordur, çok daha uzun zaman alır ve erkekler bunu yanlarında bir kadın olmaksızın beceremezler. Bu bir kadını ürküten ve donduran bir sırdır ve her zaman da kadının en derin umutsuzluğuna, çaresizliğine, yıkkınlığına nedendir. Kadın sürekli tetikte olacak, sürekli yol gösterecektir. Ama başı çeken hep erkek olacaktır…” (s. 55) Tish, kadın ve erkek meselesinde düş gücüne de değinir ve vaazını şöyle sonuçlandırır: “Bu görüş, bu ülkeyi tanımlayan, bu ülkenin oluşumunu, yapısını iyice belirleyen bir görüştür. Çünkü yaşamda tek istediğiniz şey servet yapmak olursa, tabii ki ihtiyaç duyacağınız en son şey düş gücü olacaktır. Bu konuda ister kadın olun, ister erkek sonuç aynıdır.” (s. 56)
Tish’in kadın ve erkeklerle ilgili fikirleri kısmen ya da tamamen doğru olabilir. Şahsen düş gücüyle ilgili söylediğine tamamen katılıyorum. Ancak, bu konuda büyük bir özgüvenle konuşması inandırıcılığını iyice tehlikeye atmaktadır. Baldwin 19 yaşındaki bir genç kıza bu yorumları yaptırırken, biz okurlardan o yorumlara katılmamızı beklemektedir. Romandaki tek anlatıcı Tish olduğundan, onu olumsuzlayacak ya da yargılarını sorgulayacak kimse yoktur. Anlatıcının acemi, fazla hevesli, aceleci, bilgisiz ya da önyargılı olduğunu, anlatıcının yorumlarına temkinli yaklaşmamızı öneren herhangi bir işaret ya da belirti yoktur. Dolayısıyla, yazar Tish’i kendi sözcüsü olarak kullanmaktadır.
Ne var ki, Baldwin sanki romanın ortalarında Tish’in anlatıcı olarak doğru bir tercih olmadığını fark etmiş gibidir çünkü Tish romanın bir noktasında kısıtlı ve fani bir anlatıcı olmayı bırakıp bilmesine olanak olmayan şeyler anlatmaya başlar. Bir başka deyişle, birinci tekil şahıs anlatıcıdan tanrısal anlatıcıya geçiş yapar. Anlatı dilini hâlâ “ben” diye kurar, ama tıpkı tanrısal bir anlatıcı gibi her şeyi bilip, görüp anlamaya başlar.
Önce, Fonny’nin çocukluk arkadaşı Daniel’le karşılaşmasını anlatır Tish:
Fonny bir cumartesi günü öğleden sonra Yedinci Cadde’de yürürken Daniel’le yeniden karşılaştı. Birbirlerini okuldan beri görmemişlerdi.
Zaman, Daniel üzerinde hiçbir olumlu değişiklik yapmamıştı. … Fonny ile Daniel bir anlık şaşkınlık ve sevinçten sonra, sokağın ortasında sarmaş dolaş oldular, yeniden çocukluk günlerine döndüler ve Fonny bara gitmekten hiç hoşlanmadığı halde, en yakın bara gidip birer bira söylediler. (86)
Bu alıntıda Tish olayları, bütün olanlara şahitmiş, Fonny ve Daniel’la birlikte Yedinci Cadde’de bulunuyormuş gibi anlatmaktadır. Oysa orada değildir. Bu olanları sonradan Fonny’den öğrenmiştir belki diye düşünülebilir ama anlatısında bu yönde bir açıklama yoktur. Zaten bir süre sonra Tish bir anlatıcı olarak kendini tamamen Tanrı katında konumlandıracak ve bulunmadığı yerlerde geçen olayları anlatmaya başlayacaktır. Önce, Fonny ve Daniel’ı evde bırakıp dışarı çıkmasına rağmen, bu iki kişinin yer aldığı sahneyi, aralarında geçen konuşmalar, bu sırada çaldıkları plaklar, Fonny’nin sardığı sigara, konuşurlarken sigaranın kaç kez el değiştirdiği gibi küçük ayrıntılarla anlatır. Hatta Daniel’ın “soracağı sorunun cevabını bildiği halde” (s. 88) bir soru sorduğundan bahseder ki bu noktada artık Tish tartışmasız bir kadir-i mutlak anlatıcıdır. O yüzden romanın ilerleyen sayfalarında, kendisi New York’ta kaldığı hâlde Porto Riko’ya giden annesi Sharon’ın başından geçen her şeyi öğreniriz: Porto Riko’nun kenar mahallelerini, havadaki kokuları, Sharon’ın orada yaşadıklarını, orada kendisine satır satır söylenenleri, gördüğü insanları ve elbette o insanların dışarıdan anlaşılamayacak hislerini. Fonny’nin hapishane hayatı da bir şekilde Tish’e malûm olmaktadır. Gündelik hapishane hayatına dair ayrıntılara girmese de Fonny’nin orada yaptıklarını anlatır ve sanki yıllarca hapishanede yatmışçasına, hapishane hayatına dair yorumlarda bulunur.
