Turgay Kurultay ile Kavramların Yolculuğu’na dair

“Kavram dediğimiz şey temelde düşüncenin paketleri gibidir. Esas büyük sorun da kavramın keskin sınırlı bir anlam çerçevesi olmaması, kayganlığı, belirsizliği ve tarihsel değişime açıklığı. Bu kadar incelikleri olan ve soyutlama olmaksızın sağlıklı konuşulamayan bir şeyi nasıl konuşacağız sorusuna cevap da arıyoruz kavram incelemelerinde. Tabiri caizse burada kolektif öznenin zihninin içini görmeye çalışıyoruz.”

13 Ekim 2022 18:15

 

Elif Daldeniz Baysan’ın –bir bölümü Nihal Ekin Erkan’la ortak çalışmanın ürünü olan– Kavramların Yolculuğu’nda kavram araştırmaları üzerine bir araya getirilen inceleme metinleri, Türkiye’de sınırlı ölçüde ilgi odağı olan kavram tarihi araştırmaları içinde yol açıcı şekilde kaynak niteliğinde seçkiler bütünü sunuyor. Kitabı yayına hazırlayanlardan Turgay Kurultay ile konuştuk.
 
***
 
Kavramlarla ve kavramların yolculuğu ile ilgili bir kitap yapma fikri nasıl doğdu, şekillendi ve olgunlaştı? Fikrin doğuşunu konuşarak başlamak isterim.
 
Yazar olarak kitabın birinci ismi Elif Daldeniz uzun bir hastalık döneminin sonunda 2012 yılında aramızdan ayrıldı. Kitabın iki editörü olarak ben ve Yeşim Tükel, Elif’le hem çalışma arkadaşıydık hem de yakın dostumuzdu. Akademik alanda ve kültürel ortamlarda pek çok ortak çalışmamız oldu ve sürekli etkileşim içindeydik. Bu kitapta yer alan yazıların birçoğunu da yayınlanmadan önce kısmen veya tamamen bizimle paylaşmış, fikir alışverişi içinde bulunmuştur. İleriye dönük ortak çalışmalar da düşünüyorduk.
 
Elif’in vefatından sonra çeşitli anma etkinlikleri yapıldı, ayrıca kendisinin Okan Üniversitesi’nde başlatıcılarından olduğu Lisansüstü Çalışmalar Kolokyumu, Elif Daldeniz Baysan adıyla devam etti. Farklı yerlerde yayınlanmış akademik çalışmalarını biraraya getiren bir yayın fikri de aklımızın kenarındaydı. Sanırım bunu bir tür anma kitabı, en azından onu tanıtan bir kitap olarak tahayyül ediyorduk.
 
Derleme kitap fikriyle çalışmalarını gözden geçirdiğimizde ve nasıl bir seçki yapabileceğimizi tartıştığımızda giderek kafamızda tematik bir derleme şekillendi. Kavram tarihi kapsamındaki ilgisi ve tutarlı uğraşısının bir ürünü olarak Elif’in çalışmalarının yol gösterici, öncü bir tarafını olduğu fikri bizde belirginleşti. Bu kitapta yer alan üç makale vefatından 2 yıl sonra, 2014’te yayınlanmıştı. Derleme yayının şekillendirilmesi geniş bir zamana yayılınca kalıcı ve özgül olanı ortaya çıkarmak daha anlamlı hale de geldi. Derlemenin ilk somut adımlarını 2015 yılında atmıştık. Metis Yayınları’yla konuyu görüşmeye başladığımız andan itibaren bu çizgiye uygun hareket etme kararını vermiştik.
 
Bu yayın aslında bundan 5-6 yıl önce çıkabilirdi. Bu gecikmede bizim ortak çalışmayı organize etme konusunda yaşadığımız pratik zorluklar asıl sebep olsa da, daha kapsamlı bir kitap ortaya çıkıp çıkamayacağı araştırması da zamanımızı aldı. Hatta Elif’in çalışmalarına kuramsal önderlik eden bazı yayınların çevirisini de kitaba koymayı düşünmüştük başta. Daha sonra bu fikirden vazgeçtik. Söylemeye çalıştığım şey, kitabın ortaya çıkması uzun zamana yayılırken nasıl bir kitap olması gerektiği konusunda düşünmeyi, neyin kitaba alınıp alınmayacağının sorgulanmasını yakın zamana kadar devam ettirdiğimiz. Metis Yayınları’nın yöneticilerinden Müge Gürsoy’un bu kitabın yayıncı tarafında editörlüğünü yapması da konuya yakınlığı bakımından bir şanstı ve kararlara önemli etkisi ve katkısı oldu.
 
