John Steinbeck'in sineması da edebiyatı gibi bize ahlaklı olmanın zengin olmaktan, toprağın tapudan, yoldaşlığın tek başına refah içinde yaşamaktan daha önemli olduğunu öğretiyor
20 Aralık 2018 14:05
Beyazperdede “sinema evrenleri” çağını yaşıyoruz. İlk akla gelen Marvel ve DC’nin sonsuz süper kahramanlarının oluşturduğu evrenlerin ötesinde bir olguyla karşı karşıyayız. Yıldız Savaşları’ndan Hızlı ve Öfkeli’ye kendi içinde bir dünya oluşturan ve seyirciye bu dünyadan sadece bir değil, birçok farklı kesit sunan tüm yapımlar, bizi bazen gerçeğimsi bazen bütünüyle doğaüstü ama her daim yabancı âlemlerde ağırlıyor. Sinemadaki bu evrenlerin kökeni yer yer edebiyata dayanıyor. Tüm süper kahramanlar ve şiddeti gittikçe artan maceraları daha önce çizgi roman şeklinde yayımlanmış hikâyeler. Çizgi romanlar dışında, Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter gibi eserler de Hollywood stüdyolarını sevindiren uyarlamalardan. Nitekim sinema evreni aslında sinemaya özgü bir oluşum değil. Homeros’tan, kutsal kitaplardan Yerdeniz Büyücüsü’ne, hikâye anlatıcılığında çeşit çeşit örnek, içinde yaşadığımız dünyayı ya kendine göre yorumluyor ya da ona tamamen sırtını çevirip kendi dünyasını yaratıyor.
Bu açıdan bakıldığında, her yazarın külliyatını bir evren olarak yorumlayamaz mıyız? Yazar “gerçek” dünyadan sapmasa bile belli meseleleri dert edinerek, belli insanlara odaklanarak, o değil de bu hikâyeyi anlatarak kendi mikro-kozmosunu oluşturmuyor mu? Bir Poe öyküsünün bizi nereye götüreceğini kestirebiliyoruz. Dostoyevski’nin trajediyi ele alış biçimini Çehov’da görmeyi beklemiyoruz. Tanpınar’ın İstanbul’uyla Orhan Pamuk’un İstanbul’unun mukayese edilemeyeceğini biliyoruz. Her yazar, anlattığı dünya bizimkine ne kadar benzerse benzesin, özünde okuru bambaşka bir evrene taşıyor.
Kitaplarında öne çıkan eşitsizlik, adaletsizlik, isyan, ahlaksızlığın ve para hırsının çarpıklığı gibi temalarla John Steinbeck’in evreni Hollywood’u her zaman cezbetmişti. Hayattayken eserlerinin başarılı sinema uyarlamalarını gören ender yazarlardan Steinbeck. 1968’deki ölümüne kadar büyüklü küçüklü birçok kitabı –Fareler ve İnsanlar, Gazap Üzümleri, Yukarı Mahalle, Ay Batarken, İnci, Al Midilli, Cennetin Doğusu, The Wayward Bus– beyazperdeye aktarılmıştı. Sonrasında listeye Sardalye Sokağı, Tatlı Perşembe, Kaygılarımızın Kışı ve Bitmeyen Kavga eklendiği gibi, en bilinen eserleri de tekrar tekrar uyarlandı. İlgi Hollywood’la da sınırlı kalmadı ve başta –Türkiye’de de 1962 ve 1975 tarihli iki ayrı uyarlaması olan– Fareler ve İnsanlar olmak üzere yazarın eserleri tüm dünyada sinemaya ya da televizyona aktarıldı.
Steinbeck’in sinemayla ilişkisi kitaplarının uyarlamalarından ibaret değildi. Kendinden önce gelen Faulkner, Fitzgerald, Huxley ve diğerleri gibi, Steinbeck de Hollywood’da yazarlık yapmıştı. Ama diğer isimlerden farklı olarak, bu alanda da istisnai bir başarı gösterdi. Hollywood’da çalışan çoğu yazarın senaryosu filme çekilmiyor, çekilse bile başarılı olamıyordu. Kendi eserlerinin uyarlamalarına da katkıda bulunan Steinbeck’in filmleri ise toplamda 25 Akademi Ödülü adaylığı almış, dördünü kazanmıştı. Yazarın kendisi de özgün hikâyeleriyle –Lifeboat, A Medal for Benny ve Viva Zapata!– üç kere En İyi Senaryo dalında aday gösterilmişti.
