Şimdilerde üç dünyacı tezlere çok benzer bir yaklaşımla edebiyat tartışmaları yapan kişilere rastlıyorum. “Romanın Batı kanonuna ait bir tarz olduğunu ve bu kanon içinde mazlum ulusların anlatım biçimlerinin yer almadığını” öne sürüyorlar...
19 Kasım 2015 13:15
Ülkemizde dinsel hidayete ermenin sayısız biçimini deneyen politik bir din edebiyatı vardır. Düşük beğenilerin düzeysiz sanatı: Edebiyatın bağnazlıkla ve bilgisizlikle yağmalanışına hoşgeldiniz. Buna piyasa edebiyatı denip geçilemez; yaşamdan habersiz görünen bu edebiyat tarih dışıdır. Üstelik ucuz lokum kutusunu andıran, sayfaları basbayağı gülsuyu kokan bu “edebiyat” yüzünden edebiyat kitapları kitabevlerinin kapısından içeri giremez haldedir.
Oryantalistler doğuluların hiçbir zaman batılı gibi düşünmeyeceğini öne sürerek yalnız hayali bir doğu değil, hayali bir batı da yaratmışlardı. Durum böyle olunca “Doğucu” diyebileceğimiz insan tipi doğmakta gecikmedi ve oryantalistin (“Batıcının” da diyebilirdik) tanımına uyarak batılılar gibi roman yazmadı, film çekmedi ve resim yapmadı. Bu kibir kumkuması insan tipi, “Batılı” olanla “Batıcı” olanı ayıramadı ve tam da o beyaz adamın umduğu şeyi fazlasıyla yaptı: Olayları uhrevi, iç yolculuk gerektiren, duygusal, erkeksi, masaldan ayrılmayan, ergen maceracılara benzeyen yönden kavradı; bilgileri sezgisel yoldan dile getirmekle yetinmeyip, bunu kendinin propaganda yolu olarak da benimsedi. Böylece rasyonel olanaklarla kavranacak dünya, doğuculuk tarafından yalnızca Batı’ya ait bir alan olarak dışlaştırıldı, “nesnel dil”, “karakterlere mesafe”, “bilimsel merak” yahut “dünyevi hukuk” batılının işi oldu.
“Doğucular” tantanalı söyleyişle yazıyordu artık: “Doğucu romancı” özellikle “biz” retoriğiyle konuşmaya, başkalarını aşağılamaya, dinsel-ulusal bir dille küçümsediği beyaz adama benzemeye başladı. Bu elbette gelişmemiş kafaların aşağılık duygularını okşayan bir hareketti. Düşmanın kahredildiği, “bizden” sayılanın yüceltildiği bu metinlerde, edebiyatın bilimden esinlenen bakış açılarına rastlanmıyordu. Yani karakterlere nesnel bakmakmış, karaktere mesafeli durmakmış, olayları neden-sonuç bağlamında kurgulamakmış, bunlar o “uhrevi yücelikte” teferruat bile değildi.
Böyle bir şey evrensel nitelikteki hiçbir metinde olmaz, “evrensel metin kurmak” derdine düşen yazar sanatın tarihini bilir ve o tarihe uygun bir yapı oluşturur. Sanatın tarihi somuttur: Aristo’nun kurmaca metne bakışı “batıcı” veya “doğucu” değil, evrenseldir. İbsen tiyatrosu ya da Balzac romanı tüm insanlığı ilgilendirir. Nasıl ki teknoloji tarihinde içten yanmalı motorların doğulusundan ve batılısından söz etmek yersizse, sanat tarihinde “batılı akıl” ve “doğulu sezgi” saptaması da yersizdir.
Sanatın nesnel bir tarihi olduğunu kibirli doğucular reddeder; onlara göre doğululara düşen şey, hayali doğuyu yinelemektir. Kibirli doğucu, kendini sömürgecilere göre konumlamıştır. Böbürlenir ama ona benzemek için. “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” cümlesini sık sık yineler ama kendi dişleri hızar gibidir. Mehmet Akif’in o sözü bağlamından koparılmış ve süreğen bir batı düşmanlığına çevrilmiştir. Oysa tek dişi kaldığı söylenen o medeniyet içinde yalnızca sömürgeciler değil Madam Curie, James Watt, Edison, Kant, Pascal da bulunur. O medeniyette karma eğitim, kadın hakları, hukuk devleti, insan hakları kavgası da yer alır ve bunlar canavarca şeyler değildir.