 
Kitabın “Sunuş” kısmında 2015’te Sebastian Cwiklinski’nin “Türkiye’de kavram tarihi çalışmalarının emekleme düzeyinde olduğu” saptaması ile bir bilgi veriliyor. Şu basit soru akla geliyor hemen: Kavram nedir? Bu “basit olmayan basit soruyu” sorma nedenim, yayın dünyasında, eleştiri dünyasında, kitapları yazarken, okurken, sorular hazırlarken ağzımızda hep bir “kavram”, “kavramsallaştırma”, “metnin kavram özellikleri” vb. gibi sözler var. Fakat kavram nedir, bununla ilgili gerçekten ne biliyoruz veya aslında neleri bilmiyoruz?
 
Kavram üzerine konuşmanın zorluğu konusunda çok haklısınız. Düşüncenin ve iletişimin arkasındaki kavram boyutunu öne çıkararak, tabiri caizse elle tutulur hale getirerek konuşmak hiç kolay bir şey değil. Bunu bir de düşünce haritamız içindeki önemi ve etkileri açısından yapmak gibi bir beklenti olunca… Kavram dediğimiz şey temelde düşüncenin paketleri gibidir ve somut bir konuşmada metinde anlam iletirken arka planda ortak dilimizin yapı taşları olan kavramlar, dolayısıyla dünyayı algılayışımız biz pek de farkında olmadan etkindir. Kavramlar olmasa her ayrıntıyı temel sözcüklerle betimlemek zorunda kalırdık.
 
Aslında her sözcüğün arkasında bir kavram, yani billurlaşmış bir anlam var; ama kavram meselesini gündelik sözcüklerden ziyade anlaşmada zorluk yaratan, toplumsal tartışmaların odağına oturan sözcükler, kriz yaratan konular söz konusu olduğunda oradaki dil olayını az ya da çok fark edip üzerine düşünmeye başlıyoruz. Bu tür tartışmalarda da özel bir iletişim zorluğu yaşanıyor: Öncelikle kendimiz hemen bir açıklama getiremiyoruz, neyi ne anlamda kullandığımıza. Dil üzerine düşünmek soyutlama gerektiren bir bakış gerektiriyor. Bu çabaya girildiğinde de herkes kendi algıladığını o sözcüğe mal etme eğiliminde oluyor. Esas büyük sorun da kavramın keskin sınırlı bir anlam çerçevesi olmaması, kayganlığı, belirsizliği ve tarihsel değişime açıklığı. Bu kadar incelikleri olan ve soyutlama olmaksızın sağlıklı konuşulamayan bir şeyi nasıl konuşacağız sorusuna cevap da arıyoruz kavram incelemelerinde. Tabiri caizse burada kolektif öznenin zihninin içini görmeye çalışıyoruz.
 
Bu kitap da hem bu zorluklarla baş etme çabası sergiliyor hem de bu zorlukların farkında ve yer yer bu zorluklara açıkça işaret ediyor. Kavram incelemelerinde kuramsal altyapı olmadan, inceleme yöntemi oluşturmadan yol almaya çalıştığınızda kafalar iyice karışabilir. Kavram tarihi incelemeleri değişimin izini sürdüğü için bunu nerede nasıl gözlemleyeceğini iyi değerlendirmek zorunda. Elle tutulur çıkarım yapmak zor, keskin cümlelerden uzak durmak gerekiyor. Bu konular Türkiye’de çok tartışılsa da, farklı anlamlandırmalar özellikle toplumsal meselelerde çatışma kaynağı olarak hayatımızı çok etkilese de, üzerinde yöntemli, dikkatli düşünerek bir üst iletişim alanı oluşturma konusunda yapmamız gereken çok şey var. Bu kitabın bu ilgi alanını kendi örnekleriyle besleyeceğini düşünüyoruz. Belki daha önemlisi, bu konuda çalışmanın kuramsal ve yöntemsel zorluklarını örneklemesi ve bu açıdan belli yaklaşımların kapısının aralaması.
 
