Zamansız ama feminist politikaya sirayet eden bir günlüğün hikâyesi: Tanrı, mit ve destanların kucağından evrensel gerçekliğe “Ölen her zaman kadın olur”
08 Haziran 2017 13:56
Daha ortaokula gidiyorken elime geçen Natsuo Kirino imzalı Çıkış (Out) isimli kitabın beni çok heyecanlandırdığını hatırlıyorum. Kirino, bir fabrikada vardiyalı çalışan dört kadının hayatta kalma mücadelesini, sıradışı ve grotesk bir kadın dayanışması; olaylar zinciriyle değişen iklimi, Japon gerilim atmosferine özgü dil ve hayalgücüyle anlatırken kendisine özgü yazı dili ve hikâye anlatımıyla başarılı bir kurgu yaratmıştı. Japon ve Tokyo yaşayışındaki sınıf temelli ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı alt metne sahip kurmaca işini diken üstünde ama büyük bir merakla okuduktan sonra üzerine o zamanki yaklaşımım ve düşüncelerimi kaleme aldığım bir yazı yazmıştım kitapla ilgili; hatta okul panosuna asılmıştı. Bu sebeple yıllar sonra Natsuo Kirino'nun Çıkış kitabının ardından Tanrıça Günlüğü’ne kavuşmam ve hakkında bir şeyler yazacak olmamın benim için özel bir anlamı var.
14 yaşından beri Tokyo'da yaşayan Kirino'nun ilk kez İngilizce'ye çevrilen ve aldığı prestijli ödüllerle kendisini uluslararası arenada üne kavuşturan Çıkış kitabında olayların Tokyo'da geçmesi, Tokyo insanlarını ve toplum yapısını, eleştirel ve böylesine merak uyandırıcı bir biçimde ele alması, kitabın liste başı olmasının önemli nedenlerinden. Issız ve karanlık bir fabrika ve burada çalışan kadınlar üzerinden Tokyo'daki eşitsiz, aldatıcı, hukukun yok sayıldığı haksızlıkları, kadın karakterleri “masumiyet” gibi keskin rollerden çıkararak anlatıyor Kirino. Kendisinin kalemini genellikle kadın hikâyeleri için oynattığına tanık oluyoruz. Japonya'da kadın olmanın, bir kadın olarak yaşamanın “kafa karıştırıcı bir deneyim” olduğunu aktaran Kirino'nun kitaplarında odak olarak bunu alması bu anlamda şaşırtıcı değil. Genellikle karanlık, karmaşık ama zekice, tansiyonunu düşürmediği bir atmosfer içinde psikolojik gerilim ve korku seviyesi yüksek hikâyeler kurgulayan Kirino'nun kurmacalarını belirleyen noktanın da genellikle “intikam” olması dikkat çekiyor.
“İntikam” üzerine konuşlandırılmış bir destan hikâyesini yazıya geçiren Kirino, Tanrıça Günlüğü isimli kitabını aslında mitolojik bir hikâyeyi yeniden yazarak kurgulaması sonucunda oluşturuyor. Japon mitolojisinde önemli bir yere sahip İzanami ve İzanagi'nin hikâyesi üzerinden kâhin geleneğinin yaşattığı, gözyaşı şeklindeki bir adayı merkezine alıyor.
