Şiir; tezvîrata karşı masalsı hakikat

Bugün tezvîrat ile hakikat yer değiştiriyor. Öyle ki tezvîrata karşı mücadele etmek imkânsız hâle geliyor. Çünkü yalanın yayılma hızı hakikatin hakikiliğine galip geliyor. Burada mesele şu: Hakikat dediğimiz şeyin hakikat olduğunu nereden bileceğiz?

22 Mart 2018 14:04

“Sisifos’un Kayası” şiirimden birkaç dize ile başlıyorum: “göğsümüzde çalan davullar kalbimiz/ o paçavra yalana karşı büyük/ yüreği ağzında çatapatlarla bir cevap/ güzel bir yalan bizimkisi/ şehrin siktiriboktan ışıklarına/”

Antik Yunan’da “Söz”ün çeşitlerinden bahsedilirken üçlü bir sınıflama kullanılıyordu. İlki koşuklu, kurallı söz “Epos,” yani epik, destan. İkincisi “Logos,” yani bilge sözü bugünün söyleyişiyle bilimsel söz, bilgi, bilimsel gerçek. Üçüncüsü ise “Muthos,” yani söylence, düşsel uydurma söz. Şiir zaman içinde kimi kez Epos kimi kez Muthos ve kimi kez Logos’u da barındıran ve üçünü harmanlayan bir söz oldu. Bu söz çeşitlerinden Muthos’un öncel olduğunu, Logos’u ve Epos’u içinden çıkardığını kabul ediyoruz. Muthos’ları okuduğumuzda tarihsel ve bilimsel bilgilere rastladığımız gibi bunları söyleyen ozanların, söyleyiş biçimlerinin de şiirsel olduğunu görüyoruz. Muthos, Epos’a yani koşuklu, kahramansı söze dönüşürken düşsel, düşlemsel, imgesel yanından uzaklaşıp destansı, ulu, yüce, büyütülmüş bir hakikata doğru yol aldı. Epos yani Destansı, Kahramansı Söz’ü “Abartılmış- Büyütülmüş Gerçek” olarak tanımlayabiliriz. Mesela, “Gömelim seni tarihe desem sığmazsın” / “Hava döndü işçiden esiyor yel”/ Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda”/ “Durduramayacaklar Halkın Coşkun Akan Selini” vb.

Sonrasında şiirin “hakikat”i, yani “görünen hakikat”i doğrudan yansıtmasının önemli maharet olarak görüldüğü bir zamanı yaşadık. Toplumun çıplak gerçeklerini, toplumsal çelişkilerini, ezilen sınıfların yaşantılarını tüm çarpıcılığıyla sunmak şiirin en büyük marifeti ve mahareti olarak görüldü. Burada bir imge dünyasından bahsetmek neredeyse imkânsızdır. Gerçeğin ritmik, slogansı ve çarpıcı bir biçimde ifade edilmesidir. Ayrıca gerçeğe benzerlik temel ölçüt olduğundan gerçeğin kendisinden farklı bir imge yaratmak gerçeği örtmek gibi görülebilir. Mesela, Enver Gökçe’den “Bugün görüş günümüz/ Dost kardeş bir arada/ Telden tele/ Mendil salla el salla/ Merhaba!”; Ahmed Arif’ten “Akşam erken iner mapusaneye/ Ejderha olsan kar etmez” Ya da “Doğdun/ Üç gün aç tuttuk/ Üç gün meme vermedik sana” Hasan Hüseyin’den “Acı çekmek özgürlükse/ Özgürdük ikimiz de” Ya da “Bak şu bebelerin güzelliğine/ Kaşı destan/ Gözü destan/ Elleri kan içinde” Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Burada muradım şiirin bir söyleyiş olarak değişimini gösterebilmektir. Bu şiirlerin üzerinde yükseldikleri dilin ve üslubun şiirlerin değerini azaltmayacağını biliyoruz. Bu dizelerin şiir tarihimizdeki yerlerinin ve değerlerinin farkındayım.