Şunu da vurgulamak gerek: Elif’in çalışmalarının genel anlamda kavram tarihi çalışmaları bakımından Türkiye koşullarında belirgin bir yeri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz, ama burada çeviri olgusunun merkezde durması ayrıca önemli bir tarafı ve bu açıdan bugüne kadar yapılan çalışmalar daha da kısıtlı. Sadece bizde değil, dünyada da.
 
Kavramların Yolculuğu çeşitli yazıların bir araya gelmesi ile oluşturulmuş bir seçki. Bu seçkiyi hazırlarken yazıları nasıl ve neye göre belirlediniz?
 
Elif Daldeniz’in kavram tarihi alanında dikkate değer bir birikim ortaya koyduğuna karar vermekle derlemenin çerçevesi şekillenmişti. Yazar olarak ikinci isim olan Nihal Ekin Erkan’ın da imzası bulunan makaleler de ortak TÜBİTAK proje kapsamında ortaya çıkmış çalışmalar. O projenin başlığına bakıldığında da “kavramlar haritası” vurgusu var. Elif’in bu projeyle birlikte, kendi araştırma çizgisini daha sistemli bir düzleme taşımayı hedeflediğini de düşünüyorum. Dolayısıyla kitaptaki iki yazarlı üç makale böyle bir derlemeye doğal olarak girdi.
 
Elif’in doğrudan kavram tarihi bağlamında görülebilecek bazı başka çalışmalarını kitaba almadık. Hatta bazılarıyla ilgili, alalım mı almayalım mı kararsızlığını yaşayıp Yeşim Tükel ve ben aramızda ve Müge Gürsoy’la müzakere de ettik. Makaleler arasında tekrar olabilecek içerikleri en aza indirmek için dışarıda bıraktığımız iki makale oldu söz gelimi. Ayrıca inceleme yöntemi bakımından aynı düzeyde işlenmemiş olduğunu düşündüğümüz bir başka makaleyi de dışarıda bıraktık. Doğrudan kavram tarihi konusunda olmasa da dil çalışmalarında felsefi ağırlığı olan Heidegger’in dil anlayışı üzerine bir makaleyi de derlemeye almadık. O makalenin Heidegger’in yaklaşımı konusunda daha ziyade bilgi derlemesi mahiyetinde olması bu derlemeye uygun düşmeyecekti.
 
Toparlarsam, tematik çerçevenin yanı sıra özgünlüğü olan, somut incelemeye dayanan ve yöntemli bir çizgi izleyen çalışmalar olmasına dikkat etmiş olduk. Bu değerlendirmeyi biraz da sonradan dönüp baktığımızda bu kadar netleştirebiliyoruz doğrusu. Elbette derleme kitaplarda makalelerin dili, inceleme düzeyi, tematik dağılımı konusunda mükemmel bir uyum mümkün olmuyor. Ama derlemeyi yayına hazırlarken hem belli bir kurgu oluşturduk hem de makalelerin özgün haline önemli gördüğümüz yerlerde müdahale ederek dil tutarlılığını güçlendirmeye çalıştık. Tabii özgün düşünceye müdahale düzeyinde olmamasına dikkat ederek.
 
Kitabın bir anma yayını olmadığını vurgulasak da şunu da söylemek gerek: Bu kitap aynı zamanda Elif Daldeniz’in araştırmacı olarak nasıl bir çizgi oluşturduğunu, bu gelişimin izlerini görmek isteyene de özel bir okuma olanağı sunuyor. Kitabın kişisel içerikli ilk yazısı da araştırmacılığın kişilikten bağımsız bir şey olmadığı düşüncesiyle orada yer aldı.
 