Hikâye, kahraman bakış açısıyla anlatılıyor. Böylece bu zamansız hikâyeyi takip etmemiz daha kolay oluyor. Namima gibi tanrıça olmayan, kâhin gibi özel güçleri olmayan, üzerine yüklenilen rollerin yükünü daha ağır biçimde yaşayan, çuvallama ve hatalarla dolu bir hayata sahip bir karakterin gözünden hikâyeyi dinliyor olmak, Kirino'nun dikkat çektiği mitoloji ile gerçek hayat arasındaki o inci çizgi üzerine daha çok düşünmemizi sağlıyor. Kitabın kapağını açtığımız anda “Dalgaların Ortasındaki Kadın” olarak nam salmış Namima, adayı resmederek anlatmaya başlıyor hikâyeyi. Namima, Yamato adasında doğup büyür fakat 16 yaşında ölmesi sonucu Karanlıklar Diyarı'na göç eder. “Büyük Yamato adasının güneyinden hayli uzağındaki bir takım adanın en doğusunda yer alan küçücük bir ada”, en doğuda yer aldığı için güneşin en erken doğup en erken battığı bir yer. Bu nedenle tanrıların ilk bu adadan karaya ayak bastığına inanılıyor. Adaların tanrılar tarafından yürütüldüğüne inanılan adada doğa olaylarının, taşların, kumların tanrılar tarafından yaratıldığına dair inanış bizleri İzanami ve İzanaki hikâyesine götürüyor.
Hristiyanlıktaki Adem ile Havva'ya benzer bir mitolojik hikâyeye sahip olan İzanami (çağıran kadın) ve İzanagi (çağıran erkek) Japon mitolojisine göre birbirini tamamlamak üzerine yaratılan, evreni, doğayı ve diğer tanrıları doğuran ilk tanrılar. Ateş tanrısını doğururken “ölen” tanrıça İzanami, yaşam veren tanrıçayken Ölüler Diyarı'nın tanrıçası oluyor. Eşi İzanagi'nin ona ihanet etmesi sonucu her gününü bir kase suyu, önündeki haritanın üzerine gelişigüzel atarak bir çok insanın hayatını almakla geçiriyor. Önceliği de, dünyadaki hayatı çoğaltmakla görevlendirilen İzanagi'nin ölümlü insan kılığına girdiği gerçek dünyada birlikte olduğu kadınlar oluyor.
Kirino, burada biten hikâyenin devamını, kadın- erkek arasındaki toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dikkat çekerek yeniden yazıyor. Özellikle eşitsizlik üzerinden hikâyeleri kesiştirip sadakat, sevgi, kardeşlik üzerine sorgulayıcı bir tutumla nefret ve intikam duygularını eleştirel düzlemde masaya yatırıyor. Adem ile Havva inanışından hatırladığımız “kadın” olmakla özdeşleştirilen cezalandırılma, kandırma, intikam gütme gibi “karakter” özellikleri, erkek ile kadın arasındaki eşitsiz ve hiyerarşiye dayanan ilişki üzerine düşündürüyor.
Hikâye, İzanami'nin İzanagi'nin ona ihanet etmesi ve onu arafta kalmış ölülerin yaşadığı Ölüler Diyarı'nda terk etmesinin ardından ondan intikam almak istemesi üzerine mitin yeniden yazılmasıyla kurgulanıyor. Bu intikam hikâyesi, Namima'nın kendi intikam hikâyesiyle birleşiyor ve katmanlandırılıyor. Kirino hikâyeyi anlatırken kadın olmaya düşen kural ve sınırlamaları, normalleştirilmiş “kandırılan, kandıran kadın” kimliğini tekrar ettiriyor. Kural dışılığa, düzeni bozmaya cüret ederek, kadın-erkek olma halini iyi-kötü olmaya sabitlemeyip “Ölen her zaman kadın olur” mottosu düzleminde ilerleyerek toplumsal düzeni ve eşitsizliği, destanların, mitlerin bundan azade olmadığından hareketle eleştiriyor. Kirino, verdiği bir röportajda bu hikâyeye yazma başlama serüveniyle ilgili olarak şunları söylüyor:
“İzanagi ve İzanami'nin hikâyesi Japon mitiolojisinde en çok bilinenler arasında. Hikâyeyi okurken bir kadının çocuk doğurduğunda kirlenmiş olarak düşünülmesi sebebiyle kadının son derece küçük düşürülmesi beni daima üzmüştü. Bu tür bir önyargı bugün kadınların yaşadığı ayrımcılığın kaynağını oluşturuyor. Bu sebeple dünyayla bu Japon mitini tanıştırma fırsatını değerlendirmek istedim. Kadın olarak doğmak seçimini yaptığımız bir şey değil. İzanami bir tanrıça fakat kadın olarak cinsiyeti ve doğurganlığı üstünde ağır bir yük. Yaşam ve ölüm. Seks ve kirlilik. Namima ve Kamiku isimli kız kardeşleri bunu sembolize etmek için yarattım. Güya “mit” adı altında sıklıkla gizlenen politik eğilimleri direkt görmeye dair oldukça güçlü bir tutkum var.”