Madam Curie’yi, Pasteur’ü, Freud’u ve Kant’ı canavarlar arasında saydığını fark etse bile aldırmamak yalnızca gelişmemiş akıllara ve vicdanlara özgüdür; ne yazık ki bu ülkede fikirmiş gibi savunulduğunu her gün görürüz. Halbuki “ötekini” küçümseyerek dini ve ulusu yüceltmek, oryantaliste bakarak hizaya girmiş yaralı bilinçlere göredir. Bu, sömürge aydınının ortalama bilme biçimidir.
Kendi dinsel inanışına göre iyiler ve kötüler yaratan bir yazar, başka dinlerden insanların da iyi ve güzel ahlaklı olduğunu düşünmüyorsa yapıtları ahlakdışı olur. Çünkü iyi metin ne insanı güzellemeye ne de kötülemeye yönelir: İnsanın ne olduğunu anlamak insanlığı kendi gibi duyumsamakla mümkündür. Bu nedenle evrensel sanatın tek dayanağı bütün insanlıktır; insanlıkla kurulan empatidir. Bir yazar bütün insanlığı kendi bedeninde sınar, o bedende ne ırk ne cinsiyet ne millet ne de din vardır: Bir yazarda bunların hepsi birden vardır. İşte o kişiye evrensel yazar denir ancak.
Doğulunun toplum değil cemaat olarak kalması, birey değil kitleler halinde kendini temsil edebilmesi olsa olsa toplumsal gelişmişliği ilgilendiren, sosyolojik bir durum olabilirdi fakat bu durum giderek bir entelektüel kusur haline geldi. Doğucular, doğunun bireyleşmemiş toplumsal ilişkilerini yücelterek, saldırgan siyasetçilerini destekleyerek, vahşet gösterisine dönüşen dinsel eylemleri olağan bir şey sayarak bu kusurun temel odağı, sorunun merkezi haline gelmiş durumdadırlar. Doğucu yazar artık “üçüncü dünya” olarak nitelenen rejimlerin mazlum halklarıyla değil, sırtlanlarıyla kolkola girmiş, sanat düşmanı parti komiserine dönüşmüştür.
Oryantalistler bir zamanlar beyaz adam olarak “kabileci, vahşi ve ilkel yaratıkları” küçümserken çok gülünçtü. Ama yine de oryantalist beyaz adam, en azından orada hoşlandığı bir şeyler buluyordu. Fakat şimdi vahşetini başka toplumlara dayatan, hoşgörüsüz, kindar, şiddet düşkünü, katil ve despot bir dinsel terörün mağduru olan hiç kimse –ister batılı ister doğulu olsun- Doğu’ya baktığında hoşlanacak bir şey bulamamaktadır. Çünkü çoğulcu bilgiye karşı olan ve özgürlüğü reddeden Doğuculuk akıldışı bir biçimde bilime ve akla meydan okuyor. Bu, Hitler’in ırksal özgüveniyle benzeşik başka türden bir faşizmdir: Yığınların insan haklarını önemsemeyişinden ve cahilce özgüveninden beslenen bu zorbalık, vahşeti olağanlaştırmıştır.
Dünya bilginin örgütlediği, toplumlaşmış yapılarla, cehaletin birbirine kenetlendiği cemaatleşmiş kitleler olarak ikiye bölünmüş durumdadır.
Gençliğimizde “mazlum ulusların başkaldırışı” gibi sloganlar gözüme pek ışıltılı gelirdi, bu sloganların hiç de düşünmediği halde solu “anti emperyalizm” yemiyle batı düşmanı haline getirdiğini, doğucu tezlere yönlendirdiğini sezemezdim.
Gençlik yıllarımın yaygın Maocu tezi “Üç Dünya Teorisi” idi. Dünyanın mazlum halklarını “emperyalist birinci dünyaya ve revizyonist hain ikinci dünyaya karşı birleştirmeye” heveslenmiş bu köylü devrimi teorisine göre, dünyanın bütün gerici rejimleri salt Çin tarafından desteklendiği için devrimci sayılıyordu. Ülkemizde kalpaklı, kuvay-ı millici, jakoben laikler tarafından savunulan “üç dünyacı”lık, “Türkler” olarak kodlananlar dışındaki herkesi düşman sayan konsepte çok uydu.
Bu açıdan bakınca bozkurtçuluk, Galiyefçilik, dini irşat romanları, milli edebiyat ve devrim reçeteleri üreten bir doğucu Türk edebiyatı aynı safta buluşabiliyordu.