Kavram araştırmaları sosyal bilimler, tarih ve etimolojinin alanlarının birer parçası olarak incelenmiş. Bu alanlar kavram araştırmaları açısından nasıl etkili oldular ve kitaptaki incelemelere kuramsal temel sağlayan kavram tarihi konusu tarihsel olgulara kavramlar penceresinden bakmaya çağıran düşünce tartışmalarını nasıl etkiledi?
 
Kitapta özellikle ilk makalede bu soruna işaret ediliyor ve kavram tarihi çalışmalarının kendine özgü kuramsal temeli ve yöntemsel yaklaşımı olduğu vurgulanıyor. Bu konuya girişteki amaç, kavram tarihinin kuramsal tartışmalarına yönelmek değil, kavram tarihi uygulaması niteliğindeki kendi çalışmasının dayandığı düşünsel dayanakları şeffaflaştırmak. Yön verme değil, beyan amaçlı diyebilirim.
 
Ama sizin sorunuzla da akla geldiği üzere bu tartışmayı açmak, derinleştirmek elbette mümkün. Konuyu fazla yaymadan birkaç noktaya işaret etmek isterim. Burada öncelikle etimolojinin özel bir durumu var; kavram tarihi konusunun etimolojinin asli işi olduğu akla gelebilir. Nitekim dil tarihi çalışmalarının bir parçası olan etimoloji sözcüklerin geçirdiği değişimleri incelerken, aynı sözcüğün ve aynı kökten gelen sözcüklerin zaman içinde gördüğü anlamsal değişimleri de belirlemeye çalışır. Ama etimoloji dilin tüm öğeleriyle eşzamanlı ilgilenen ve değişime tamamen artsüremli (zaman cetveli üzerinden) bakan bir inceleme biçimi. Değişimin ortamını, nedenlerini değil, farklı zaman dilimlerindeki durumunu saptamaya çalışır ve verilere ulaşmak çok zor olduğu için sunduğu veriler bakımından son derece de sıçramalıdır, yani süreğen bir değişimi ortaya koyamaz. Dolayısıyla da etimolojik verilerden hareketle dildeki değişimin saiklerini ve mantığını genelde izleyemeyiz, neyin nasıl değişmiş olduğuna ilişkin dağınık bilgiler görürüz.
Tarih çalışmalarında kavramlara bakış daha farklı. Tarihsel bağlam içinden bakıldığı için değişim süreçlerinin arka planını kavrama şansımız var. Ama tarih de konuya dilden değil, olaylar akışı üzerinden ve kültürel özellikler üzerinden bakıyor. Dilsel değişimlere işaret edilirken dilsel oluşumun kendi yapısını değil, muhtemel sebeplerini, sonuçlarını (çıktılarını) ortaya koyabiliyor. Toplumbilim, siyasetbilim, hukuk gibi alanlar veya başka beşeri bilimler için de benzer bir durum geçerli. Burada eşsüremli (eşzamanlı ilişkiler ve yapılar üzerinden) bakışla iletişimdeki değişim dinamikleri özellikle incelenebilir. Ama yine dilsel inceleme merkezde değil ve yol gösterici değil.
 
Ayrı bir yöntem ve çalışma alanı olarak kavram tarihi genelde tarih incelemelerinden temel bir farkı yansıtıyor. Tarihsel ve toplumsal olguların dile etkisinden yola çıkmıyor, dilsel olgulardaki değişime bakarak bunların olası nedenlerini tarihsel ve toplumsal bağlamla ilişkilendirerek sorguluyor. Burada vurgulanması gereken şey disiplinler-arasılığın önemi. Kavram tarihi ancak tarih, toplumbilim, siyasetbilim gibi çalışmaların bilgilerinden yararlanarak konuyu etraflıca inceleyebilir. Bu çalışmaların öncü düşünürü Koselleck köken olarak tarihçi, ama özellikle başlarda onun bu çalışmaları tarihçiler camiasında yadırganıyor, kendisi de klasik tarih incelemelerinin bu konudaki yetersizliğini vurguluyor. Sonraları tarih araştırmacıları içinde saygın bir yer edinmiş olması da kavram tarihi çalışmalarını tarih çalışmalarının doğal bir parçası haline getirmedi.
 