Namima, 6 yaşından itibaren yaşadığı yerin geleneğine boyun eğmek zorunda kalır. Bir çocuk olarak adanın gizemini ve mistik yönünün izini sürerken yasak elmayı yiyip her şeyin farkına varan Adem ile Havva'nın “masumiyet”lerini kaybetmesi gibi Namima da çocuk olmakla özdeşleştirilen masumiyetini arkada bırakır ve üzerine yüklenilen sorumlulukları gerçekleştirmek üzere yola çıkar. Kendisine, Tanrı, kâhin ve insan arasındaki hiyerarşik farklılık ve sabitlendirilen ikilik üzerinden yüklenilen role uymak zorunda bırakılır. Kast sistemiyle belirlenen Yin/ Yang atanması üzerinden kız kardeşi Kamiku (Tanrıların Çocuğu anlamına gelir) Yang olduğu için geleceğin kâhini olarak belirlenirken kendisi Yin olarak Yang'ın ardından gelir ve karanlığın ve ölümün bekçisi olarak, kardeşine hizmet etmek üzere yetiştirilir. Fakat kardeşini kâhinliğe hazırlamak için ona hizmet eden Namima kendisine bahşedilen, sahip olması için sınırlandırılan dünyanın daha fazlasıyla tanışarak kendisine koyulan kurallara uymaz. Bir sonraki kâhinin çıkması gerektiği aile olmasına rağmen kız çocuğu dünyaya getiremedikleri için adada lanetlenen Umigame ailesinin oğlu Mahito ile yasak olmasına rağmen yakınlaşır, Kamiku'yu kâhinliğe hazırlamak için götürülen yemekleri asla görmemesi, tatmaması gerekirken Namima bu kuralı delerek yemeği Mahito ve annesiyle paylaşır. Yin olduğu için, ölüm bekçisi olduğundan “bakire” kalması gerekirken Mahito ile birlikte olur ve ondan bir çocuğu olur. Ölülerin bekçisi olma görevini bırakıp Mahito'yla kaçar. Ama Mahito'nun aklındaki plan, hayal ettiklerinden çok daha farklıdır: Mahito çocuğu doğurduktan sonra adadan kaçarken Namima'yı öldürür.
Huzurlu bir şekilde ölmediği için bir nevi araf olan Ölüler Diyarı'nda kendini bulan Namima, burada Ölüler Diyarı Tanrıçası İzanami ile tanışır. Mahito'nun neden kendisini öldürdüğünü anlamaya çalışır, kendisine, çocuğuna ve ailesine ne olduğunu bilmek ister, dünyaya eşek arısı olarak geri döndüğünde Mahito'nun onu kandırdığını ve kullandığını öğrenir. Bu da Namima'nın intikam alma isteğini su yüzüne çıkarır, böylece biat etmesi gereken doğalına karşı gelmiş olur.