Baldwin ilk romanını 1953 yılında yayımlamıştır; 1974’te yayımlanan Sokağın Dili Olsa beşinci romanı, 13’üncü kitabıdır. Yani, acemi, roman yazmaya yeni başlamış bir heveskârdan değil de tecrübeli bir yazardan bahsediyoruz. Ve bu romancının yaptığı çok temel bir teknik hatadan. Baldwin Sokağın Dili Olsa’da romanın ortalarında anlatıcısının ontolojisini değiştiriyor ve ona bilmesine olanak olmayan şeyler anlattırıyor, ona yakışmayan yorumlar yaptırıyor.
Romanda anlatıcı kadar kafa karıştırıcı olan bir başka unsur da anlatı hızı. Romanın ilk yarısıyla ikinci yarısı karşılaştırıldığında ilk görülecek şey, anlatının gittikçe hızlandığıdır. İlk yarıda -ki bu bölümde Tish tanrısal anlatıcıya henüz dönüşmemiştir, pek az şey olur ve olaylar ayrıntılarıyla, uzun uzadıya anlatılır. İlk yarıda, Tish ve Fonny’nin çocukken başlarından geçen bir olay, ilk kez beraber kiliseye gitmeleri, ilk gençliklerinde çıkmaya başlamaları, Tish’in hapishane ziyareti ve ailelere hamile olduğunu bildirmesi anlatılır. İlk yarıda Fonny’nin neden hapiste olduğunu bile bilmeyiz, sadece iftiraya uğradığını biliriz. İkinci yarıda ise roman öyle hızlanır ki roman bittiğinde pek çok nokta karanlıkta kalır. Hatta Fonny’nin hapisten çıkıp çıkamayacağına dair net bir kanı oluşturmak bile mümkün değildir. Roman bittiğinde, Fonny henüz yargılanmamıştır ama mahkeme kefaletle tutuksuz yargılanmasına karar vermiştir. Davanın nasıl sonuçlanacağı belirsizse de Fonny’nin kefaleti için gerekli paranın neredeyse tamamı, ailelerin büyük fedakârlıklarıyla temin edilmiştir. Fonny’nin babasının intihar ettiğini ve doğumun başladığını öğrendiğimiz anda roman biter.
Roman yayımlandığında yazılan tanıtım ve eleştiri yazılarında, romanın iyimser olduğundan bahsedilir. Sonuçta roman bir aşk ve dayanışma romanıdır. Bir yandan Tish ve Fonny’nin aşkı anlatılırken, bir yandan da iki ailenin Fonny’yi hapisten kurtarmak için gösterdikleri çaba işlenir. Hem aile bireyleri hem aileler hem de iki genç insan arsındaki sevgidir romanın konusu. Bu sevgi, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki toplumsal önyargılar ve ötekileştirme pratikleri karşısında ciddi bir manifestodur. Ayrıca, her iki ailenin bireyleri ve beyaz avukatları davanın olumlu sonuçlanacağına dair iyimser hislere sahiptir. Karakterlerin hislerinin ötesinde, yazarın romanın ikinci bölümüne verdiği başlık iyimserlik hissini güçlendirmektedir. Romanın ikinci bölümünün başlığı “Zion”dur, yani Hristiyanlar için vadedilen kutsal toprakların veya Kudüs’ün bir başka adı. Kudüs Hristiyanlar için kurtuluşu temsil ettiği için romanın sonunda Fonny’nin de kurtulacağını öngörebiliriz.[ii]
Anlatının hızına kurban edilen tek şey Fonny’nin akıbeti değildir. Romandaki en önemli unsurlardan olan polis memuru Bell bile yeterince geliştirilmemiştir. Bell’in Fonny’yi arzuladığına dair imâlar vardır ama Fonny’ye neden iftira attığını tam olarak bilemeyiz. Fonny’nin babasının intiharı sadece bir haberdir, üç beş cümleyle geçiştirilir. Oysa aynı babanın karısıyla nasıl seviştiği romanın ilk yarısında ayrıntısıyla anlatılmıştı. Benzer bir aceleyle tecavüze uğrayan kadının düşük yapıp akıl sağlığını kaybettiği de bize “anons” edilir. Böylesi önemli öykü unsurları sahnelenmeyip sadece haber olarak iletildiği için roman sonuçlanmaz, sadece bitiverir.[iii]
Kimi zaman iletileri kafa karıştırıcı olsa da, Sokağın Dili Olsa önemli bir siyasî metindir. Yayımlandığı 1974 yılında siyahî yaşamın kaydedilmesi ve konudan bihaber insanlara aktarılması oldukça önemliydi. O yıllarda ana akım yayın sektöründe kendine yer bulabilen siyahî yazarların sayısını göz önüne aldığımızda, bu gerçeği bir kez daha fark edebiliriz. Baldwin romanını kaba bir propaganda, kör bir düşmanlık hissiyle yazmadığı ve siyahîlere de eleştirel mesafesini koruyabildiği için ayrıca saygıdeğer bir girişimdir Sokağın Dili Olsa.