Kitap bizlere kavramlar üzerinde dilin rolü ve çeviri alanları konusunda da özel araştırma perspektifi sunuyor. Kavramların oluşumunda dilin rolü ve çeviri süreci nasıl devreye giriyor?
 
Kavramsal değişimlerin birçoğu tek dil içinde gerçekleşmiyor veya bir dilde ortaya çıkan değişim hızla başka dillere de yayılıyor. Diller ve farklı dilleri konuşan toplumlar arasında etkileşim birçok kavramsal değişiminin de tetikleyicisi ve hatta yönlendiricisi olabiliyor. Ama bu ilişki de bir anlık ve sonuçları baştan belli bir şey değil, kendi içinde inceleme gerektiren bir süreç ve ilişkilerin ve koşulların niteliğine bağlı olarak farklı yönlerde gelişmeler olabiliyor. Özellikle Türkiye’de kavram tarihi yapmak istediğimizde dış dünyadan, özellikle de Batı düşünce ve üretim dünyasından gelen etkiler nerdeyse buradaki değişimi anlamanın asli alanı. Elif’in çalışmaları da klasik kavram tarihi çalışması değil, tam da çeviriyi odağa alan bir ilgiyle yürütülen çalışmalar. Bu açıdan bakıldığında dünyada benzer çalışmalar var mı diye sormak gerek. En azından şekillenmiş ve disiplinleşmiş bir alan halinde olmadığı kanısındayım. Ama tabii araştırma tarihi bakımından bu sorunun izini sürmek gerek.
 
Çeviri açısından bakıldığında kitaptaki patent yazısının ayrı bir yeri var. Bu makale, Elif’in 2004’te tamamlanan doktora tezinden editörler olarak bizim türettiğimiz bir metin. O tezin üst başlığı kavram tarihi değil, ithal bir mekanizmanın Türkiye’deki işleyişi. Makale, “patent” kavramının kendisinden başlayarak, patent sürecinde belirleyici özelliklerin ifadelerinin (yenilik, tarifname, istem) ve bunların arkasındaki kavramsal belirleyicilerin ne ölçüde karşılık bulduğu sorgulamasını yapıyor. Ama burada geçmişi Batıdan ithale dayanan bir ilişki yok sadece, aynı zamanda işleyişte doğrudan çeviri işlemine bağımlılık da var. Patent başvurularının sonuca bağlanması çeviriler üzerinden gerçekleşiyor, hatta Türkiye’den bir araştırmacı yeni patent başvurusu yaptığında patent metninin çevirisi asıl metin özelliği kazanıyor. Bu anlamda aslında bir uç durum söz konusu: Patent olgusu açısından bizde kavramsal temel boşluklar devam ederken uygulama tamamen harici mekanizmalar üzerinden yürüyor, yani bire bir oraların normlarına, dolayısıyla kavramsal arka planına göre işliyor. Bu incelemeden şöyle bir ilginç sonuç çıkıyor: Bu kavramlar Türkiye’de ne yerleşiyor ne de yerelleşiyor, içi boş biçimde kullanılarak bir sistem işleyişi gerçekleştiriliyor. Çeviriye ve Türkiye’ye özgü bir fenomen olarak bunu saptayabiliriz.
 
Şimdi düşünüyorum da, bu çalışmadan kavram tarihine ilişkin içerikleri, sorgulamaları çıkarsamak, az önce konuştuğumuz meseleye, tarih, sosyoloji, hukuk gibi disiplinlerle kavram tarihi çalışmaları arasındaki farklı ve tamamlayıcı ilişkiye dair iyi bir örnek. Patent çevirmenliğinin ötesinde, patent temsilciliği uzmanlığı da olan Elif Daldeniz bu tür bir disiplinler-arasılığı verimli biçimde uygulayabilecek konumdaydı.
 
Soldan sağa: Turgay Kurultay, Yeşim Tükel, Nihal Ekin Erkan
 
Kitabın en ilgi çekici bölümlerinden biri imparatorluktan ulus-devlete geçerken kavramların düşünce dünyamızdaki ithali konusunun ele alındığı bölüm. Ki hakikaten de sadece bir devlet modeli değişimi değil bu değişim; içerisinde kurumlar, dil, yazı, çeviri ve kavramsal düzeyde düşünce ve kendini ifadeye varana kadar çok ciddi bir ithal mekanizması söz konusu. Bu geçişin sağlıklı olup olmadığı ve bu duruma istinaden ne kadar başarılı olunabildi konusunu –biraz da geldiğimiz nokta itibariyle– konuşmak isterim.
 