Kendi özgül alanı içerisinde tanımlayabileceğimiz ya da araçsal olmayan diyebileceğimiz şiir kuşku yok ki modern şiirdir. Modern şiir imgesel ve müzikal bakımdan kendi gerçekliğine, kendi dünyasına aittir. Antik Yunan’dan itibaren sanatın ve edebiyatın kendinden daha çok şeyi içerdiğini, kapsadığını söylemek mümkündür. Örnekse tiyatro, aynı zamanda iletişim aynı zamanda medya, aynı zamanda politika aynı zamanda dinsel bir ritüeldir. Şiir için ya da koşuklu söz için de, aynı zamanda belagat, güzel söz söyleme, aynı zamanda felsefe aynı zamanda dinsel ritüel, aynı zamanda duyguların romantik biçimde iletilmesine hizmet eden özel bir iletişim dili diyebiliriz.

Oysa ki şiir semantik, ritmik, sessel ve müzikal bir sanatsal ifade biçimi olarak kendine özgü bir alana, poetik bir alana yüzyıl başındaki avangard parçalanma ve sonrasında kavuşabilmiştir. Burada diyalektiğin yasaları işlemektedir. Yani bir şey ne iyi ne kötü hem iyi hem kötüdür. Ya da iyi olduğu kadar kötüdür. Kötü olduğu kadar iyi. Tarihsel avangard’ın içinde kalan ve parole liberta’larla lettrist/ hurufi arayışlarla ortaya çıkan parçalanma şiirin bağımsızlaşmasının, kopuşunun ve kendisi olmaya başlamasının işaret fişeğidir. Bu aynı zamanda şiirin marjinalleşmesinin de başladığı noktadır. Fütürist bildirgeyi kaleme alan Marinetti’nin “Parole Liberta”ları yani “Özgürleştirilmiş Sözcükleri” şairinden de bağımsız bir şiirin peşindeydiler. Bu aslında animistik bir durumdur. Yani kendi hayatlarını kendileri süren sözcükler hatta giderek harfler. Burda bilinç, akıl, irade ve hüner de ortadan kalkmaktadır. Bir yetişme, bir zenaat olarak söz sanatı da kaybolmaktadır.

Aslında tüm sanatların ve edebiyatın marjinalleşmesi ve yabancılaşmasının öyküsü benzerdir. Bağımsızlaşma ve özgürleşme çabaları, kendi üzerinden fazla yükleri atma çabaları aynı zamanda yüksüzlüğü, bağsızlığı da getirmiştir. Dolayısıyla burada kendisi için varolan bir sanat, şiir için şiirden bahsetmek mümkündür. Sanatların kendi içine dönmesi kendi özgüllüklerini keşfetmelerine neden olmuştur. 20’nci ve 21’inci yüzyıl sanatın ve edebiyatın hem kendi içinde derinleştiği hem de aynı oranda kompleks bir yapıya bürünerek kendine, özüne, kaynağına yabancılaştığı; seçilmiş bir seyirci/ okur kitlesi ve özel bir dil gereksindiği bir dönem olmuştur. Bugün geldiğimiz noktada sanat ve edebiyat, okur ve seyirci kitlesi ile tanımlanmayan birer olgu hâline gelmiştir. Örnekse, yayımlanan her yüz şiir kitabından 90’ı şairlerinin cebinden basılıyor. Okurunun tamamı dergilerin içinde ürünü bulunanlar ve onların yakınlarından oluşan binlerce dergi yayımlanıyor. Dünya nüfusu ve dolayısıyla da kentlerin nüfusu katlanarak artarken büyük sinema salonları ve dev tiyatro salonları yerine cep sinemaları ve oda tiyatroları türüyor. Bütün bunların bize anlattığı tek bir şey var. Giderek kendi içine kapanan, kendi özel dilini, kendi kitlesini yaratan şiir bir yandan derinleşir ve “saf şiir” olma yolunda ilerlerken öte yandan ise türküyle, deyişle, destanla, ağıtla gündelik yaşayışın ve dilin bir parçası ve dolayısıyla herkesin olan şiir kimliğini yitirir.