Ailesi ve yaşadığı yerin geleneklerine göre belirlenmiş hayatı ve kaderi, kendi hür iradesi ve seçimiyle başka biçimde örülmeye hazırlanırken bu sefer de bir erkeğin elindeki ipin ucundaki oyuncağa dönüşür. Tanrıça Günlüğü, erkek olmanın ve dinî ritüelin egemen olduğu bir toplumda bir kadın olarak kişinin kendi arzu ve isteğiyle hayatına yön verdiği için nasıl bedeller ödemek zorunda kaldığını, kadın olmaktan kaynaklı yüklenilen rolleri reddetmenin, nasıl bir tehdit anlamına geldiğini, kişiyi “hiç”leştirdiğini gösterir. Kadın olmayı boyun eğen, masumiyet timsali stereotipinden çıkararak intikam üzerinden kadın eliyle düzenin değişimine tanıklık ettirir. Tanrı, kâhin, insan, kutsal/ kutsal olmayan ikililiğinde kurulan yaşam içinde dezavantajlı konumda yer alan kadın ve kadınlığın sıkıştırılmaya çalışıldığı fanustan dışarı çıkmanın tek yolu intikam olur. Ama bu durum bir güç gösterisi olarak eleştirel bir şekilde ele alındığı gibi kazanılan bir zafer gibi gösterilmez. Cinsiyet ve ırk temelli bir savaş olduğu çok açıktır ama bu savaşın kazananı yoktur. Zorunluluklar, maruz kalınmalar, ödenen bedeller, yaşanması kabul edilmeyen, emek verilmek istenmeyen hayatlar vardır. Bu süreçte intikam almaya ve buna yönelik duygu ve var olma konusunda çeşitlilikleri görürüz. Sevgi, sadakat, aile, bağlılık konularının toplumsal mercekten yansımalarını intikam ve hınç ekseninden izleriz. Namima, bir fani olduğu için intikam duygusu, sevgi, merak, kuşku, şefkatle düğümlü bir haldedir ve öldükten sonra İzanami'nin boyunduruğunda ve hizmetinde hayatını sürdürüyor olmasına rağmen bir tanrıça olan İzanami'nin İzanagi'ye beslediği hınç ve kinden biraz daha farklıdır Mahito'ya duyduğu. Çocuğu, kardeşi ve arkasında bırakmış olduğu, değer verdiği şeyler saf bir intikam ve hınç duygusundan daha karmaşık ve katmanlı duygularla hareket etmesini sağlar.
Sözcüklerden film izler gibi seyirlik hale yansıyan sekanslar demagojiden beslenen bir “erkek gözü”yle çekilmemiştir. Aksine hikâyenin dışa vurduğu, toplumun stereotip kadınlık oluşturmasına yönelik tepkisinde sorun olarak sirayet ettiği mekanizmanın “ikililikler” olduğunu görürüz.
Mitolojik hikâyeyle başka bir hikâyeyi kesiştirerek başka bir efsane kaleme alan Kirino, kadın/ erkek, tanrı/ fani, yaşam/ ölüm, iyi/ kötü, aydınlık/ karanlık, gündüz/ gece, kutsal/ saf olmayan ikiliği üzerinde inşa edilmiş ada yaşantısının, geleneklerin ve bunun özellikle kadınlar üzerindeki etkisini, kadın dayanışmasına getirdiği zevali eleştiriyor.
Hikâyeyle ilk tanıştığımızda tanrıların hakimiyet kurduğu, adanın düzenini belirleyen kâhinlik statüsünün yer aldığı, Tanrı- kâhin ve halk arasındaki sosyal ve ekonomik uçuruma tanık oluyoruz. Aralarında sadece bir yaş olan iki kız kardeşin, ulu Mika hanesinde oldukları için sadece doğum sıraları esas alınarak saf/ saf olmayan (Yang/ Yin) şeklinde belirlenmeleriyle başlıyor aslında Namima'nın hikâyesi. Yin olduğunu, kardeşinden farklı olduğunu, kardeşine göre belirlenmiş bir kaderi olduğunu anlamasıyla, o zamana kadar kardeşiyle hiç ayrılmazken, birbirlerini çok severlerken birlikteliklerinin sonu geldiğini kavramasıyla başlıyor. Tıpkı toplumdaki ayrımcılıklar doğrultusunda kişinin kadın, “ne idüğü belirsiz” olduğunu anlaması, toplumsal eşitsizliklerin farkında olması gibi Namima da “saf olmayan” olduğunu öğrendikten sonra tanrıların adımını ilk attıkları bu adada her şeyin kutsallıktan ibaret olmadığını fark ediyor.