Bu soruya kapsayıcı ve yol gösterici bir cevap vermek benim için olanaksız, verilecek cevapların genelde de fazlasıyla spekülatif olacağını düşünüyorum. Ama işte bu çalışma tam da bu soruyu sordurmaya itiyor bizi. Başarıdan ve muradına ermekten ziyade sürecin kendisi önemli, kendimizi anlamamız ve ne istediğimize bağlı olarak politikalarımızı tartışmamız için. Kitapta da açıkça vurgulandığı üzere, çeviri yoluyla alınan ithal bilgiler, değerler ve yapıların yerel bir renk kazanması, asimile edilmesi, hatta zaman içinde dönüştürülerek özgülleşmesi doğal süreçler. Konudan konuya, ülkeden ülkeye ve tabii zamanın koşullarına bağlı olarak sonuçlar farklılaşabiliyor.
 
Türkiye’de dün de, bugün de yaşadığımız temel bir sorun, hızlı değişim isteğinin yarattığı belirsizliklerle baş etme kapasitemizin yetersizliği ve değişimlere yaklaşımımızdaki kafa karışıklıkları ve halihazırdaki gerçekçiliğimizden uzak düşüşlerimiz. Değişim kaçınılmaz, elbette hızlı değişim de arzulanacak bir şey olabilir, ama ayaklarımızın yere basması, değişim rüzgârının önünde savrulmak değil, nereye doğru gittiğimiz konusunda durup düşünmek, özgüvenle hareket etmek önemli. Kavram tarihi çalışmalarının özellikle kültürler arası veya kültürler ötesi veya küresel diyebileceğimiz etkileşimin etkilerini, yarattığı kaymaları ve boşlukları görmemize katkısı önemli. Kitabın pek çok bölümünde kültür meselesine “özcü yaklaşım”ın ağırlığına önemli bir sorun olarak işaret ediliyor.
 
Bugünkü iktidarın diline pelesenk ettiği “yerli ve milli”lik iddiası, bu özcü yaklaşımın içi daha da boşalmış, tamamen gündelik politikayla araçsallaştırılmış bir versiyonu. Yeni bir şey değil, ama gerçekliği kökten yadsıyacak düzeyde bir siyasi retorik. Toplumun içinden geçtiği kültürel değişim ve şekillenmelere bakıldığında da Türkiye’nin mevcut durumunu fazlasıyla ıskalayan bir iddia. Bugün Türkiye’ye özgü olan kültürel dokunun içinde elbette modernleşmenin getirdiği tarzda kimlik unsurları ve bireyleşme hasletleri var. 150 yıldan fazla geçmişi olan programlı modernleşme sürecimizin bizi dünyanın geneliyle çok benzeştirdiğini görmek gerek.
Kişisel olarak ben dünyadaki güncel sorunlara dair Türkiye’nin yol gösterici çözümlerde rol oynayabileceği kanısındayım. Tipik anlamda Batılılaşmadık, ama modernleşmenin kazanımlarıyla özgüvenle pek çok alanda anlatabileceğimiz hikâyelerimiz ve dile getirebileceğimiz fikirlerimiz var. Mevcut iktidarın içi boş retoriğini şu an gerçek Türkiye’nin önündeki bir ifade engeli olarak görüyorum. Yaklaşan seçimlerin olası sonucunu kastetmiyorum, ama değişimle edinilmiş toplumsal ve kültürel potansiyelimiz bakımından gayet umutluyum.
 
Kalkınma planlarımızda “Kültür” ve “Tasarım” konularında ne derece istenen sonuçlar alınabildi? Kalkınma planlarında neden bu kadar önemli “Kültür” konuları ve “Tasarım”?
 