20’nci yüzyılda “şair” sıfatını en çok taşıyan şairlerin, ozanların kitap baskılarına baktığımızda yaşadıkları dönem içerisinde kitleselleşmediklerini görürüz. Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Yunus Emre popülaritesi bugün hangi şairle, hangi ozanla karşılanabilir. Mesela, bugün değil ama 1950’lerde, 1960’larda, 1970’lerde Turgut Uyar’ı, Cemal Süreya’yı, Ece Ayhan’ı okuyan, anlayan kaç kişi bulunabilir?

Bugün şiirin hakikatle ve dolaylı olarak da hayatla ilişkisini irdelerken şiirin bu eşzamanlı gelişimini ve gerilemesini de göz önünde tutmalıyız. Peki, bugün şiir hayatın içinde kendine nerede yer bulabilir? Dolayısıyla hakikatle ilişkisi ne olabilir?

Peki, bugün “hakikat” dediğimiz şeyin tarifi nedir? Çağımızı bir yabancılaşma çağı olarak tarif ederken her şeyin kendine yabancılaştığı gibi hakikatin de hakikate yabancılaştığını söylemek durumundayız. Bugün hakikati tarif ederken zorlanıyoruz. Kuşku yok ki, geçmiş tarih yazımında da kimi zaman bu türden kuşkular duyabiliyor, menkıbelerin tarih ile yer değiştirdiğini görebiliyorduk ama bugün hakikatin daha çok araçla maniple edilebildiği, hakikatin örtülebildiği ve tezvîrat’ın yani özgün adlandırması ile “post-truth”un hakikat ile yer değiştirdiği bir çağı yaşıyoruz. Bir şairin imzasıyla ona ait olmayan yüzlerce şiir ona aitmiş gibi yayılabiliyor. Bir adım daha ileri giderek o şairin hiçbir hakiki şiirini bilmeyen bir sosyal medya kitlesi bu sahte şiirler toplamından o şairin adıyla ama başka bir karakterle başka bir suret yaratıyor. Dolayısıyla gerçek şiirlerinden hareketle tanınan bir şair bir de sahte şiirleri dolayısıyla ve aynı adla tanınan başka bir şair sureti olabiliyor. Kimi kez sahte Mevlana, sahte Cemal Süreya, sahte Can Yücel asıllarından daha çok tanınır ve bilinir oluyor. Bu şizofrenik dünyada kendisine hiç benzemeyen bir suret aslın yerine geçebiliyor. Bir adım daha da ileri giderek diyebiliriz ki, suret aslından daha tanınır, daha meşru ve dolayısıyla daha hakiki olabiliyor. Adolf Hitler’in Halkı Aydınlatma ve Propoganda Bakanı Joseph Goebbels’in meşhur sözünü biliriz: “Yalan söyleyin. Muhakkak inanan çıkacaktır.” Ve daha da meşhuru: “Bir yalanı yeterli sıklıkla tekrarlarsanız gerçek hâline gelir.”

Bugün tezvîrat ile hakikat yer değiştiriyor. Öyle ki tezvîrata karşı mücadele etmek imkânsız hâle geliyor. Çünkü yalanın yayılma hızı hakikatin hakikiliğine galip geliyor. Burada mesele şu. Hakikat dediğimiz şeyin hakikat olduğunu nereden bileceğiz? Gündelik hayatta tanık olduğumuz hakikat de bizatihi bir tezvîrat yahut manipülasyona uğramış, çarpıtılmış bir hakikat olabiliyor. Ya da şöyle söylersek, hakikatin manipüle edilmiş hâlinin gösterilmesi de bu manipülasyonu meşrulaştıran, propagandasını yapan bir eylem hâline gelebiliyor.