Yazarların kendi eserlerini senaryolaştırması görece yeni bir uygulama sayılır. Dolayısıyla Steinbeck’in, kaynak metinler kadar önemli sanat eserlerine dönüşen Henry Fonda’lı Gazap Üzümleri (1940) ya da James Dean’li Cennetin Doğusu (1955) gibi filmlere katkı sağlamamış olması çok şaşırtıcı değil. Yine de yazar, iki kitabının uyarlaması üstüne çalışmıştı: İnci (1947) ve Al Midilli (1949). Tamamen Meksika’da çekilen İnci’de Jack Wagner ve filmin yönetmeni Emilio Fernández’le ortak bir senaryo yazmıştı. Kendi başına çalıştığı Al Midilli’de ise beyazperdede ticarî başarıyı yakalayabilmesi için kitaptan yer yer uzaklaşmış, değişiklikler yapmıştı.
Bu iki çalışması dikkat çekse de Steinbeck’in sinema evreninde özgün hikâyelerin ayrı bir yeri olduğu su götürmez. Bunların ilki, The Forgotten Village (1941), küçük bir Meksika kasabasında geçen bir belgeselimsi. Juan Diego adlı bir genci ve ailesini izleyen film, eğitimsiz kasabalıların bâtıl inançları karşısında aklın ve bilimin çaresizliğini ele alıyor. Oyuncu olmayan ve İngilizce konuşamayan Meksikalı köylülere yer veren filmin tamamı bir anlatıcıyla ilerliyor. Steinbeck’in Wagner’la birlikte yazdığı bir öyküden senaryolaştırılan A Medal for Benny ise (1945) küçük bir Kaliforniya kasabasında geçiyor. Filme adını veren Benny II. Dünya Savaşı’nda orduya yazıldığı için hiç gözükmüyor ama kamera, ardında bıraktığı sözlüsünü, ailesini ve kasabalıları izliyor.
Yazarın yine sinemaya özel kaleme aldığı, daha çok bilinen bir hikâye ise Lifeboat (1944). Alfred Hitchcock’un yönettiği filmi Jo Swerling senaryolaştırsa da stüdyo Steinbeck’in adını özellikle öne çıkarıyordu. A Medal for Benny gibi II. Dünya Savaşı’nda geçen Lifeboat, bir Alman denizaltısının batırdığı gemiden kurtulanların bir filikada hayatta kalma mücadelelerini anlatıyor. Denizcilerin üst sınıftan yolcularla ve denizaltının Nazi kumandanıyla bir araya geldiği filika, kendi içinde tüm ulusların ve savaşın bir sembolüne dönüşüyor. Küçük bir mekânda kapalı kalan toplumun farklı kesimlerinden kişilerin birbirleriyle sansürsüz etkileşimini seyrettiğimiz Lifeboat, bu açıdan Steinbeck’in The Wayward Bus romanıyla benzerlik gösteriyor.
Tallulah Bankhead ile William Bendix gibi isimlerin oyunculuğundan Hitchcock’un çekimlerine başarılı bir film olarak anılan Lifeboat’un belki de en ilginç özelliği Steinbeck’in adını filmden sildirmek istemesi. Novellayı yazdıktan sonra filmi sadece gösterime girmeden kısa bir süre önce gören Steinbeck, özellikle karikatürleştirilen zenci karakter karşısında dehşete kapılıyor. Novellada filikadaki en cesur adam olarak betimlenen “onurlu, şahsiyetli” Joe, filmde Kömür lakaplı bir “palyaço”ya dönüşüyor. Steinbeck bunun kendi yaklaşımı sayılma ihtimalinden duyduğu rahatsızlıkla 20th Century Fox’tan adının “filmin tüm gösterimlerinden çıkarılmasını” talep ediyor. Filmin albenisi çağın en parlak yönetmenlerinden birini en parlak yazarlarından biriyle buluşturmasıyken, stüdyo bu talebi elbette reddediyor. Üstüne üstlük yazar, birlikte anılmak istemediği filmle Akademi Ödülü’ne aday gösteriliyor. Ama sonuçta novellayı hiç yayımlamayarak hikâyeyi kendi külliyatından çıkarmış oluyor. (1990’da Birch Lane Press kitabı telifsiz olduğu yanılgısıyla yayına hazırlarken son anda eşi Elaine, Steinbeck “kitabın yayımlanmasını hiç istememişti” açıklamasıyla baskıya engel oluyor.)