Kavram tarihi incelemelerinde “Tasarım” veya “Planlama” örnekleri özellikle önemli midir, buna cevap verebilecek durumda değilim ben şahsen. Bu kavramları seçerek Kalkınma Planlarını malzemesi üzerinden incelemek iki farklı disiplinden araştırmacının bir araya gelmesinin bir sonucu. Ama kitaba baktığım zaman bu etkileşimden hayırlı bir sonucun çıktığını düşünüyorum. Kitaptaki incelemede siyaseten modernleşmenin ve demokratikleşmenin kentleşme süreçleriyle iç içeliğine işaret ediliyor. Bu makalenin gösterdiği şu bulgu başlı başına ilginç: Sözcük olarak baktığımızda yaratıcılıkla ilişkilendirebileceğimiz “Tasarım”, kentleşme bağlamında planlamanın mantığına hapsolmuş durumda, ağırlıklı olarak kurumsal ve merkezî süreçleri ifade ediyor. Buradaki zayıflık ve arzu edilenden uzak düşme tıpkı diğer modernleşme süreçlerinde yaşadığımız durumlar gibi. Bir süreç ve değişimde dış dinamikler sürekli varlığını gösteriyor, ama savrulmalar içinde bir yerlere uzanıyoruz.
 
Makalede başvurulan istatistik verilerini de kavram izi sürmede yöntemsel bir araç olarak görüyorum. Bunların bizi bulguya götürme şansı tartışılır bir şey, ama referans metinler üzerinden bir okuma yapmanın akla gelen araçlarından biri de metni sayısal analizden geçirmek. Makalede de bunlar tek başına çıkarım verisi yapılmıyor, metinlerin diğer anlamsal ve bağlamsal özellikleriyle desteklenerek değerlendirmeler yapılıyor.
 
Şehircilik dendiğinde bu konuya kavramlarla bakış, Türkiye’de şehircilik tarihini kavramlar üzerinden yorumlamak hiç akla gelmeyecek bir şey ama kitap bu konunun da detayına giriyor. Kavramlar üzerinden bir şehircilik anlayışı oluşabilir mi gerçekten?
 
Kavram tarihi çalışmalarına hep belli bir mesafeyle yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Çalışma ne kadar kapsamlı, ilginç ve derinlemesine olursa olsun, kavramların elle tutulur hale getirilmesini pek beklememek gerek. Genelde şu söylenebilir: Kavram tarihi çalışmalarında hedef, net bulgulara varmaktan ziyade kavramların izini sürmek, dikkat çekmek ve kısmi de olsa gözlem ve verileri ilgi alanına sunmak. Bu kitabın içindeki yazıların tamamı için final çıkarımlardan söz etmek mümkün görünmüyor. Biz de kitabı yayına hazırlarken, bu çalışmaların meselelerin adını koyduğu veya bir inceleme modeli sunduğu fikrinde olmadık. Bu çalışmalara ilginin gerekliliğine inandığımız ve bu çalışmaların devamı için motivasyon kaynağı olmasını umduğumuz için bu çalışmayı önemsedik.
 
Sizin sorunuza kitabın içindeki üç metnin ikinci yazarı olan mimar akademisyen Nihal Ekin Erkan kendi disiplini açısından daha isabetli cevaplar verebilir. Dil ve kültürler arası iletişim alanın araştırmacıları gözüylebizim için her alanın kavramları ve her ifade inceleme konusu olabilir. Elbette sonuçları itibariyle nasıl bir entelektüel tartışmaya bağlanabileceği sorusu, inceleme konusunu seçerken önemli. Dolayısıyla inceleme konusunun seçimi de, incelemenin ne ölçüde kavramlara açıklık getirebildiği de eleştiriye açık noktalar.
 
Bu makale özelinde benim gördüğüm, burada “şehir/kent” kavramının yanı sıra bu alanla ilgili belli başka kavramların da izi sürülüyor. “Dengeli kalkınma”, “sürdürülebilirlik”, “planlama”, “köykent” ifadeleri, dolayısıyla kavramları bu bağlamda karşımıza çıkıyor ve bunların hangi yönleriyle konunun algılanmasını şekillendirdiğine bakılıyor. Tasarım kavramıyla ilgili söylediğime benzer bir ilginç bulguyu burada da görüyorum: Şehirleşme anlam itibariyle içinde “kontrol edilmesi gereken bir şey olarak” olarak sürdürülebilirliğe ters düşen, en azından onu tehdit eden bir olgu olarak kavramsallaştırılıyor.
 