Burada hakikati göstermek, manipüle edilmiş hakikati, tezvîratı sanatın, edebiyatın nesnesi hâline getirmektir. Hakikat bizatihi bir kötülüğün yeniden gösterilerek meşrulaştırılması da olabilir.

Bu noktada genel olarak sanatın ve edebiyatın özelde ise şiirin iki meselesi olduğu görülüyor. İlki aynı zamanda bir olumluluk olarak da kabul edeceğimiz kendi özel alanına hapsolması, marjinalleşmesi, yabancılaşması, ikincisi ise kısmen bu duruma bağlı olarak konusu ve söylemi itibarıyla hayatla kan dolaşımını kaybetmesi…

Peki, bu durumda şiir marjinal bir kulvarda kendini yineleyerek hayatına devam mı edecek? Giderek sayısı azalan bir topluluğun meselesi mi olacak? Şiiri taklit eden şiirlerin yinelenmesi mi olacak? Bu duruma sanatın ve edebiyatın diğer alanlarından bakarak bir yanıt arayabilmek mümkün olabilir.

Bugün sinema ve tiyatro sanatı tezvîrata, yalana dönen hakikat karşısında şöyle bir tavır gösteriyor. Bu görünürdeki hakikate olabildiğince benzerlik gösteren bir hakikat düzlemi. Bir “gibi” dünya. Ama bu dünyanın içinde gerçeklik yazarın, yönetmenin, sanatçının fırça darbeleriyle bir “masalsı hakikat”e dönüştürülüyor. Aslında hakiki hayattan alınan verilerle istendiği gibi biçimlenen bu masalsı düzlem şiirin imge dünyasının, şiirin kurgulanmış hayal düzleminin neredeyse aynısıdır. Sinemanın ve tiyatronun son 10 yıldır tezvîratla ve kötünün propagandası hâline dönüşen hakikatle başa çıkmada bulduğu bir yöntem olarak masalsı anlatım ve masalsı düzlem aslında bir imgeselliktir. İmgesellik, yani başka bir deyişle söylersek şiirin dünyasıdır. Şiir hayattaki aslına benzeyen ritmin, müziğin ve sesin başka bir düzlemde yeniden kurgulanarak var edilmesidir. Bu hakikate benzeyen ama müdahale edilmiş bir hakikat biçimidir.

Mesela şurada konuşan yanan bir teknedir: “Unutmak istemiyorum bunları/ Göğün damarlarını gördüm/ Fırtına kırının yaban keçisini/ Koşar küpeşteme saçsız sakalsız/ Ağaç gibi yırtılan karanlığı/ Koca kulaklı lodosu, o fili/ Ah yay biçimdeydi ölüm.” Ya da “Rahatı Kaçan Bir Ağaç” güzel bir masal kahramanı değil midir? “Tanıdığım bir ağaç var/ Etlik bağlarına yakın/ Saadetin adını bile duymamış/ Tanrının işine bakın/ Geceyi gündüzü biliyor/ Dört mevsimi, rüzgarı, karı/ Ay ışığına bayılıyor/ Ama kötülemiyor karanlığı/ Ona bir kitap vereceğim/ Rahatını kaçırmak için/ Bir öğrenegörsün aşkı/ Ağacı o vakit seyredin.” Bu şiirler bildiğiniz gibi Melih Cevdet Anday’ın. Neredeyse yazılmasının üzerinden yarım yüzyıldan fazla zaman geçmiş. Buna benzer bir şiiri Pir Sultan’da, Yunus’ta, Karacaoğlan’da da bulabiliriz.