Oluşturulan ve toplumu düzenleyen ikilikler, birbirine karşıt ve birbirini tamamlayan olarak atanmış unsurların varlığıyla anlam kazanır. İkiliği oluşturan, aralarında hiyerarşik düzenleme bulunan bu iki unsur da birbirine göre tanımlanır. Birinin varlığı diğerinin varlığını korur. Hikâyede de Yang/ Yin olarak adlandırılan kâhin ve karanlık ile ölüm bekçisi diğerinin hayatta kalmasıyla varlığına devam eder, biri öldüğünde diğeri de yaşayamaz. Mika ailesinden olmak toplumda avantajlı bir konuma sahip olmak anlamına gelse de bu avantajlı konumun taşıdığı riski, içinde bulunduğu tehlikeyi, Kirino ikiliği sorgulamaya açarak gün yüzüne çıkarıyor.
“Kamiku – Tanrıların Çocuğu anlamına geliyor- dayanıklı bir kızdı ve adadaki en zeki çocuktu. Teni krem beyazı, gözleri yuvarlak, hatları mükemmeldi. Gören herkesi güzelliğiyle büyülerdi. Hazırcevap, sevecen ve zekiydi, üstelik çok güzel bir sesi vardı. Benden yalnızca bir yaş büyüktü, ama ne yapıyor olursak olalım o işte her zaman benden çok daha iyiydi. Onu dünyadaki herkesten fazla severdim. Ona güvenir ve daima arkasında olurdum.” (Syf. 15)
Bunu açıklaması güç ama kaderimizin çok farklı olduğunu günden güne hissetmeye başlamıştım. Hayır, gerçekten. Kamiku'nun gördüğü ilgi bana gösterilenle pek de aynı değildi. Ve erkekler avdan döndüklerinde ikimizle farklı bir şekilde iletişim kurarlardı. Herkes Kamiku'ya karşı özellikle saygılıydı, ona büyük bir hürmet gösterilirdi.” (Syf. 16)
Kamiku ve Namima'nın temsil ettiği gün/ gece, yaşam-doğum/ ölüm, saf/ saf olmayan, Yang/ Yin ikilikleri birbirine göre tanımlanıyor ve o zamana kadar süregelmiş bu ikili düzeni bozguna uğratan hamlelerin kişinin hayatını ve düzeni nasıl etkilediğini Kirino mübalağaya kaçmadan, destan geleneğine uyarken toplumsal eleştiriden kaçınmadan, feminist bir perspektifte ortaya koyuyor. Özellikle dinin ve tanrıların kutsandığı, bununla nam salmış, bereketli olması beklenen toprakların nasıl fakirlikten çoraklaştığı, kâhinin mertebesi ve refahı uğruna insanların aç kaldığı ve öldüğü düzene ilişkin sistem eleştirisini yedirerek anlatıyor hikâyeyi.
Toplumda kadınlara biçilen doğurganlık üzerinden kutsallık ve “makbul” olması gerekliliğine dair çelişkiyi Kirino, tersine dünya perspektifiyle kadınların kâhin olması gerekliliği, kâhin doğurma özelliği olan ailelerin kız çocuğu doğurma zorunluluğunun olması aksi takdirde adadan sürülmesi gerektiği, kâhinin düzene miras bırakacağı çocuklar doğurması ve adanın düzenini mistik ve pagana benzer Japon ritüeliyle sürdürme mecburiyeti, karanlık ve ölüm bekçisinin de bir aile kurmasının yasak olması, toplumdan izole yaşama gerekliliği gibi distopik öğelerle gösteriyor.