Steinbeck’in hem edebiyat hem sinema evreninde Meksika’nın özel bir yeri var. İnci’deki hikâyenin temeli bir Meksika masalına dayanıyor. The Log from the Sea of Cortez, deniz biyologu Ed Ricketts’la Kaliforniya Körfezi’ndeki yolculuklarını ve çalışmalarını konu alıyor. Salinas doğumlu Steinbeck bir “Kaliforniya yazarı” ve burada geçen romanlarında da Meksikalılara, Meksika kökenlilere, Meksika kültürüne sıkça yer veriyor. Gazap Üzümleri’nin başarısından sonra yapımcı Darryl Zanuch Hollywood filmi yazması için haftada 5000 dolar teklif ettiğinde, onun yerine hiç para kazanmadığı The Forgotten Village’ı tercih ediyor.
Yazarın sinemasında, belki de yazdıkları arasında Meksika’yla ilgili en önemli eser, Viva Zapata! (1952). Senaryosunu tamamen tek başına kaleme aldığı filmde Steinbeck, Meksika Devrimi’nin liderlerinden Emiliano Zapata’nın hikâyesini anlatıyor. Yönetmen, henüz bir yıl önce Tennessee Williams oyunundan uyarlanan İhtiras Tramvayı’yla büyük başarı yakalayan, birkaç yıl sonra da Steinbeck’in Cennetin Doğusu romanını beyazperdeye aktaracak olan Elia Kazan. Zapata’yı Marlon Brando’nun canlandırdığı, kardeşi rolündeki Anthony Quinn’in En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ı kazandığı filmde, Gazap Üzümleri ve Bitmeyen Kavga’da rastlanan temalar öne çıkıyor: köylünün toprağının zorla elinden alınması, insanın toprakla bağı, adalet arayışı, isyan, örgütlenme. Gazap Üzümleri gibi, çiftçilerin toprağına ne idüğü belirsiz “onlar” tarafından el konulmasıyla başlayan hikâyede yazar, Zapata’nın doğuştan bir lider olmadığının, alelâde bir köylüyken insanların toplu arzusuyla onları temsil etmeye başladığının altını çiziyor. Gerçekten de Kazan’la Steinbeck’in en çok üstünde durduğu noktalardan biri Zapata’nın (ve devrimin bir başka lideri, Pancho Villa’nın) zaferden sonra başkanlığı reddedişi. Zapata insanları “tek lider sizsiniz” ve “kalıcı tek güç, güçlü bir halktır” diyerek bağımsızlığa çağırıyor. Karısı korkuyla, “Senin başına bir şey gelirse bu insanlara ne olur? Ellerinde ne kalır” diye sorduğunda Zapata, “Kendileri,” diye yanıt veriyor. Yine de sonunda ihanete uğrayarak, vahşi bir şekilde katledildiğinde bir hayalete, bir efsaneye dönüşüyor ve insanların mücadele yolunda sadece bir fikirden de ibaret olsa onlara yol gösterecek, önlerini açacak birine ihtiyaç duydukları bir kez daha vurgulanmış oluyor.
Steinbeck’in sinemada verdiği özgün yapıtlar, yazarın bu sanat dalına edebiyatının bir uzantısı olarak yaklaştığını ortaya koyuyor. Diğer yazarlar, örneğin dara düşünce Hollywood’da çalışmaya başlayan Fitzgerald’ın aksine sinemayı bir gelir kapısından ibaret görmüyor Steinbeck. Burada da kitaplarında yer verdiği kişilere yer vermeyi, kitaplarında irdelediği konuları irdelemeyi sürdürüyor. Farklı dünyalarda geçmelerine rağmen, en önemli eserlerinden Gazap Üzümleri ile en önemli filmi Viva Zapata! arasında bunca benzerlik olması kuşkusuz tesadüf değil. Steinbeck’in sineması da edebiyatı gibi bize ahlaklı olmanın zengin olmaktan, toprağın tapudan, yoldaşlığın tek başına refah içinde yaşamaktan daha önemli olduğunu öğretiyor.
Böylelikle, tüm romanları, öyküleri ve filmleriyle bütünlüklü bir Steinbeck evreni oluşuyor. Günümüzün Iron Man’li, Wonder Woman’lı, bol aksiyonlu evrenlerinden bambaşka bir evren. Statükoyu korumaktan ziyade sorgulamaya ve yıkmaya yönelik, daha isyankâr ve daha incelikli bir evren. Oluşturulduktan on yıllar sonra etkisinden hiçbir şey yitirmeyen, yeryüzüne gelen her yeni nesle ancak kol kola mutlu olabileceğimizi tekrar tekrar hatırlatacak bir evren.