“Bir nefesçik söyleyeyim/ Dinlemezsen neyleyeyim/ Aşk deryasın boylayayım/ Ummana dalmağa geldim/ Ben Hak'la oldum aşina/ Kalmadı gönlümde nesne/ Pervaneyim ateşine/ Oduna yanmağa geldim// Aşk harmanında savruldum/ Hem elendim hem yoğruldum/ Kazana girdim kavruldum/ Meydana yenmeğe geldim” Pir Sultan bu masalsı evrenin tam ortasındadır. Ya da Kaygusuz Abdal’ın şu dizelerine bakalım: “Leylek koduk doğurmuş/ Ovada zurna çalar/ Balık kavağa çıkmış/ Söğüt dalın biçmeğe/ Kelebek buğday ekmiş/ Manisa ovasına/ Sivrisinek derilmiş/ Irgat olup biçmeğe/ Bir sinek bir devenin/ Çekmiş budun koparmış/ Salinuban seğirdür / Bir yâr ister koçmağa/ Bir aksacık karınca/ Kırk batman tuz yüklenmiş/ Gâh yorgalar gâh seker/ Şehre gider satmağa/ Donuz dügün eylemiş/ Ayuya kızın vermiş/ Maymun sındı getirmiş/ Kaftan gömlek biçmeğe/ Deve hamama girmiş/ Dana dellallık eder/ Su sığırı natır olmuş/ Nöbet ister çıkmağa”

20’nci yüzyıl sanatında yabancılaşma doruğa vardığında, Batı’da “kaynağa dönüş” diye bir hareket başlamıştı. Sanatçılar Afrika’ya, Uzak Doğu’ya giderek sanatın, ritüelistik kaynaklarına yolculuk ettiler. Şiir de 21’inci yüzyılda kaynağına dönecektir diye düşünüyorum. Kaynağında ise şiir aynı zamanda yalın ve kompleks bir yapıdır. Hem derin hem basittir. Hem usta işidir hem alabildiğince yaygın ve anonimdir. Görünen hakikate karşı daha derin ve görünmeyen hakikatin, sırrın bilgisidir. İpuçları herkesçe bilinen ama herkesin meşrebince anladığı kripto bir dildir. Burada muradım, eski bir hayata ait bir şiir biçimini ya da o günkü şiir-hakikat ilişkisini bugün için savunmak değildir. Ama önümüzdeki şiir adına da sanat adına da iki yol var: Varolan şiir-hayat ilişkisini ya da ilişkisizliğini demeliyiz belki de aynı biçimde sürdürmek. Nesli tükenen bir şiir/ şiir okuru sosyetesinin bir üyesi ya da gözlemcisi olmak. Ya da şiiri daha çok hayatın içinde, masalsı bir hakikat düzlemi, tezvîratın panzehri bir hakikat düzlemi olarak yeniden tarif etmek. Benim yalın biçimde belki de basitleştirerek ifade etmeye çalıştığım bu ikilem belki sonsuza kadar böyle de yaşayabilir. Ben şiirin daha yalın, sıradan, hayatın içinde bir eylem ve varolan tezvirata karşı masalsı bir hakikatin yeniden seslendirmesi olabileceğini düşünüyorum. Başladığım dizeyle bitiriyorum: “göğsümüzde çalan davullar kalbimiz/ o paçavra yalana karşı büyük/ yüreği ağzında çatapatlarla bir cevap/ güzel bir yalan bizimkisi/ şehrin siktiriboktan ışıklarına/”

 

 

 

 

* İzmir, Dünya Şiir Günü’nü, 21 Mart öncesinde, Hakikat-Sonrası Çağ ve Şiir Sempozyumu ile karşıladı. Açılış konuşmasını Oruç Aruoba'nın yaptığı, Konak Belediyesi’nce düzenlenen sempozyumda, şairler "hakikat-sonrası" kavramı odağında şiire, çağa, çağ ve şiir ilişkisine bakmaya çalıştıkları konuşmalarını sundular. 16-17 Mart tarihlerinde gerçekleşen oturumların bildiri metinleri Asuman Susam- Duygu Kankaytsın tarafından hazırlanıp kitaplaştırıldı. Bu yazı da kitapta yer alan metinlerden biridir ve yazarının izniyle K24'te yayınlanmıştır.