Pandemi, hemen ardından patlak veren sıcak bir savaş ve büyük ekonomik çalkantılarla birlikte tüm dünyada ciddi bir değişimin başlamış olması. Bu durum kavramlar yolculuğunda yeni kavramlar ile tanıştıracak mı bizleri?
 
Kalıcı ve etkili yepyeni kavramlar dönemsel gelişmelere, çoğu zaman da paradigma değişimlerine bağlı. Onun dışında belli kavramların genişleyip daralması, alt kavramlara bölünmesi sık karşılaşılan bir durum. Olağanüstü bir altüst oluşa sebep olan pandemi ve şu an dünyayı sarsan ve büyük endişelere sevk eden Rusya-Ukrayna savaşı kendi başlarına önemli olaylar. Ama başka köklü değişimlerle iç içe gelişmeler olduğu için kavramsal düzeyde de belirgin değişimleri beraberinde getirebilir. Son 20-30 yıldır yaşanan pek çok gelişme aynı deltaya doğru akan akarsular gibi birbirini etkiliyor, birleşip genel bir kriz halini alıyor. Güncel büyük olayları dünyada göç ve mülteci olayları, iklim sorunu, dijitalleşme ve küreselleşme gibi sorunlarla, tek kutuplu dünyanın yarattığı denge eksikliğine bağlı olarak Batılı güçlü ekonomilerin politikaları ve bunların yarattığı tepkiler gibi köklü sorunlarla birlikte düşünmek gerek. Rusya’nın saldırganlığı ve yarattığı tehlike ortada, ama bu olayı da sadece tetikleyici adımlar üzerinden düşünmemek gerek. Pandemi de beklenmedik bir olay, ortaya çıkmasına sebep aramak komplo teoricilerinin işi. Ama ikisine de verdiğimiz tepkiler, çözüm olanaklarımız ve çözümsüzlüklerimiz yapısal şeyler, aynı zamanda da düşünme alışkanlıklarımızın eseri. Ama aynı zamanda düşünme alışkanlıklarımızın da krizi.
 
Bu iki olayın da birçok kavramın yeniden düşünülmesini beraberinde getireceğini düşünüyorum ve bunun emareleri gecikmedi. Pandemi bağlamında beden üzerinde bireyin hakkı ile toplumsal sorumluluk arasındaki gerilim gözle görülür hale geldi ve farklı algıların çatıştığı bir düşünce ve iletişim alanı haline geldi; mevcut kavramsal ayrımlarla ve dilsel ortaklaşmalarımızla buna etkili bir cevap veremediğimiz için sorunlar üzerinden düşünme ve yeni bir dil ihtiyacı kendini gösteriyor.
 
Keza Rusya-Ukrayna savaşı bağlamında ülkelerin ulusal egemenliği kavramı bildik içeriğiyle politikalara yön veremiyor. Klasik anlamda kendi kaderini tayin hakkına dayanarak “her ülke kendi kararını verir, NATO’ya girip girmeme Ukrayna’nın bağımsız bir kararıdır” deniyordu, şimdilerde ABD ve diğer Batı ülkeleri bu açıklama biçimini ve retoriği terk etmiş görünüyor. Ukrayna’nın NATO üyeliği konusu, barış müzakerelerine bir kapıyı aralık tutmak için olsa gerek, dillendirilmiyor. Elbette buradan hemen yeni kavramlarla düşünmeye başlandı sonucu çıkmaz. Ama mevcut kavramlarla bir retorik ve diskur (söylem) tutturmakta zorlanıldığı da görülüyor. Belki yeni kavramsallaştırmaların, yepyeni kavramların ortaya çıkması değil, ama güvenlik, egemenlik, barış gibi kavramların anlam değişimlerine uğraması yönünde emareler görünüyor.
 
 
 
GİRİŞ RESMİ:
Elif Daldeniz Baysan, Turgay Kurultay