Şimdilerde üç dünyacı tezlere çok benzer bir yaklaşımla edebiyat tartışmaları yapan kişilere rastlıyorum. “Romanın batı kanonuna ait bir tarz olduğunu ve bu kanon içinde mazlum ulusların anlatım biçimlerinin yer almadığını” öne sürüyorlar. Bu kişilere göre batı romanı kabul edilemez bir şey; bunun yerine masallar ve destanlarla kendini ifade eden, yazılı kültür yerine sözlü kültüre yaslanan üçüncü dünyada estetik olanaklar aramak gerekir.
Öyle anlaşılıyor ki Gregory Jusdanis’in Gecikmiş Modernlik adlı kitabına gönderme yapan bu önermelerin sahipleri, o kitabın temel olarak Yunanistan’daki (bir mazlum milletin ülkesindeki) kanonun nasıl kurulduğu konusunu irdelediğini anlamış değiller. Jusdanis bütün kanonların öznel olduğu, kanona uymayan yapıtların tasfiye edildiği konusunu yalnızca batıyı değil bütün dünyayı ilgilendiren bir saptama olarak önümüze koyar. “Doğucu” toplumların nasıl kabileci bir mantıkla edebiyat kanonu kurduğu konusunu bu yazının giriş bölümünde tartışmamın nedeni budur. Kanonların öznel seçimlerle kurulması ve bazı edebiyatçıları öne çıkarmasıyla, edebi üretim tarihinin birikimsel oluşu tamamen ayrı konulardır. Kanona alınmamış yazarların zamanla dünya edebi birikimine çok canlı katkılar yaparak sahneye çıktığı, kanona alınsa da siyasal parametreler değişince adı bile anılmaz olan yazarların, edebiyata hiçbir katkı yapmadan kaybolup gittiği akıllarda tutulmalıdır.
Burada vurgu yaptığım şey, edebi üretim süreçlerinin kanonda yer almasa bile pek çok yazar tarafından belirlendiğidir. Bugün Oğuz Atay, Nâzım Hikmet, Leyla Erbil, Cemal Süreya, Latife Tekin, Orhan Pamuk, Yusuf Atılgan ve Attila İlhan adlarını anmadan Türkçe edebiyatı tartışamazsınız. Andığım kişiler, ister epope, ister bilinçakışı, ister postmodern edebiyat deyin dünya edebi mirasından pay alarak, o tekniği paylaşarak yazmışlardır. Bu kişilerin kanonda yer almadığını ise sanırım bilmeyen yoktur. “Roman batılı bir şeydir ve onu reddetmek gerekir” diyenlerin üçüncü dünyacı kindarlıkları bu yüzden anlamsızdır ve kabullenilmesi olanaksızdır.
Asıl “Üçüncü Dünya”dan gelen ve sözlü sanattan öteye geçmemiş biçimlere, masallara, cengaverlik farslarına ve din tebliğleri içeren edebiyatımsı zırvalıklara kuşkuyla bakmak gerekir. Masallarda veya destanlarda sıkça görülen, eril savaşçının ergence eylemlerini ve oradaki söylemi yüceltmek saçmadır, çağımız yazarının bu türlerle bir sorunu olsa gerektir. Sanatın üretim tarihi bakımından bu formlar ne içerik ne de biçim açısından, bir devrimle alt üst edilmedikleri sürece, yenilikçi sayılamazlar.
Sanatta üçüncü dünyacılık, olsa olsa Tanrı’ya ait anlatıcılığın insana geçmesinde Hümanizma’nın etkisini kavramamış insanlara özgü olabilir. Bu kişiler bilimin çoğul odaklı anlatımın anası olduğunu da anlamamışlar. Oysa açıkça bilinmeli ki edebi bilgi, tıpkı maddi kültür gibi, bilim ve felsefe gibi birikimseldir. Bu bilginin tarihi birileri onu ideoloji saydığı için ideoloji olmaz. Bu nedenle insanlığın büyük yazarlarını, ideolojik nedenlerle “Batı kanonu içine alındıkları için” küçümsemeye kimsenin hakkı yoktur. Kanon yazar tarafından kurulmaz, her zaman siyasal ve ideolojik güç odaklarının işidir bu.
Sanat bir siyasal ideloji değildir; fakat ideolojiler sanatsal seçimleriyle kendi dünyalarını açığa vururlar.