Bir saf olmayan olarak Namima kurallara uymazken, kendisine biçilen hayattan daha fazlasını talep ederken, Kamiku'nun görevini kendisinden beklenilen şekilde yerine getirmesi, “mutlu aile tablosu”nun kırılmasının ardından hayatını feda etmesi, bilinçli bir kurgu ve tekrar ama aynı zamanda hiyerarşi ve eşitsizliğe dair anlamlı bir eleştiriyi oluşturan unsurlar olarak göze çarpıyor. Namima ötekileştirilen, izole edilen, karanlığa ve ölülerin yanına hapsedilen bir “saf olmayan” olarak “raydan çıkması”, otoriteye karşı gelmesi, intikam almaya çabalaması daha olağan olaylar olarak görünürken Kamiku'nun da görevinden, düzen koruyuculuktan, kâhinlikten kendini azade edip yaşamına son vermesi otoriteye karşı bir tavır olsa da toplumdaki konumlarına bakınca iki farklı şekilde hareket etmelerinin, toplumsal hiyerarşi ve eşitsiz düzenden bağımsız olmadığını gösteriyor.
Toplumsal cinsiyet rollerinin, adada yerel halkın yerleşik düzenin işlemesinde büyük rol oynadığını görüyoruz. Erkekler için denizcilik, balıkçılık, avlanma, belirli ve cinsiyetlendirilmiş geçim kaynakları ve erkek olmalarına dair ilk adımlar. Ailesi lanetli olduğu için Mahito'nun bunlarla uğraşması yasak. Aksine kadınların yanında çalışmakla “cezalandırılıyor.” Yerel halktan kadınlar da dua ederek, yılan toplayarak, dağ keçilerine bakarak, kabuklu deniz hayvanları ya da yosun toplayarak yaşıyorlar. Kirino, bu ikili düzenle meşrulaştırılmış toplumsal cinsiyet rollerini eleştirel perspektifle ele alırken insanın hem şiddete maruz kalma hem de başka birisini şiddete maruz bırakma yetisinde olduğunu, incelikle işlediği tansiyonu yüksek kurgusuyla gösteriyor. Deniz yılanları adasının dört duvarından taşan bir “yasak aşk”ı izlediğimizi sanırken Mahito'nun boyun eğmek zorunda kaldığı kaderinden kaçmak için Namima'yı kandırması, onu öldürmesi, yalanlar üzerine yarattığı için hakimiyet kurduğu yeni hayatını yaşadıkça birlikte olduğu Kamiku'yu aldatıyor olması, bu zamansız hikâyede kadın ile erkek arasındaki ayrımın insanlarla tanrılar arasındaki ayrımdan daha küçük olmadığını, dipnota ya da kuramsal bir anlatıma gerek duymadan şiirsel bir biçimde, okuyucuyu hikâyenin sürükleyiciliğine, şaşırtıcı kesişmelerin, o öfke ve tutku yoğunluğunun içine başarıyla katarak anlatıyor.
“...Mahito kederle soğuk saray taşlarından birinin üzerine çöktü. Denizde, balık avlarken öldüğünü sanıyor olmalıydı. Konuşmamızın anlamsızlığının farkına vardığımdan odayı terk ettim. Mahito'nun hatıralarında yer almıyrdum. Bu, onu sevdiğim zamanlardan hatırladıklarımın boşlukta öylece sallınması anlamına mı geliyordu? Geçmişimle birlikte hatıraların da yok olması mantıklı görünüyordu. Bu hiçbir yerde olmadığım anlamını mı taşıyordu. Hiç mi var olmamıştım?” (Syf. 139)
Destanların, mitlerin kadınları değil hep erkeklerin kahramanlıklarını, cinselliği bir güç gösterisi olarak anlatmaları, kadınları ikiden öteye gitmeyen temsillere sıkıştırarak erkeklerin gölgesinde tasvir etmesiyle toplumdaki kadın- erkek eşitsizliği, kadınların şiddete, ayrımcılığa uğrayıp öldürülmesi arasında o görünmez bağ Tanrıça Günlüğü 'yle ayyuka çıkıyor.