Ancak, Baldwin’in bu romanında birtakım yanlış edebî tercihlerde bulunduğunu da belirtmek zorundayız. Romanın yayımlandığı dönemde ve sonrasında bu hatalar maalesef açıkça ortaya konmamıştır. Amerikalı romancı Joyce Carol Oates 1974 yılında romanı tanıtırken, Tish’in anlatıcı olarak kullanılmasına şöyle değinmiştir: “Baldwin, birçok önemli karakter içeren bu karmaşık anlatıyı genç bir kızın sesine teslim ederek kesinlikle büyük bir risk almıştır.” Oates, Tish’in kadın erkek, siyah ve beyaz Amerikalı ilişkilerine ve hatta hamileliğe dair yorumlarını biraz uçuk olmakla birlikte ikna edici bulduğunu belirterek Baldwin’in bu riskli işin altından kalktığını imâ etmiştir. Yine aynı yıl yazılan bir yazıda, Robert Detweiler romanın etkileyici ama ikna edici olmadığını söylemiştir. Her iki yazar da muhtemelen Baldwin’in ve haklı davasının önemi yüzünden politik doğruculukta karar kılıp romanın kusurlarını ya görmezden gelmişler ya da yarım ağız belirtmişlerdir.
Oates yazısının başında Baldwin için şöyle der: “Baldwin’in bazı çevrelerde yerilmesi mümkün değildir --romanı okunmadan övülecektir ki bu ciddi bir yazar için en feci kader olsa gerek.” Oates’un yazısına böyle başlayıp sonra da metne methiyeler düzerek Baldwin’i o feci kadere mahkûm etmesi ironik bir gülümsemeye gebe. Zira son kertede romanı hak ettiği edebî ve eleştirel yaklaşımdan mahrum etmek ne Afro-Amerikalıların haklı davasına hizmet ediyor ne de James Baldwin’e.
Kaynakça
Baldwin, James. Sokağın Dili Olsa. Çev. Seçkin Selvi. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2017.
Benjamin, Walter. Brecht’i Anlamak. Çev. Haluk Barışcan ve Güven Isısağ. İstanbul: Metis Yayınları, 2018.
Detweiler, Robert. “If Beale Street Could Talk” Natturner.com. 31 Temmuz 1974.
Oates, Joyce Carol. “If Beale Street Could Talk”. The NewYork Times on The Web. 19 Mayıs 1974
[i] Baldwin Türk okuru için ayrıca önemli biridir. Yazar yakınlarda kaybettiğimiz Gülriz Sururi ve Engin Cezzar’ın bir dönem yakın arkadaşı olmuş, İstanbul’da yaşamış ve yazmıştır. Baldwin’in Türkiye macerasıyla ilgili güzel bir yazıyı Roman Kahramanları dergisinin web arşivinde bulabilirsiniz (https://romankahramanlari.com/yasar-kemalin-karasi-engin-cezzarin-kan-kardesi-james-baldwin
[ii] Romanın ikinci bölümünün başlığı olan Zion, anlaşılmaz bir sebeple “Cehennem” olarak çevrildiği için Türk okuru romanın iyimser vaadini yeterince hissetmeyebilir.
[iii] Roman 2018 yılında Barry Jenkins tarafından beyazperdeye aktarıldı. Jenkins de Tish’i anlatıcı olarak kullandığı için film anlatı tekniği açısından romanla benzer zafiyetleri paylaşıyor. Neyse ki, filmin sonu ve anlatı ritmi romana göre daha iyi.